Lemaatteki “Nûr-u akıl, kalbden gelir” bölümünü açıklar mısınız?
Bahse konu yer şöyledir:
NUR-U AKIL KALBDEN GELİR
Zulmetli münevverler bu sözü bilmeliler: Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver. O nur ile bu ziya mezc olmazsa zulmettir; zulüm ve cehli fışkırır. Nurun libasını giymiş bir zulmet-i müzevver.
Gözünde bir nehar var; lâkin ebyaz ve muzlim. İçinde bir sevad var ki bir leyl-i münevver. O içinde bulunmazsa, o şahm-pâre göz olmaz, sende bir şey göremez. Basiretsiz basar da para etmez.
Ger fikret-i beyzâda süveydâ-i kalb olmazsa, halita-i dimağî ilim ve basiret olmaz. Kalbsiz akıl olamaz.
Görünürde aydın kişiliğe sahip lakin hakikatte karanlığın hâkim olduğu insanlar şu sözü bilmelidir: Kalbin ışığı olmadan aydın bir fikir/düşünce olamaz. Kalbin ışığı ile fikrin nuru bir araya gelmezse karanlık, zulüm ve cehalet ortaya çıkar. Nur elbisesi giymiş yalancı, sahte bir ışık olur.
İnsanoğlu kalbinde taşıdığı veya benimsediği inanca göre anlam verir. Anlam verme/anlamlandırma hayatın can alıcı noktasıdır. Zira verdiği anlama göre hayatından zevk alır veya acı çeker. Yani doğru anlam verdiği ölçüde hakikati görme şansını yakalar. Olay ve nesnelerin perde arkasını, gerçek tarafını görmek ise aydın/münever/entelektüel olmanın ölçüsüdür. Hakikati görmeyen münevver olamaz.
İşte insanın hakikati görmesine yardım eden anlam verme mekanizma iki şekilde işler.
1- Fail merkezli yaklaşım
2- Olay ve nesne merkezli yaklaşım
Fail merkezli yaklaşım yani her şeyin yaratıcısı, sahibi olan Allah namına olay ve nesnelere bakmaktır. Onun olay ve nesnelere taktığı hikmet ve gaye penceresinden değerlendirmektir. Bu bakış açısında fail tanınmaya ve Failin kasdı anlaşılmaya çalışılmaktadır. Hem olay ve nesneler hem de fail bilinmektedir. Bu bakış açısında hiçbirinden gaflet etme yoktur. Niçin? Hikmeti nedir? Nereden geldi? Kimin? Nereye gidiyor? İnsanla olan ilgisi nedir? Gibi birçok sorunun cevabını bulabilmektir. Bunun yolu da imandan geçmektedir. Kalbi imanla nurlandırmaktan geçmektedir.
Olay ve nesne merkezli yaklaşım ise yüce yaratıcıdan gaflet ederek yani her şeyin failini göz ardı ederek, faili düşünmeyerek değerlendirme yapmaktır. Bu tarz bir yaklaşım ise gerçekleri görmeyi engellemektedir. Olay ve nesnelerin üzerindeki perdeye takılmaktır.
İşte Üstat Bediüzzaman her şeye doğru anlam vermek için düşüncenin, kalbin ışığına muhtaç olduğunu söylemektedir. Kalbin ışığı yani Allah namına O’nun hikmetleri cihetinden bakma gerçekleşmeden yalnızca düşüncenin hakikati bulmaya yetmeyeceğini ifade etmektedir. Kalbin ışığı olmadan yalnız düşünce ile hareket edenler gerçekte birçok karanlıklara düşeceklerini dile getirmektedir. Bundan dolayıdır ki suni bir münevver değil gerçek bir aydın olmak isteyen kalbin ışığı ile fikrin nurunu birleştirmelidir. Ta ki hakikati görebilsin.
Bediüzzaman hazretleri bu hadiseyi güzel bir benzetme ile açıklamaktadır. Gözün, açık renkli, aydın ve münevver görülen gözün beyazlığı ve karanlık gibi olan siyahlığı bulunmaktadır. Beyazlık, beyaz olmasına rağmen görmemektedir. Yani karanlıktır. Siyahlık kısmı görünürde karanlık olmasına rağmen görmeyi sağlayan kısımdır. İşte bu örnekte olduğu gibi basiretsiz bir fikir gerçeği göremez. Düşünce her ne kadar aydınlık gibi görünse de gerçekte gözdeki beyazlık gibidir. Basiret de gözdeki siyahlığa benzemektedir. Düşüncede aklın siyahlığı (basiret) olmadan fikrin yalnız başına hakikati görmesi mümkün değildir. İlim ve irfanın meydana gelmesi söz konusu olmamaktadır. İlim sanılan şeyin gerçekte cehalet olduğu ortaya çıkmaktadır. Demek oluyor ki kalbsiz akıl olamaz.