"Demek esbâbın te’sîri yok. Müsebbibü’l-esbâbdan başka bir melce’ olamadığını aynelyakîn gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nûr-u tevhîd içinde inkişâf ettiği için, şu münâcât birdenbire geceyi, denizi, hûtu musahhar etmiştir."(Lemalar)
Bu cümlede geçen sebeplerin tesirinin olmaması ve müsebbibul esbap tabirlerini açıklayabilir misiniz?
Yûnus Aleyhisselâm, dağlar gibi dalgaların olduğu fırtınalı ve dağdağalı bir gecede, denize atılmış ve büyük bir balık O’nu (A.S) yutmuştu. Dünyadaki bütün insanlar o anda O’na (A.S) yardım etmek isteseydi, elbette beş para faydaları olamazdı. Çünki, o anda bütün sebepler, vasıtalar, vesileler susmuş, her taraftan ümidi kesilmişti. Böyle dehşetli bir vaziyette bulunan o mubarek zât da (A.S) bütün sebeplerden nazarını çekmiş, doğrudan doğruya ‘sebeplerin de sebebi’ (Müsebbibü-l Esbâb) olan Rabb’ine yönelmiş, bütün acz ve fakrini de şefaatçi yapıp o meşhûr yakarışını yapmıştı: “Senden başka İlâh yoktur. Seni bütün noksanlıklardan tenzih ederim. Muhakkak ki ben zâlimlerden oldum!” Tevhid nûru içinde tecelli eden ehadiyet sırrı ile Rabb-ı Rahîm’i Yûnus Aleyhisselâm’a o balığı denizaltıya, o fırtınalı geceyi mehtaplı bir geceye, o denizi de gezilecek bir emniyetli sahraya çevirmiş ve selâmet sâhiline O’nu (A.S) çıkarmıştı.
Demek ki sebeplerin hiçbir tesiri yoktur. Eğer sebeplerin tesiri olsaydı, yedi gün yedi gece ateş içinde kalan İbrâhim Aleyhisselâm’a ateşin bir zararı dokunurdu.
Sebepler içinde en ehliyetlisi, en tesirli gözükeni, iradesi en küllî olanı, insan olduğu halde; insanın bile kendi hür iradesiyle yaptığı fiillerinin yaratılmasında hiçbir hissesi yoktur. O fiillerin yaratılmasındaki ‘sebepler zinciri’nin başında, sadece ‘istemek’ insana aittir. Geri kalan bütün sebepleri de hazırlayan, o sebeplerin arkasından o fiili de yaratan Allah’dır (C.C).
Bir misâl:
İşaret parmağımı hür irademle, rahatça aşağı yukarı oynatabiliyorum. Bu çok basit hareket ve fiilin ortaya çıkması yani yaratılması için bana ait olan hisse nedir acaba? Sadece ve sadece ‘istemek’. Evet ben, işaret parmağımı yukarı aşağı hareket ettirmek istiyorum. Sadece istiyorum. Bu ‘isteme’nin yani ‘talep’ ve ‘dua’nın, tabiri câizse ‘dilekçe’nin ardından, beynimin ilgili kısmında üretilen elektrik sinyallerinin ışık hızıyla, sinir sistemimin o karmakarışık yollarından geçip, işaret parmağımı hareket ettiren ilgili kasları kasıp gevşetmesi ve bu kasılıp gevşemenin de neticesinde parmağımın aşağı yukarı hareket etmesini ben mi yapıyorum? Ben mi ayarlıyorum? Haşa, bana ait olan hisse sadece ‘istemek’ten ibaret. Yani ‘dua’dan ibaret. İnsanın böylesi ihtiyarî fiillerinde yani kendi iradesinin neticesinde yaratılan fiillerinde bile insana düşen hisse ‘istemek’den ibâretse, insan hangi güç ve kudretiyle, hangi başarı ve meziyetiyle iftihar edebilir ki. İnsanda durum böyleyken, diğer sebep ve vâsıtaların hiçbir tesirinin olamayacağını kıyas edelim.
Hakikat böyle olduğu halde nasıl oluyor da insan sebeplere tesir veriyor? Hamd ü senâsını şükrünü ve minnetini sebeplere taksim edebiliyor? Sanki sebepler o şeyi yapmışlar gibi, nasıl oluyor da ‘sebepler perdesi’ne takılıp kalabiliyor insan?
Burada da insanı aldatan: Sebep ile sonucun, neticenin, yanyana getirilip yakın kılınması. Yani ateş ile yanma fiili, güneş ile aydınlık, meyve ile ağaç, ağaç ile toprak yanyana getirilmiş, aralarında bir yakınlık kılınmış. İşte bu yakınlık bizi aldatan ve yanılgıya düşüren bir unsur oluyor. Halbuki ağacı da, ağacın neticesi gibi gözüken meyveyi de ve meyvenin de bir neticesi görünen çekirdeği de yaratan ve bir hikmete binâen birbirlerine yakın kılan, Hâlık-ı Zülcelâl’dir. Nasıl ki, aslında birbirlerinden çok uzak olan iki cisme, çok uzak bir mesafeden baktığımızda onları yanyana zannedebiliriz. Mesela gökyüzünde yanyana, dipdibe gözüken iki yıldıza eğer yaklaşmak mümkün olsaydı, onların aslında birbirleriyle hiçbir alâkası olmayan iki farklı yıldız olduklarını müşahede ederdik. Fakat bu yaklaşmadan önce, çıplak gözle, sathî bir bakışla, sanki biri diğerine tâbi, onun etrafında dönen iki yıldız zannederiz. Aynen öyle de, o şerbet tulumbacıklarından oluşan üzüm salkımı da, güya kendisinin yapıyor gibi gözüktüğü o kuru çubuğunu da yaratan ve birbirine yakın kılan Rabb’imizdir. Ama tefekkürden uzak, yüzeysel gafletli bir nazarla bakılırsa, o üzüm salkımı, bu kuru çubuktan oluyor gibi gözükebilir. O zaman üzüm salkımının bütün güzelliğini, meziyetini, sanatını, nakşını, faydalarını o kuru çubuğuna vermek lâzım gelirdi. Hakikatte ise o kuru çubukta, o sanat hârikası olan üzüm salkımını yapabilecek hiçbir ilim, irade, kudret, meziyet, maharet, âlet ve edevat yoktur. Böylesine bir kuru çubuğun, öyle mükemmel ve her cihetle hârika bir eseri ortaya koyamayacağı açıktır. Ve bozulmamış, insaflı her akıl bunu böyle tasdik edecektir.
Sebepler, ehemmiyetli bir hikmete binâen sadece bir ‘perde’ olarak gözlerimizin önüne konmuştur. Tesir ise, kudret-i İlâhiye’ye aittir. O hikmet de şudur: Hikmet ve sırrını bilmediğimizden dolayı bizce çirkin, bizce nâhoş, bizce yanlış, bizce zulüm, bizce manâsız gözüken işlerle, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin teması gözükmemesi ve böylece haksız ve yersiz ve haddi aşan itiraz ve isyanların Zât-ı Zülcelâl’e yönelmemesi ve çıkmaması için, Rabb’imizin izzet ve azameti, sebepler perdesinin olmasını gerektirmiş. Fakat Rabb’imizin tevhid ve celâli de, o sebepler perdesinin tesirsiz olmasını gerekli kılmış. Ta ki, şükürler, hamd ü senâlar, minnetler, övgüler Cenâb-ı Hakk’a olsun, sebeplere olmasın.
Gökler, yer ve ikisi arasında olan cüzi külli herşeyin dizginleri Allah’ın elinde, anahtarları O’nun elindedir. Herşey O’nun emriyle halledilir. Sebepleri de, sonuçlarını da yaratan ve koyan O’dur. Ve tabî ki bütün hamd ve senâ, medh ve minnet O’na mahsustur, O’na lâyıktır.
Ayrıca bakınız.
/soru-cevap/sirr-i-ehadiyet-nur-u-tevhid