Zulmetli münevverler bu sözü bilmeliler: Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver.O nur ile bu ziya mezcolmazsa zulmettir, zulüm ve cehli fışkırır. Nurun libasını giymiş bir zulmet-i müzevver. Gözünde bir nehar var, lâkin ebyaz ve muzlim. İçinde bir sevad var ki, bir leyl-i münevver. (Lemaat, Osmanlıca Sözler)
Üstadımızın bu cümlesini açıklar mısınız?
“Zulmetli münevverler bu sözü bilmeliler:”
Kendisini aydın, kültürlü ve entelektüel görüp de aslında karanlığın (zulmetin) ve cehaletin içinde olanlar şunu iyi bilsinler:
“Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver.”
“Fikir ve düşünce nurunun gerçek bir nur olması için kalbin ziyasına ihtiyaç vardır.”
Kalbin ziyası, ışığı olmadan fikir ve düşüncelerde bir aydınlanma olmaz. O fikir ve düşünce nurunun gerçek bir nur olup hem kendisini hem de etrafını aydınlatması yani “münevver” olması için ışığını, nurunu ve kaynağını kalpten almalıdır. Yoksa o nurlu görünen fikir ve düşünce sahte ve yalancı bir nur olur ki kendisini ve de etrafını ışıklandıramaz.
Dikkat edilirse üstadımız kalb için “ziya”, fikir için “nur” tabirini kullanmış. Ziyanın kaynağı kendisindendir, nurun kaynağı ise hariçten yani başkasındandır. Üstelik nur bir nevi ziyanın gölgesi hükmündedir. (Sözler 24.Söz İkinci Dal, s.127 Osmn. Nüsha) Ayet-i kerimede de “O, güneşi bir Ziya (ışık kaynağı), ayı ise bir Nur yapan…” (Yunus Suresi,10) ifadesi geçmektedir. Güneşin ışığı zati yani kendisindendir başkasına muhtaç değildir. Ay ise nuru ve ışığı için başkasına yani güneşe muhtaçtır, ışığını güneşten alır onunla aydınlanır ve aydınlatır. Eğer ay, güneşten ışığını almasaydı karanlıkta kalıp zulmette boğulurdu. Üstadımız burada bu inceliğe dikkat çekerek “fikrin nuru” nun “kalbin ziyasına” muhtaç olduğunu ifade ederek, “kalbi” güneşe “fikri ve düşünceyi” ise aya benzetmiştir.
“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir.”
“O nur ile bu ziya mezc olmazsa zulmettir; zulüm ve cehli fışkırır. Nurun libasını giymiş bir zulmet-i müzevver.”
Eğer “kalbin ziyası” ile “fikrin nuru” içtima edip birleşmezse karanlıklar, zulümler ve cehaletler ortaya çıkar. O fikir ve düşünceler “Münevver” değil “müzevver” olur. Sanki nur elbisesini giyinmiş aydın gözüken fakat içi yalanlar ve zararlı haşeratlarla dolu bir karanlığa dönüşür. Ondan da ancak hakikatsiz ve sahte bir aydınlanma meydana gelir. O sahte ve yalancı ışık insanlığa huzur ve selamet getirmez. İnsanlığın dertlerine ve problemlerine çözüm üretemez. Vahiy yağmurundan beslenmeyen ve ondan içmeyen hiçbir fikir, insanlığa ab-ı hayat ikram edemez, etse etse pis ve kirli sular verir.
“Gözünde bir nehar var; lâkin ebyaz ve muzlim.”
Her insanın gözünde beyazlık vardır. Fakat görme işlemi o beyazlıkta değildir. O beyaz et parçası ne kadar beyaz da olsa görme işlemi olmadığı için karanlıktır. O beyazlık seni kendisine çekip aldatmasın çünkü o göründüğü gibi aydınlıklı ve nurlu değildir. O sahte beyazlık küfür ve inat taşları ile örülmüş, kibir ve enaniyet çamuru ile sıvanmış hakikatin yankınlanmadığı, içine düşenleri kör sağır ve dilsiz yapan, haşeratın yuvalandığı dipsiz ve gerçekte karanlıklı bir kuyudur.
“İçinde bir sevad var ki bir leyl-i münevver.”
O beyaz et parçasının içinde ise görme işleminin gerçekleştiği siyah bir nokta vardır. Her ne kadar o nokta siyah olsa da görme işlemini yaptığı için aydınlıklı bir gece gibidir. Rengi gece gibi fakat aydınlığı güneş gibidir. Onun siyahlığı seni aldatmasın çünkü hakikat güneşi onun yurdundan doğmaktadır. O yurdun bahçe duvarları iman ve itaat altınları ile çevrilmiştir. İçinde tevazu ve merhamet çiçekleri salınmaktadır. İhlas ve acziyet tohumlarından ibadet ve kulluk meyveleri zuhur etmiştir. Her taraf “Gül-i Muhammedî” kokmaktadır. Kalplere ve ruhlara esenlik verir bad-ı sabalar. İşte tüm bu güzellikler İslam’ın ab-ı hayatı ile sulanmaktadır. Evet o bahçeye emniyet içinde gir ve insaniyetin getirdiği tereddüt ve endişelerden kurtul.
O içinde bulunmazsa, o şahm-pâre göz olmaz, sende bir şey göremez. Basiretsiz basar da para etmez.
Eğer o beyaz et parçasının içinde o siyah nokta bulunmazsa o et parçası göz olmaz, görme işlemi gerçekleşmez. Aynen bunun gibi basiret dediğimiz manevi bakış açısı olmadan da gerçek ve hakikatli bir basar yani görme ve anlama işlemi gerçekleşmez. İnsan kainattaki olayları değerlendirdiğinde eğer manevi bir nazar melekesi olan basiret kuvvesini işlettirmezse olayları sathi, yüzeysel ve hakikatten hariç, yalan yanlış fikirlerle değerlendirmiş olur. Eğer kişi basiretin kaynağı olan kalb ve vicdanını cilalandırıp işlettirse kainattaki hiçbir olay onu tesiri altına alıp me’yusiyet, karamsarlık ve cehalet karanlığına götüremez. Çünkü Allah müminlere feraset ve basiret ziyasını ve nurunu ihsan etmiştir.
Ger fikret-i beyzâda süveydâ-i kalb olmazsa, halita-i dimağî ilim ve basiret olmaz. Kalbsiz akıl olamaz.
Eğer fikrin beyazlığında, kalbin siyahlığı olmazsa bilgi, bilinç ve şuurumuzun yoğrulduğu piştiği olgunlaştığı, hakiki bir ilim ve basiret yani gerçek bir kavrama ve anlayış meydana gelmez. Gerçek bir ilim ve doğru bir görüş yani basiret elde edemeyiz. Aydınlık ve nurlu gibi görünen fikirlerimiz ancak kalpten gelen iman ziyasıyla gerçek manada aydınlanır.
Kalb ve vicdan olmadan sadece aklın verileri ile hakikate ulaşılmaz. Çünkü akıl bu yaşam seyahatinde tek başına ilerleyemez, tökezler ayağı takılır ateş böcekleri ile dolu karanlık bir mağarada kendisini günlük güneşlik bir yerde zanneder. Karanlığın içinde iken ateş böceklerini kendisine rehber edinmek zorunda kalır. Halbu ki beden ülkesinin sultanı olan kalbin görüşüne itimat ve itaat etseydi ateş böceklerine bedel hakikat güneşinden istifade ederek gerçek ziyayı ve nuru bulmuş olacaktı. Fakat akıl, kibrinden ve gururundan beden ülkesinin sultanı ve padişahı olan kalbe itaat etmediği için de beden ülkesini felakete ve helâkete sürükleyecektir. Unutulmamalıdır ki insanlığın en gerçek ve en doğru ve en hakikatli bilgi kaynağı Allah’u Teala’nın peygamberler aracılığı ilettiği vahiylerdir.
Farklı bir bakış açısı için bakınız.
/soru-cevap/nuru-akil-kalbden-gelir