Sekizinci Lema’da geçen şu cümleleri izah eder misiniz?
"Ama فَقُلْهُ وَلَا تَخَفْ fıkrasında şâyân-ı hayret bir tevâfuk var ki, bu fıkranın ilm-i cifir kaidesiyle makam-ı ebcedîsi bin üç yüz otuz iki eder. Şu halde يَا مُنْشِدًا نَظْم۪ي فَقُلْهُ وَلَا تَخَفْ meâl-i gaybîsi, “Yâ Risâle-i Nûr ve Sözler sâhibi! Bana bak, gāfil davranma! Bin üç yüz otuz ikide (m. 1914) mücâhedeye başla. Sözleri korkma, yaz, söyle!”
قُلْهُ وَلَا تَخَفْ (Onu söyle ve korkma!) ifadesinde hayret verici güzel bir tevafuk vardır ki, o da bu fıkranın ebced rakamında gizlidir. Şöyle ki, (Onu söyle ve korkma!) cümlesinin ebced değeri hicrî olarak 1332 miladî 1914 tarihine bakmaktadır. Bu durumda Abdulkadir Geylani Hazretlerinin “Ey şiirimi okuyan. Onu söyle ve korkma!” cümlesinin Bediüzzaman Hazretlerine ve Risale-i Nur’a bakan meali şöyle olmaktadır:
“Yâ Risâle-i Nûr ve Sözler sâhibi! Bana bak, gāfil davranma! Bin üç yüz otuz ikide (m. 1914) mücâhedeye (manevi cihada) başla. Sözleri (R. Nur’u) korkma, yaz, söyle!”
Filhakîka Said hürriyetten sonra az bir zaman mücâhedesine tevakkuf etmiş ise de, bin üç yüz otuz ikide (m. 1914) İşârâtü’l-İ‘câz’ı te’lîf ile beraber Eski Said’den sıyrılmayı niyet edip, yeni Said sûretinde bütün kuvvetiyle mücâhede-i ma‘neviyeye başlamış. İki üç sene sonra da Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de bulunarak bir-iki sene Hazret-i Gavs-ı Geylânî’nin şu vasiyetini ve emrini imtisâl ederek envâr-ı Kur’âniyeyi neşretmiş. Lillâhilhamd, şimdiye kadar da devam ediyor.
Hz. Üstad’ın hayatına bakıldığında 2. Meşrutiyet’in ilanından sonra, 1908-1910 senelerinde İstanbul’da bulunduğu zaman diliminde, İslâm’ın gelişip güçlenmesine hizmet etmek için yoğun bir mücadele içerisine girdiğini görüyoruz. Daha sonra 1910 senesinde İstanbul’dan ayrılarak Van’a dönen Üstad Bediüzzaman, Doğu ve Güneydoğu şehirlerinin çoğunu dolaşarak aşiretleri ziyaret ve irşad vazifesiyle meşgul olmuştur. Daha sonra 1911 senesinde Şam’a gitmiş, sonrasında Sultan Reşad’la Rumeli seyahatine katılıp Medresetüzzehrâ projesine onay almış ve Van’ın Edremit mevkiinde geniş ve güzel bir araziye 1913 yılının yaz ayında gaye-i hayalim dediği Medresetüzzehrâ üniversitesinin temelini atmıştır.
Bediüzzaman Hazretleri, toplumsal meselelere ağırlık verdiği bu dönemde ilmî mücadelesine ara vermek zorunda kalmış ve tam da Abdulkadir Geylani Hazretlerinin haber verdiği tarihte yani 1914 senesinde dinsizlik akımlarına karşı manevi bir cihada tekrar başlamıştır. Nitekim 1914-1916 seneleri arasında 1. Cihan Harbi’nde bir yandan cephede düşmanla maddi cihat ederken diğer yandan talebesi Molla Habib’e, küfür ve dinsizlik fikrini temelinden çökertecek olan Risale-i Nur Külliyatının fâtihası hükmündeki İşaratü’l i’caz adlı eserini yazdırarak manevi cihada ağırlık vermiştir.
Önceki sayfalarda izah edildiği üzere, Hz. Üstad 1914 senelerinde Eski Said’den sıyrılıp Yeni Said olarak manevi mücadeleye niyet etmektedir. 1918’de İstanbul’a geldiği yıllarda devam eden Yeni Said’e geçiş süreci 1921 senesinde İstanbul’da Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de aza iken gerçekleşmiştir.
Gerçekten de Şeyh Geylani Hazretlerinin vasiyeti ve emri üzerine Bediüzzaman Hazretleri, İşaratü’l i’caz adlı eseriyle başladığı manevi cihadını Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de aza iken sürdürmüş ve ömrünün sonuna kadar da devam ederek Kur’ân’ın nurlarını ve imanın hakikatlerini ispat etmiştir. Bu mücadelesinde hiç korkmadan ve yılmadan sözlerini (Risale-i Nur’u) söylemiş, küfür kalesini temelinden yerle bir etmiştir.
Bu şâyân-ı hayret fıkrada, cây-ı dikkat şu nokta var ki, Hazret-i Gavs, doğrudan doğruya altıncı asırdan bu asrımıza bakıyor. O altıncı asrın âhirlerinde Hülâgū felâketi gibi fecî‘, dehşetli meşhur fitnenin çok elîm ve çok fecî‘ ve kuburdaki emvâtı ağlattıracak derecede dehşetli bir nevi‘, bu on dördüncü asırda bulunuyor. Bu iki asır birbirine tevâfuk ediyor ki, Hazret-i Şeyh, o asırdan bu asra bakıyor."[1]
Bağdat kütüphanelerindeki bütün kitapları Fırat ve Dicle nehrine atıp âlimleri de katleden Moğollar, İslâm kültürünün 200 sene geri gitmesine sebep olmuşlardır. İslâm’a ve Müslümanlara yönelik bu feci ve gaddar saldırıdan Abdulkadir Geylani Hazretleri üzüntüyle haber verdikten sonra, birden kasîdesinde 14. asr-ı Muhammedî’ye yani içinde yaşadığımız bu asra bakıp kerametiyle bu asırdaki fitne ve şerlere dikkat çekmiştir. Zira bu iki asır (Hicrî 6. ve 14. asırlar) pek çok noktadan birbirine benzemektedir.
Bu asırda Kur’ân’a ve İslâmî değerlere öyle dehşetli ve şiddetli bir saldırı olmuş ki kabirdeki ölüleri ağlatacak derecededir. Zira Kur’ân’a ve Müslümanlara bu asırdaki gibi bir saldırı ve hücum geçen asırlarda kesinlikle olmamıştır. Allah demenin suç sayılıp tüm Allah Allah diyen tekkeler, medreseler, mektepler ve camiler kapatılmış, Kur’ân harfleri ve hükümleri yasaklanmış, İslâmiyet âlemeti olan ezan, sarık ve tesettür gibi değerler kaldırılıp batı âdetleri mecbur kılınmış, İslâm’ın ve Kur’ân’ın hükümlerini savunup direnenler şehit edilmiş ve daha sayamadığımız türlü cefa ve sıkıntılarla mü’minlere zulümler yapılmıştır.
Abdulkadir Geylani Hazretlerinin bu asırla ve bu asırdaki Kur’ân hizmetinin bayraktarlığını yapan Hz. Üstad ve Risale-i Nur talebeleriyle ciddi alâkadarlığının sebebi de bu noktadan ileri gelmektedir.