Bid'a ve Bid'a-i Hasene
Bid'a ne demektir, güzel (hasen) bid'a olur mu?
Olursa bu çeşit bid'aları kötü olan bid'alardan nasıl ayırabiliriz?
Resûl-i Ekrem, İslâm’da güzel bir çığır (sünnet-i hasene) açana o çığıra uyanlar bulunduğu sürece sevap verileceğini, kötü bir çığır (sünnet-i seyyie) açana da aynı şekilde günah yazılacağını ifade etmiş, Hz. Ömer de teravih namazını topluca kılanları görünce, “Bu ne güzel bir bid’attır”[1] demiştir.
Bid’atı sonradan ortaya çıkan her şeyi içine alacak şekilde geniş kapsamlı olarak kabul eden âlimler, Hz. Peygamber (a.s.m.)’ın bid’atı reddeden hadisleriyle her devirde günlük hayata girmesi zorunlu bulunan yenilikleri bağdaştırmanın yegâne yolu olarak onu, yapılmasında mahzur bulunmayan “iyi bid’at” (bid‘at-ı hasene, bid’at-ı mahmûde, bid’at-ı hüdâ) ile yapılması yasaklanan “kötü bid’at” (bid’at-ı seyyie, bid’at-ı mezmûme, bid’at-ı dalâl) diye ikiye ayırmayı uygun bulmuşlardır.
Kur’an’ı bir mushafta toplamak, teravih namazını cemaatle kılmak, minare ve medrese inşa etmek iyi bid’ata, kabirlerin üzerine türbe yapmak ve buralara mum dikmek de kötü bid’ata örnek olarak gösterilebilir. Bu anlayışa göre hadislerde reddedilen kötü bid’attır. Şâfiî fakihlerinden İzzeddin b. Abdüsselâm daha da ileri giderek bid’atı mükellefin fiillerine paralel olarak vâcip, mendup, mubah, mekruh, haram olmak üzere beşe ayırmaktadır.[2]
Seyyid Şerif Cürcânî Hazretleri Tarifat’ta bid’a yı, “sünnete aykırı adet” olarak açıklamıştır. Dine aykırı yenilikler olarak da tarif edilebilir.
Yalnız burada şuna dikkat edilmesi gerekir: “Sünnete aykırı” cümlesindeki “sünnet” tabirinden maksad, geniş anlamıyla Peygamberimiz (asm)’ın yaşayarak ve emrederek gösterdiği farz, vâcib ve nâfileleriyle bütün dinî hükümlerdir. Sadece nâfile sünnetler değil.
Hasene tabirine gelince:
Peygamberimiz (sav), “Bütün bid’alar dalalettir, bütün dalaletler ise ateştedir”[3] buyurmuştur.
Hadisteki ifadeye bakınca, bid’anın hiçbir çeşidinin hasen, yani güzel olmaması lazım gelir. Fakat bazı İslam âlimleri bu tabiri kullanmışlardır. Onların maksadı ise, bazı şeyler yeni icadlar gibi görünse de, sünnete aykırı olmadıklarından ve asılları sünnete dayandığından bunların güzel yenilikler olduklarını vurgulamaktır.
Meselâ, mevlid merasimlerini bu nevden sayabiliriz. İslam’ın evvelinde böyle bir merasim yokken, zamanla Müslümanlar arasında yayılan güzel bir adettir. Sırf önceden yoktu diye buna karşı çıkılamaz. Önemli olan Mevlüt’te ne yapıldığıdır. Peygamber Efendimiz (asm)’ı anlatan kaside ve şiirlerle onun hayatını öğrenmek, hatırlamak ve bu vesileyle iman ve sevgisini arttırmak nasıl bid’a olabilir?!
Bediüzzaman Hazretleri, Mevlid okunmasına dair şunları söyler:
“Mevlid-i Nebevî ile Mi'raciye’nin okunması, gayet nâfi' ve güzel âdettir ve müstahsen bir âdet-i İslâmiyedir. Belki hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyenin, gayet latif ve parlak ve tatlı bir medar-ı sohbetidir. Belki hakaik-i imaniyenin ihtarı için, en hoş ve şirin bir derstir. Belki imanın envârını ve muhabbetullah ve aşk-ı nebevîyi göstermeye ve tahrike en müheyyiç ve müessir bir vasıtadır. Cenab-ı Hak bu âdeti ebede kadar devam ettirsin ve Süleyman Efendi gibi mevlid yazanlara Cenab-ı Hak rahmet etsin, yerlerini Cennet-ül Firdevs yapsın, âmîn...”[4]
Sevgili Peygamberimizin (a.s.m.) dünyayı teşriflerini ifade eden Mevlidin okunması, gayet faydalı, güzel ve beğenilen bir gelenektir. Mevlid aynı zamanda müslümanların sosyal hayatında gayet hoş ve tatlı bir sohbet vesilesidir. Bunlarla beraber okunan Mevlid-i Nebi iman hakikatlerini hatırlatan faydalı bir derstir. Hem bu vesileyle o gece anlatılan hakikatler vesilesiyle insanın imanını nurlandırarak, Allah sevgisi ve Peygamber Efendimize olan iştiyakı artırması bakımından çok kıymetlidir.
Üstad Bediüzzaman bu gibi hayırlı, faydalı yenilikler için bid’a-i hasene tabirini kullanmaz. O gibi şeylerin bid’a olmadıklarını söyler: “Fakat, tarîkatta evrâd ve ezkâr (vird ve zikirler) ve meşrebler (tarikat âdabları) nev'inden olsa ve asılları Kitab ve Sünnetten ahzedilmek (alınmak) şartıyla ayrı ayrı tarzda, ayrı ayrı surette olmakla beraber, mukarrer (yerleşmiş) olan usûl ve esasat-ı sünnet-i seniyeye (sünnetin aslına ve temellerine) muhalefet ve tağyir etmemek (bozmamak) şartıyla, bid'a değillerdir. Lâkin bir kısım ehl-i ilim, bunlardan bir kısmını bid'aya dâhil edip, fakat "bid'a-i hasene" namını vermiş.”[5]
Bu cümlede Üstad’ın bid’a-i hasenelerin bid’a olmadığı kanaatini taşıdığı ve bu tabiri kullanan âlimlere de karşı çıkmadığı anlaşılmaktadır.
Bid’aları tespit etmenin yolu, sünnet-i seniyyeyi, farzları, vâcibleri ve nâfileleriyle bilmekten geçer. Bunları bilmeyen birisi, neyin sünnete, yani İslam dinine aykırı olduğunu nasıl tesbit edebilir?!
Üstad, nelerin bid’at olup nelerin olmadığı noktasında şu izahları yapar:
“Sünnet-i Seniyenin meratibi (mertebeleri) var. Bir kısmı vâcibdir (farz ve vacibler), terkedilmez. O kısım, Şeriat-ı Garra'da (parlak şeriatta) tafsilâtıyla (ayrıntılı olarak) beyan edilmiş. Onlar muhkemattır (temellerdir), hiçbir cihette tebeddül etmez (değiştirilemez). Bir kısmı da, nevafil (nâfileler) nev'indendir.
Nevafil kısmı da, iki kısımdır.
Bir kısım, ibadete tabi Sünnet-i Seniye kısımlarıdır. Onlar dahi şeriat kitablarında beyan edilmiş. Onların tağyiri (değiştirilmesi) bid'attır.
Diğer kısmı, ‘âdâb’ tabir ediliyor ki, Siyer-i Seniye kitablarında zikredilmiş. Onlara muhalefete, bid'a denilmez. Fakat âdâb-ı Nebevîye bir nevi muhalefettir ve onların nurundan ve o hakikî edebden istifade etmemektir.
Bu kısım ise örf ve âdât ve muamelât-ı fıtriyede (yaratılıştan gelen işlerde) Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın tevatürle (kesin ve çok rivayetlerle) malûm olan harekâtına (hareketlerine) ittiba etmektir (uymaktır).”[6]
Bir şeyin bid’a olması için doğrudan dini yaşantıda değişiklik yapması ve dine zarar vermesi, ya da dinen yasaklanmış bir âdet olması gerekir. Yukarıdaki paragrafta, Peygamberimiz (sav)’in nâfile sünnetleri ikiye ayrılmış, ibadetlerle alakalı nafile sünnetlerin değiştirilmesinin bid’a olduğu belirtilirken, günlük yaşayış ve geleneklerin ibadetle alakalı olmayan kısımlarında, sünnete uymayan hareketlerin bid’a olmadığı vurgulanmıştır.
Meselâ, sağ tarafa yatarak uyumanın sünnet olduğu malumdur. Fakat sol tarafa yatmaya bid’a denilemez. Sola yatmak elbette sünnete muhaliftir. Fakat bid’a değildir. Bunun zararı, o sünneti yaşamaktan gelecek manevî ve sıhhî kârlardan mahrum kalmaktır.
Hülasa olarak, dine aykırı olarak dinî yaşayışta yapılan yenilikler bid’a ve dalalettir ve neticesi ateştir. Örf, adet ve yaşayışta olan, ibâdetlere tabi olmayan ve dini yaşayışa zarar vermeyen yenilikler bid’a değildir. Lâkin günlük âdet ve yaşayışta dahi sünnete uymakta çok büyük mânevî kârlar vardır. Terkinde ise, o sünnetlerin nurlarından mahrum kalmak vardır.
[1] Buhârî, “Terâvîḥ”, 1; el-Muvaṭṭaʾ, “Ramazân”, 3
[3] Sünen-i Beyhaki, 3:213-214
[4] Said Nursi, Mektubât,1.Kısım,Beşinci Nükte, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.136
[5] Said Nursi, Lem’alar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.58
[6] Said Nursi, Lem’alar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.55