Soru

Risale-i Nurda Mutezile-İtizal Fırkası

Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nurda Mutezile ve İtizal fırkasından bahsetmekte midir? Bilgi verebilir misiniz?

Tarih: 9.12.2020 13:25:21
Okunma: 3014

Cevap

Risale-i Nurda Bediüzzaman Hazretleri bazı yerlerde Mutezile ve İtizal adı altında mutezile fırkasına değinmektedir. Bu genellikle Mutezile ile hak olan Ehl-i Sünneti mukayese suretindedir. Buralarda hem mutezilenin bazı temel görüşleri hakkında hem de bu görüşlerin yanlışlığı hakkında bilgiler elde etmek mümkündür.

Mutezile der: bir iş veya eşya zatında faideli ve güzelse o güzelliğine binaen Allah onu almayı ve yapmayı emretmiştir. Veya bir iş veya eşya zatında çirkin ise onların alınması ve yapılması men edilmiştir. Yani Allah’ın emri o iş veya eşyanın mahiyetine tabi olmuşlar. Böyle olunca bu mezhebe göre herkese şöyle bir vesvese gelir ki benim yaptığım amel mesela kıldığım namaz tam bir şekilde güzel olmadıysa kabul olmamıştır. Çünkü Allah’ın onu güzel kabul etmesi o işin güzelliğine ve mükemmel olmasına bağlıdır.

Hâlbuki Ehl-i Sünnet vel Cemaat der: Allah bir şeye emreder o güzel olur Allah bir şeyi men eder sonra çirkin olur. Yani o iş veya eşyanın güzelliği Allah’ın iradesine bağlıdır. Bir kişi iyi bir niyetle bilmeyerek bir yanlış da yapmış olsa Allah onu kabul eder. Örneğin kişi abdest ve namazın şartlarına riayet ederek namazı kılsa fakat bilmediği bir noksanı varsa da o namaz güzeldir ve kabul edilir. Fakat mutezile der hayır o kişi bilmese dahi o namazın şartları eksik olduğu için o ibadet bozuktur. Fakat kabul edilir.

Böyle olunca mutezile fikrinde olanlara benim namazın tam ve mükemmel oldu mu acaba diye çokça vesvese gelir. Fakat Ehl-i Sünnet “ben zahiri şartları yerine getirdim. Eksiğini bilmediğim için mesul değilim. Allah kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez bilmeyerek yaptığı hatadan mesul olmaz. Namazım güzeldir ve inşaallah kabul edilir.” Der. Böyle vesveselere düşmez.

Birinci merhem: Bu gibi vesvese ehl-i i‘tizâle lâyıktır. Çünki onlar derler: “Medâr-ı teklîf olan ef‘âl ve eşyâ, kendi zâtında âhiret i‘tibâriyle ya hüsnü var, sonra o hüsne binâen emredilmiş. Veya kubhu var, sonra ona binâen nehyedilmiş. Demek eşyâda âhiret ve hakîkat nokta-i nazarında olan hüsün ve kubuh zâtîdir. Emir ve nehy-i İlâhî ona tâbi‘dir.” Bu mezhebe göre, insan, her işlediği amelde şöyle bir vesvese gelir: “Acaba amelim nefsü’l-emirdeki güzel sûrette yapılmış mıdır?” Ama mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemâat derler ki: “Cenâb-ı Hakk bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabîh olur.” Demek emir ile güzellik; nehiy ile çirkinlik ta­hakkuk eder. Hüsün ve kubuh mükellefin ıttılâına bakar. Ve ona göre takarrur eder. Şu hüsün ve kubuh ise, sûrî ve dünyaya bakan yüzünde değil, belki âhirete bakan yüzdedir. Meselâ, sen namaz kıldın veya abdest aldın. Halbuki namazını ve abdestini fesâda verecek bir sebeb, nefsü’l-emirde varmış. Lâkin sen ona hiç muttali ‘olmadın. Senin namazın ve abdestin hem sahîhtir, hem hasendir. Mu‘tezile der: “Hakîkatte kabîh ve fâsiddir. Lâkin senden kabul edilir. Çünki cehlin var, bilmedin. Ve özrün var.” Öyle ise, Ehl-i Sünnet mezhebine göre, zâhir-i şerîate muvâ­fık olarak işlediğin ameline: “Acaba sahîh olmuş mu?” deyip vesvese etme! Fakat “Kabul olmuş mu?” de! Gururlanma. Ucba girme. (Sözler,21.Söz, Shf:100)

Dördüncü Vecih: Amelin en iyi sûretini taharrîden neş’et eden bir vesvesedir ki, takvâ zannıyla teşeddüd ettikçe, hal ona şiddetlenir. Hatta bir dereceye varır ki, o adam amelin daha evlâsını ararken, harama düşer. Bazen bir sünnetin araması, bir vâcibi terk ettiriyor. “Acaba amelim sahîh oldu mu?” der, iâde eder. Bu hal devam eder, gayet ye’se düşer. Şeytan şu hâlinden istifâde eder. Onu yaralar. Şu yaranın iki merhemi var.

Birinci merhem: Bu gibi vesvese ehl-i i‘tizâle lâyıktır. Çünki onlar derler: “Medâr-ı teklîf olan ef‘âl ve eşyâ, kendi zâtında âhiret i‘tibâriyle ya hüsnü var, sonra o hüsne binâen emredilmiş. Veya kubhu var, sonra ona binâen nehyedilmiş. Demek eşyâda âhiret ve hakîkat nokta-i nazarında olan hüsün ve kubuh zâtîdir. Emir ve nehy-i İlâhî ona tâbi‘dir.” Bu mezhebe göre, insan, her işlediği amelde şöyle bir vesvese gelir: “Acaba amelim nefsü’l-emirdeki güzel sûrette yapılmış mıdır?” Ama mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemâat derler ki: “Cenâb-ı Hakk bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabîh olur.” Demek emir ile güzellik; nehiy ile çirkinlik ta­hakkuk eder. Hüsün ve kubuh mükellefin ıttılâına bakar.(Sözler, Shf: 100)

Mutezile der: Bir kişi günah-ı kebiri işlemiş ise iman ve küfür arasında kalır. Fakat Ehl-i Sünnet der: Ehl-i İmanın şeytanın vesveselerine kapılmaları imansızlıktan değildir. Büyük günahı işleyen küfre girmez sadece günahkâr olur.

Sonra sâbık işaretlerdeki hakîkat inkişâf etti, karanlıklı çok noktalar aydınlandı. O nûr ile lillâhilhamd, hem Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın azîm tergîbât ve teşvîkātı tam yerinde olduğunu, hem ehl-i îmânın desâis-i şeytâniyeye kapılmaları, îmânsızlıktan ve îmânın zayıflı­ğından olmadığını, hem günâh-ı kebâiri işlemekle küfre girmediklerini, hem Mu‘tezile mezhebi ve bir kısım Hâriciye mezhebi, “Günâh-ı kebâiri irtikâb eden kâfir olur veya îmân ve küfür ortasında kalır” diye hükümlerinde hatâ ettiklerini, hem benim o bîçâre arkadaşımın yüz ders-i hakîkati, bir herifin iltifâtına fedâ etmesi, düşündüğüm gibi çok sukūt ve dehşetli alçaklık olmadığını anladım. Cenâb-ı Hakk’a şükrettim ve o vartadan kurtuldum. Çünki sâbıkan dediğimiz gibi, şeytan cüz’î bir emr-i ademî ile, insanı mühim tehlikelere atar. Hem insandaki nefis ise, şeytanı her vakit dinler. İnsandaki kuvve-i şeheviye ve gadabiye ise, şeytan desîselerine hem kābile, hem nâkile iki cihaz hükmündedirler. İşte bunun içindir ki: Cenâb-ı Hakk’ın Gafûr ve Rahîm gibi iki ismi, tecellî-i a‘zamla ehl-i îmâna teveccüh ediyor. Ve Kur’ân-ı Hakîm’de peygamberlere en mühim ihsânı, mağfiret olduğunu gösteriyor ve onları, istiğfâr etmelerine da‘vet ediyor.(Siracennur, 115)

Mutezile İmamlarından Zemahşeri: Muhabbet-i Haktan ötürü Cenab-ı Hakkı tenzih etmek için der ki hayvanlar fiillerinin halıkıdır. Hayvanların bazı fiillerini çirkin gördüğü için onu Cenab-ı Hakk’a vermiyor.

Dördüncü Nükte: Ehl-i dalâlet ve bid‘at fırkalarından bir kısım zâtlar, ümmet nazarında makbûl oluyorlar. Aynen onlar gibi zâtlar var. Zâhirî hiçbir fark yokken, ümmet reddediyor. Bunda hayret ediyordum. Meselâ Mu‘tezile mezhebinde Zemahşerî gibi i‘tizâlde en mutaassıb bir ferd olduğu halde, muhakkikîn-i ehl-i sünnet, onun o şedîd i‘tirâzâtına karşı onu tekfîr ve tadlîl etmiyorlar. Belki bir râh-ı necât onun için arıyorlar. Zemahşerî’nin derece-i şiddetinden çok aşağı Ebû Alâ Cübbâî gibi mu‘tezile imamlarını, merdûd ve matrûd sayıyorlar. Çok zaman bu sır benim merakıma dokunuyordu. Sonra lütf-u İlâhî ile anladım ki, Zemahşerî’nin Ehl-i Sünnete i‘tirâzâtı, hak zannettiği mesleğindeki muhabbet-i haktan ileri geliyordu. Yani meselâ tenzîh-i hakîkî, -onun nazarında- hayvanlar kendi ef‘âline hâlık olmasıyla oluyor. Onun için Cenâb-ı Hakk’ı tenzîh muhabbe­tinden, Ehl-i Sünnet’in halk-ı ef‘âl mes’elesinde düstûrunu kabûl etmiyor. Merdûd olan sâir Mu‘tezile imamları, muhab­bet-i haktan ziyâde, Ehl-i Sünnet’in yüksek düstûrlarına kısa akılları yetişemediğinden ve geniş kavânîn-i Ehl-i Sünnet onların dar fikirlerine yerleşmediğinden, inkâr ettiklerinden merdûddurlar. Aynen bu ilm-i kelâmdaki Ehl-i İ‘tizâl’in Ehl-i Sünnet ve Cemâat’e muhâlefeti olduğu gibi, sünnet-i seniye hâricindeki bir kısım ehl-i tarîkatin muhâlefeti dahi iki cihetledir. Biri Zemahşerî gibi, hâline, meşrebine meftuniyet cihetinde daha derece-i zevkine yetişemediği âdâb-ı şerîata karşı bir derece lâkayd kalır. Diğer kısmı ise, -hâşâ- âdâb-ı şerîata, desâtîr-i tarîkata nisbeten ehemmiyetsiz bakar. Çünki dar havsalası, o geniş ezvâkı ihâta edemiyor. Ve kısa makamı o yüksek âdâba yetişemiyor.(Mektubat-2,Shf:340,341)

Mutezile mezhebi kaderi inkâr ediyorlar ve bu sebeple dalalet fırkası sayılmaktadırlar.

Mu‘tezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâati bırakıp fırka-i dâlleye girersin. (Tılsımlar, Shf:84)

Mutezile hakikati anlamada aklı esas aldığı için esbaba da bir tesir vermiştir. Sebepler olmasa o şey vücuda gelmez demişler. Ehl-i Sünnet der şu kâinatta sebepler yalnzca perdedir. Cenab-ı Hak isterse sebepler olmadan da bazı şeyleri yaratabilir. Mucize ve kerametlerde görüldüğü gibi.

Evet, Cenâb-ı Hakk müsebbebâtı esbâba bağlamakla, intizâmı te’mîn eden bir nizâmı kâinâtta vaz‘etmiş. Ve her şeyi o nizâma mürâât etmeye ve o nizâmla kalmaya tevcîh etmiştir. Ve bilhassa insanı da, o dâire-i esbâba mürâât etmekle ve merbût olmakla mükellef kılmıştır. Her ne kadar dünyada dâire-i esbâb dâire-i i‘tikāda gālib ise de, âhirette hakāik-i i‘tikādiye tamamen tecellî etmekle, dâire-i esbâba galebe edecektir. Buna binâen, bu dâirelerin her birisi için ayrı ayrı makamlar, ayrı ayrı hükümler vardır. Ve her makamın iktizâ ettiği hükme göre hareket lâzımdır. Aksi takdîrde, dâire-i esbâbda iken tabiatıyla, vehmiyle, hayâliyle dâire-i i‘tikāda bakan, Mu‘tezile olur ki, te’sîri esbâba verir. Ve kezâ dâire-i i‘tikādda iken ruhuyla, îmânıyla dâire-i esbâba bakan da, esbâba kıymet vermeyerek Cebriye Mezhebi gibi tenbelcesine bir tevekkül ile nizâm-ı âleme muhâlefet eder.(İşaratul İ’caz Shf:17)

Eğer tevhîd nazarıyla bakılmazsa, o cüz’î îmânı ya mütehakkim veyahud hodbîn Mu‘tezileler gibi, kendi nefsine veya bazı esbâba havâle eder ki, hakîkî fiyatı ve bahâsı cennet olan o Rahmânî pırlanta, bir cam parçasına inip, aynadârlık ettiği kudsî cemâlin lem‘asını kaybeder.(Şualar-1 Shf:5)

Mutezile fırkası, felsefeden etkilenerek her şeyi akıl ile izah etmeye çalışmışlar ve hakikate ulaşmada akla gereğinden fazla değer vermişler. Aklı nakle tercih etmişler. Bu cihetle Ehl-i Sünnetten uzaklaşıp dalalet fikirli felsefeye yaklaşmışlar.

Allah’ın akılsız hayvanları çoktur’ de.”اَمْ هُمُ الْمُصَيْطِرُونَ “Veyahud aklı hâkim yapan mütehakkim Mu‘tezile gibi, kendilerini Hâlik’ın işlerine rakib ve müfettiş tahayyül edip Hâlik-ı Zülcelâl’i mes’ûl tutmak mı istiyorlar? Sakın fütûr getirme. Öyle hodbînlerin inkârlarından bir şey çıkmaz. Sen de aldırma.”(Zülfikar, Shf:99)

İşte felsefenin şu esâsât-ı fâsidesinden ve netâic-i vahîmesin­dendir ki, İslâm hukemâsından İbn-i Sînâ ve Fârâbî gibi dâhîler, şa‘şaa-i sûriyesine meftun olup, o mesleğe aldanıp, o mesleğe girdiklerinden, âdî bir mü’min derecesini ancak kazanabilmişler. Hatta İmâm-ı Gazâlî gibi bir Huccetü’l-İslâm, onlara o dereceyi de vermemiş. Hem mütekellimînin mütebahhirîn ulemâsından olan Mu‘tezile imamları, ziynet-i sûriyesine meftun olup o mesleğe ciddî temas ederek aklı hâkim ittihâz ettiklerinden, ancak fâsık, mübtedi‘ bir mü’min derecesine çıkabilmişler.(Sözler, Shf:226)

İşte şu sırr-ı azîmdendir ki, ulemâ-yı ilm-i kelâm Kur’ân’ın şâkirdleri oldukları halde, bir kısmı onar cild olarak erkân-ı îmâniyeye dâir binler eser yazdıkları halde, -Mu‘tezile gibi- aklı, nakle tercîh ettikleri için Kur’ân’ın on âyeti kadar vuzûh ile ifade ve kat‘î isbat ve ciddî iknâ‘ edememişler. Âdetâ onlar, uzak dağların altında lâğım yapıp, borularla tâ âlemin nihâyetine kadar silsile-i esbâb ile gidip orada silsileyi keser. Sonra âb-ı hayat hükmünde olan ma‘rifet-i İlâhiyeyi ve vücûd-u Vâcibü’l-Vücûdu isbat ederler. Âyet-i kerîme ise, her birisi birer Asâ-yı Mûsâ gibi, her yerde suyu çıkarabilir.(Zülfikar, Shf:145)

Mutezile imamları güya Cenab-ı Hakk’ı tenzih etmek için şerleri Allah yaratmaz o fiilleri kul kendisi yaratır diyerek dalalete düşerler. Ehl-i sünnet ise şerlerin yaratılması değil işlenilmesi şerdir demektedir. Mutezile imamlarının bunu kabul etmemelerinin sebebi ise cüz’i ihtiyarinin mahiyetine bilmediklerinden onun vücudunu kabul etmemeleridir. Böyle olunca “kul cüzi ihtiyariyle kesb eder yani ister Allah yaratır” mevzusunu anlayamamışlardır.

 Yedinci İşaret: Suâl: Mu‘tezile imamları, şerrin îcâdını şer telakkî ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah’a vermiyorlar. Güya onunla Allah’ı takdîs ediyorlar. “Beşer kendi ef‘âlinin hâlikıdır” diye, dalâlete gidiyorlar.

Elcevab: Birinci şıkkın cevabı şudur ki: Kader Risâlesi’nde îzâh edildiği gibi; halk-ı şer, şer değildir; belki kesb-i şer, şerdir. Çünki halk ve îcâd, umum neticelere bakar. Bir şerrin vücûdu, çok hayırlı şeylere mukaddime olduğu için, o şerrin îcâdı, netice i‘tibâriyle hayır olur, hayır hükmüne geçer. Meselâ, ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat insanlar ateşi kendilerine şer yapmakla “Ateşin îcâdı şerdir” diyemezler. Öyle de, şeytanların îcâdı, terakkıyât-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, sû’-i ihtiyârıyla ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlûb olan, “Şeytanın hilkati şerdir” diyemez. Belki o, kendi kesbiyle kendine şer yaptı. Evet kesb ise, mübâşeret-i cüz’iye olduğu için, hususî bir netice-i şerriyenin mazharı olur; o kesb, şer olur. Fakat îcâd, umum neticelere baktığı için; îcâd-ı şer, şer değil, belki hayırdır. İşte Mu‘tezile bu sırrı anlamadıkları için, “Halk-ı şer, şerdir; ve çirkinin îcâdı, çirkindir” diye Cenâb-ı Hakk’ı takdîs için şerrin îcâdını ona vermemişler, dalâlete düşmüşler. وَ بِالْقَدَرِ خَيْرِه۪ وَشَرِّه۪ olan bir rükn-ü îmânîyi te’vîl etmişler.

On ikincisi: Bir şeyi bilmekle, mâhiyetini bilmek lâzım gelmez. Ve bir şeyi bilmemekle, o şeyin adem-i vücûdu lâzım gelmez. Binâenaleyh, cüz’-i ihtiyârînin mâhiyetinin ta‘bîr edilememesi, vücûdunun kat‘iyetine münâfî değildir. Nazar-ı dikkatinize arz ettiğim şu esasları tam ma‘nâsıyla anladıktan sonra, şu ma‘rûzâtımı da dinleyiniz. Biz Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat, Ehl-i İ‘tizâl'e karşı diyoruz ki: “Abd, kesb denilen masdardan neş’et eden, hâsıl-ı bilmasdar olan esere Hâlık değildir. Abdin elinde ancak ve ancak kesb vardır. Zîrâ Allah’dan başka müessir-i hakîkî yoktur. Zaten tevhîd de öyle ister.”(İşaratul İcaz Shf:67)

Bu mes’elelerden tebârüz ettiği vecihle, Cenâb-ı Hakk’ın mümkinâta kıyâs edilmesi ve mümkinâtın onun şuûnâtına mikyâs yapılması, en büyük cehâlet ve hamâkattir. Çünki aralarındaki fark, yerden göğe kadardır. Evet, vâcibi mümküne kıyâs etmekten, pek garib ve gülünç şeyler çıkar. Meselâ ehl-i tabîat, o aldatıcı kıyâs ile, te’sîr-i hakîkîyi esbâba; Ehl-i İ‘tizâl, halk-ı ef‘âli abde; mecûsîler, şerri ikinci bir hâlika isnâd etmeye mecbûr olmuşlardır. Güya zu‘mlarınca, Cenâb-ı Hakk azamet-i kibriyâ ve tenezzühü dolayısıyla bu gibi hasîs ve çirkin şeylere tenezzül etmez. Demek akılları vehimlerine esîr olanlar, bu gibi gülünç şeyleri doğururlar.(İşaratul İcaz Shf:70)

Bazı mutezile imamları hariciye ekolü gibi günah-ı kebiri işleyen dalalete düşer demişlerdir. Bazı imamları da iman ile küfür arasında kalır demişler.

Hem derler ki: “Bir günâh-ı kebîri işleyen bir mü’minin îmânı gider. Çünki Cenâb-ı Hakk’a i‘tikād ve cehennemi tasdîk etmek, öyle günahı işlemekle kābil-i tevfîk olamaz. Çünki dünyada gāyet cüz’î bir hapis korkusuyla kendisini hilâf-ı kānûn her şeyden muhâfaza eden adam, ebedî bir azâb-ı cehennemi ve Hâlik’ının gazabını nazar-ı ehemmiyete almayacak derecede büyük günahları işlerse, elbette îmânsızlığa delâlet eder.”

İkinci şık ki: “Günâh-ı kebîri işleyen, nasıl mü’min kalabilir?” diye olan suâllerine cevab ise, evvelâ, sâbık işaretlerde onların hatâsı kat‘î bir sûrette anlaşılmıştır ki, tekrara hâcet kalmamıştır.(Lemalar, Shf:77,78)

Mutezile mezhebi gibi dalalet fırkalar Abbasiler zamanında meydana çıkmıştır.

Azîz, sıddîk kardeşlerim!Bu nevi‘ hadîsler müteşâbih kısmındandırlar. Hem cüz’î ve hususî değiller, hem umûmî yerlere bakmıyorlar. Bu rakam ise, ümmetin başına gelen dînî fitnelerden yalnız bir tek zamanı ve Hicaz ve Irak’ı misâl olarak gösterir. Zaten Abbâsîlerin zamanında o târihte Mu‘tezile, Râfızî, Cebrî ve perde altında zındıklar, mülhidler ve İslâmiyet’i zedeleyen çok fırak-ı dâlle meydana gelmiştiler.

Mutezile cehennem şimdi mevcud değildir sonradan halk edilecek demişlerdir.

Ve kezâ bir hadîse göre, cehennem matvîdir, yani bükül­müştür. Yani tam açık değildir. Demek cehennemin bir yumurta gibi arzın merkezinde mevcûd ve bil’âhire tezâhür edeceği mümkinâttandır. İhtâr: Cehennemin şimdi mevcûd olmadığına Mu‘tezileleri sevk eden, bu hadîs olsa gerektir.(İşaratul İcaz Shf:183)

Âlem-i âhirette küre-i arz, nasıl ki sekenesini medâr-ı senevîsindeki meydân-ı haşre döker. Öyle de, içindeki cehennem-i suğrâyı dahi cehennem-i kübrâya emr-i İlâhî ile teslîm eder. Ehl-i İ‘tizâlin bazı imam­ları, “Cehennem sonradan halk edilecektir” demeleri, hâl-i hâzırda tamamıyla inbisât etmediğinden ve sekenelerine tam münâsib bir tarzda inkişâf etmediğinden galattır ve ibârettir. Hem perdeli gayb içindeki âlem-i âhirete âit menzilleri dünya gözümüzle görmek ve göstermek için ya kâinâtı küçültüp iki vilâyet derecesine getirmeli veyahud gözümüzü büyütüp yıldızlar gibi gözlerimiz olmalı ki, yerlerini görüp ta‘yîn edelim…Âhiret âlemine âit menziller, bu dünyevî gözümüzle görülmez.(Mektubat-1 Shf:5)

Üstad Bediüzzaman hazretleri Cebriye ve Mutezile mezhebinde birer hakikat noktası olduğunu dile getirmektedir. O da şudur: Kişi geçmişte başına gelen musibetleri “cebriye” mezhebi gibi bakıp teselli olmak için kadere işi havale eder rahatlar.

Geleceğe yönelik işlerinde ise “mutezile” gibi bakıp kul elinden geldiğince çabalayıp o işin zahiri esbabını yerine getirmeye çalışır. Fakat bu mezheplerin sadece bu noktaya mahsus bir hakikatleri vardır.

“Cebir ve i‘tizâlde birer dâne-i hakîkat bulunur”

Ey tâlib-i hakîkat! Mâzîye hem musibet; müstakbel ve ma‘siyet ayrı görür şerîat. Mâzîye, mesâibe nazar olur kadere, söz olur cebriye. Müstakbel ve meâsî, nazar olur teklîfe, söz olur i‘tizâle. İ‘tizâl ile Cebir şurada barışırlar. Şu bâtıl mezheblerde birer dâne-i hakîkat mev­cûd, mündericdir, mahsûs mahalli vardır. Bâtıl olan ta‘mîmdir.(Sözler Shf:334)

Bir fiilin meydana gelmesinde cebriye, mutezile ve ehl-i sünnet arasında ihtilaflar vardır. Ve cebriye ve mutezile bu konuda ifrat ve tefrit edip hakikati bulamamışlardır. Bu konuyu Bediüzzaman hazretleri bir misal ile şöyle açıklamaktadır.

Örneğin bir adamın başkasını bir silah ile öldürmesi konusunda

Cebriye: “Eğer o katil olmasa da o adam ölecekti.” Der çünkü ölmesi kaderin emrinde vardı. Sebep olmasa da ölecekti.

Mutezile der: “Eğer o katil onu silahla öldürmese idi o adam ölmeyecekti.” Der çünkü sebep olmasa iş meydana çıkmaz.

Ehl-i Sünnet der: “Bizce bu iş meçhuldür.” Doğru olanı sessiz kalmaktır. Çünkü fiillerin meydana çıkmasında başlangıç cüzi ihtiyari ait ise de neticesini belirleyen kudret-i ilahiyedir. Kudret-i İlahiyeyi de bir karar altına almak mümkün değildir. Allah isterse yapar istemezse yapmaz.

Dördüncüsü: Zannedildiği gibi, irâde-i külliyenin bir def‘a müsebbebe, bir def‘a da sebebe ayrı ayrı taalluku yoktur. Ancak müsebbeble sebebe bir taalluku vardır. Bu mezheblerin nokta-i nazarlarını bir misâl ile îzâh edelim: Bir adam bir âletle bir şahsı öldürse, sebebin ma‘dûm olduğunu farz edersek, müsebbebin keyfiyeti nasıl olur? Ehl-i Cebr'in nokta-i nazarları: “Ölecekti.” Çünki onlarca taalluk ikidir. Ve sebeble müsebbeb arasında inkıtâ‘ câizdir.

Ehl-i İ‘tizâl'ce: “Ölmeyecekti.” Çünki onlarca muradın irâdeten tahallüfü câizdir. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâatçe, “Bu misâlde sükût ve tevakkuf lâzımdır. Çünki irâde-i külliyenin sebeble müsebbebe bir taalluku vardır. Bu i‘tibârla sebebin ademî farz edilirse, müsebbebin de farz-ı ademî lâzım gelir. Çünki taalluk birdir.” Cebir ve İ‘tizâl, ifrât ve tefrîttir. İkinci bir mukaddeme: Ehl-i tabîat, esbâba hakîkî bir te’sîr veriyor. Mecûsîler, biri şerre, diğeri hayra olmak üzere iki hâlikı i‘tikād ediyor. Ehl-i İ‘tizâl de, “Ef‘âl-i ihtiyâriyenin hâlikı abddir” diyor. Bu üç mezhebin esası, bâtıl bir vehm-i mahz, bir hata ve hadden tecâvüzdür. Bu vehmi izâle için birkaç mes’eleyi dinlemek lâzımdır.(İşaratul İcaz Shf:68,69)

İhtâr: Bu kuvvetin şu üç mertebeye inkısâmı gibi, fürûâtı da o üç mertebeyi hâvîdir. Meselâ, halk-ı ef‘âl mes’elesinde Cebir Mezhebi ifrâttır ki, bütün bütün insanı mahrum eder. İ‘tizâl Mezhebi de tefrîttir ki, te’sîri insana verir. Ehl-i Sünnet Mezhebi vasattır. Çünki bu mezheb, beyne-beynedir ki, o fiillerin bidâyetini irâde-i cüz’iyeye, nihâyetini irâde-i külliyeye veriyor. Ve kezâ, i‘tikādda da ta‘tîl ifrâttır, teşbîh tefrîttir, tevhîd vasattır.(İşaratul İcaz Shf:20)

 


Yorum Yap

Yorumlar