Sekizinci Lema’daki 2. Nokta'nın şu cümlelerini izah eder misiniz?
"Öyle de, Gavs-ı Geylânî’nin (ks) o hârika kasîdesinin tazammun ettiği ezvâk-ı fevkalâdesi, Hazret-i Şeyh sırr-ı azîm-i Ehl-i Beytin irsiyetiyle Âl-i Beyt’in şahs-ı ma‘nevîsinin makamı noktasında;
Abdulkadir Geylani Hazretlerinin harika kerametlerini ve olağanüstü manevi zevkleri içinde barındıran kasîdesindeki sıra dışı ifadelerini anlayabilmek için, O’nun sahip olduğu ve temsil ettiği makamları bilmek gerekir.
Zira Şeyh-i Geylani Hazretleri, Hz. Peygamberin (sav) neslinden gelenlerin büyük sırrına sahip bir zattır ve o sırlarla konuşmaktadır.
Yine yaşadığı zamanda, Hz. Peygamberin (sav) neslinden gelenlerin oluşturduğu şahs-ı manevînin makamının temsilcisi konumundadır. Şahs-ı manevi, çok kimselerin belirli bir maksada yönelik olarak bir araya gelmesi ile ortaya çıkan bir topluluğun manen tek bir şahıs gibi olması demektir. Yani şahs-ı manevi; belli bir ideal ve gaye etrafında bir araya gelen topluluğun oluşturduğu mânevî şahsiyetin ve ortak kimliğin adıdır. Gavs-ı Azam (ks), Kur’ân ve sünnete hizmet etmeyi kendilerine asıl gaye edinmiş olan Âl-i Beyt’in[1] bir ferdi ve yaşadığı asırda o mübarek silsilenin temsilcisi makamında olduğundan, o yüce makamda konuşmaktadır.
ve Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın verâsetiyle hakîkat-i Muhammediyesinde kendini gördüğü gibi;
Hakikat-i Muhammediye; Peygamberimizin insanlığını, güzel ahlakını, peygamberliğini, miraca giderken Cebrail (as) dahil bütün varlıkları arkasında bırakıp Rabbi ile görüşen yüceliğini, meleklerden ve diğer peygamberlerden üstünlüğünü, bütün yaratılmışların övünç kaynağı olmasını, kâinatın onun hürmetine yaratıldığını ve Allah katındaki en yüce makamını anlatan bir ifadedir.
Abdulkadir Geylani Hazretleri de bulunduğu dönemde Hz. Peygamberin (sav) mübarek neslinden olmakla beraber O’nun (sav) hakiki bir varisi olarak hem sünnetinin koruyucusu hem de sünnet-i seniyyesine tam olarak tabi olup devam ettiren bir makamda bulunduğundan, kasîdesindeki ifadeleri o manevi yüksek makamdan söylemektedir.
fenâ-yı mutlak ile Cenâb-ı Hakk’ın tecellî-i zâtîsine mazhariyet noktasında kasîdesinde o sözleri söylemiş. Onun gibi olmayan ve o makama yetişmeyen, onu söyleyemez, söylese mes’ûldür.
Abdulkadir Geylani Hazretleri, fena mertebelerinde zirveye çıkarak fenafillah mertebesine erişmiş, Ferdiyet, Kutbiyet ve Gavsiyet makamlarını kendinde toplamış, fenâ-yı mutlak ile kendinden tamamıyla geçerek dünya ile irtibatını kesmiş ve tam manasıyla Allah’a yönelmiş olan Allah’ın seçkin kullarından birisidir.
Üstad Bediüzzaman bu cümlede, Şeyh Geylani Hazretlerinin bu manevi yüksek mertebesiyle Cenâb-ı Hakk’ın tecellî-i zâtîsi makamına çıktığını ve o makamdan konuştuğunu ifade etmektedir.
Tecellî-i Zâtî; Allah’ın isim ve sıfatları araya girmeden sadece zatının tecelli etmesi ve görünmesi demektir. Miraç Gecesi’nde Sevgili Peygamberimiz (sav) beden ve ruhuyla yükselerek Rabbimizin zatını ve cemalini perdesiz olarak görerek bu şerefe nail olmuştur. Allah u Teâlâ Hazretlerini baş gözü ile gören tek kişi, Hz. Peygamber (sav) Efendimizdir. Hz. Peygamber (sav) miraç kapısını açık bırakmış, kendisinden sonra gelen evliyalar da beden ile değil ruh ve kalp ile yaptıkları manevi yolculuklarında o yüksek makama çıkmışlardır. Fakat her evliya Allah’ın isim ve sıfatlarını geçip tecellî-i zâtına nail olamamış, ancak Abdulkadir Geylani Hazretleri gibi çok az ve seçkin zatlar bu şerefe nail olmuşlardır.
Elbette Abdulkadir Geylani Hazretleri gibi olmayan ve O’nun çıktığı yüce makamlara çıkamayan kimseler, O’nun söylediklerini söyleyemezler. Söylerlerse çok mesul olurlar. Çünkü herkes her sözü her makamda söyleme yetkisine sahip değildir. Onlar gibi olmayanlar, onlar gibi konuşamazlar.
Hazret-i Şeyh, verâset-i mutlaka noktasında Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın kadem-i mübârekini omzunda gördüğü için, kendi kademini evliyânın omzuna o sırdan bırakıyor. Kasîdesinde zâhir görünen, temeddüh ve iftihâr değildir, belki tahdîs-i ni‘met ve âlî bir şükürdür.
Önceki cümlelerde Abdulkadir Geylani Hazretlerinin, Hz. Peygamberin (sav) mübarek neslinden olup O’nun hakiki bir varisi olduğu, yaşadığı asırda sünnetinin hem koruyucusu hem de devam ettireni olduğu, Kur’ân ve sünnete hizmet etmeyi kendilerine asıl gaye edinmiş olan Âl-i Beyt’in bir ferdi olmakla beraber yaşadığı asırda o mübarek silsilenin tam bir temsilcisi olduğu izah edilmişti. Bu noktadan Şeyh Geylani (ks), kayıtsız ve şartsız Hz. Peygamberin (sav) hakiki bir varisidir.
Abdûlkadir Geylani Hazretlerinin (ks) Bağdat’ta bir sohbet meclisinde bir ara kalbine yönelerek şöyle söylediği rivayet olunur: “İşte şu ayağım, her Allah dostunun (evliyanın) boynu üzerindedir.” Bunun üzerine orada bulunanlar bu sözleri kendilerine söylenmiş bir emir kabul ederek, boyunlarını onun ayağına doğru uzattıkları, orada hazır bulunmayan evliyalar ise bulundukları yerde boyunlarını gıyaben ona doğru uzattıkları rivayet olunur.
Bediüzzaman Hazretleri bu kısımda, Şeyh Geylani’nin (ks) bu sözü hangi makamda ve hangi maksatla söylediğini izah etmektedir. Şöyle ki:
Abdûlkadir Geylani Hazretleri, kendi omuzlarında Sevgili Peygamberimizin (sav) mübarek ayaklarını gördüğünden, “Benim ayağım bütün evliyaların omuzundadır.” demiştir. Zira bu sözüyle Hz. Peygamberin (sav) neslinden gelenlerin oluşturduğu şahs-ı manevînin temsilcisi konumunda olduğunu ve temsil ettiği bu makamın bütün evliyalık mertebelerinin üzerinde bir makam olup evliyalık mertebelerine ancak ve ancak Âl-i Beyt’e tabi olmakla ulaşılabileceğini ifade etmektedir.
Şeyh Geylani’nin (ks) kasîdesinde söylediği bu sözlerle maksadı ve niyeti ne kendini beğendirmeye çalışmak ne de gururlanmak ve övünmek için değildir. Zira Gavs-ı Azam (ks) ve benzeri büyük zatlarda bu tarz kötü huy ve hasletler kesinlikle bulunmaz. Belki Rabbimizin kendisine verdiği eşsiz nimetlere karşı hesapsız şükrünü ifade etmek adına bir tahdîs-i ni‘mettir.[2]
Yalnız bu kadar var ki, mahviyet makamı olan niyâzdan, mahbûbiyet makamı olan nâzdârlık makamına çıkmış. Yani tarîk-i acz ve fakrdan, meşreb-i aşk ve istiğrâka girmiş. Kendine olan niam-ı azîme-i İlâhiyeyi yâd edip bihakkın müftehirâne şükretmiştir.[3]
Abdulkadir Geylani Hazretleri, mahviyet makamından mahbûbiyet makamına, niyâz makamından da nâzdarlık makamına çıkmıştır.
Yani mahviyet makamı olan tevazu, alçakgönüllülük ve nefsine kıymet vermemenin neticesinde ulaşılan her daim Allah’a yalvarma, yakarma ve dileme makamı olan “niyâz makamından” Allah'ın sevgisini kazanma mertebesi olan “mahbûbiyet makamına” ulaşmıştır.
Mahbûbiyet makamı ile Şeyh Geylani Hazretleri, Allah’a karşı kuvvetli bir imanın ve sevginin yansıması olarak sahip olduğu manevi coşkunluk haliyle kendini tamamen hiçe sayıp unuttuğu ve “Ben” dediği vakit Allah namına konuştuğunu düşündüğü “nâz makamına”[4] erişmiştir.
Bu makamların bir gereği olarak Gavs-ı Azam (ks), acizlik, fakirlik, zayıflık ve kusurunu bilmek gibi mertebelerden geçerek, manevi bir hal ile hayret ve şaşkınlık içerisinde, aldığı manevi haz ve feyizlerle bayılmak derecesine geldiği ve İlâhî aşkla dünyayı unutup kendisinden geçtiği “aşk ve istiğrak haline” girmiştir.
Ve nâz makamının verdiği coşkunluk haliyle Allah’ın kendisine ihsan ettiği benzersiz nimetleri düşünerek, ilk bakışta övünmek ve gururlanmak gibi görünse de hakikatte Allah’a şükür ve hamd makamında o sözleri söylemiştir.
Bu tür ifadeler, Abdulkadir Geylani Hazretleri gibi büyük evliyaların aşk ve istiğrak halinin bir yansıması olduğundan, bu makam sahipleri bu sözlerinden dolayı sorumlu tutulmazlar. Ve onların makamına erişemeyenler, onları tam olarak anlayamazlar.
İlgili metnin baş kısmının izahı için lütfen bakınız;
https://risale.online/soru-cevap/sekizinci-lema-izah-29
[1] Âl-i Beyt; Hz. Peygamberin (sav) tertemiz sülalesinden yetişenler ve sünnet-i seniyesinin kaynağı ve koruyucusu ve hakkıyla sünnete tabi olup onu devam ettirenler. Al-i Resul, Al-i Nebi, Al-i Muhammed ve Ehl-i Beyt gibi tâbirlerle de söylenir.
[2] Tahdîs-i ni‘met: Cenab-ı Hakk'a karşı şükrünü edâ etmek ve teşekkür etmek maksadıyla nâil olduğu nimeti anlatmak, onunla sevincini ve şükrünü bildirmek.
[4] Naz makamı: Cezbe ve galebe halindeki kişinin Hak’la tekellüfsüz ve samimi bir şekilde tartışması demektir. Arbede manasına gelen bu tartışma haline bazı mutasavvıflar, Allah’a yakınlığın verdiği dostluk sevincini yudumlayarak sevgi sarhoşu olan müridin bu haldeyken bazı sıkıntılarla karşılaşması durumunda Allah’a naz etmesi, O’nunla çekişmesi anlamında tasavvufî bir terim olarak kullanmışlardır.
Hz. İbrâhim’in Cenâb-ı Hak’la tartışması (Hûd 11/74), Hz. Mûsâ’nın, “Bu senin fitnendir” demesi (el-A‘râf 7/155), Râbia el-Adeviyye’nin hacca giderken merkebinin ölmesi üzerine, “İlâhî padişahlar âciz bir kadına böyle mi yapar? Beni evine davet ettin, ama yolun yarısında merkebimi öldürdün, beni çölde yapayalnız bıraktın” diye şikâyette bulunması, Yûnus Emre’nin, “Ya ilâhî ger suâl etsen bana” mısraıyla başlayan yakarışı naz ehlinin tavırlarına örnek gösterilebilir. Naz ehli velîlerin bu tür sözleri ve davranışları sakıncalı görünse de samimiyetleri ve içinde bulundukları mânevî hal dikkate alınarak mâzur görülür ve kınanmaz (Ebû Tâlib el-Mekkî, II, 127-129; Gazzâlî, IV, 331). (TDV)