"Te’lîfinden otuz dört sene sonra, Münâzarât nâmındaki esere baktım, gördüm ki, Eski Saîd’in o zamandaki inkılâbdan ve o muhîtten ve te'sîrât-ı hâriciyeden neş’et eden bir hâlet-i rûhiye ile yazdığı bu gibi eserlerinde hatîât var. O kusûrât ve hatîâttan bütün kuvvetimle istiğfâr ediyorum ve o hatîâttan nedâmet ediyorum."
Kastamonu Lahikasında (s. 94) geçen bu kısmı nasıl anlamalıyız? Burada kastedilen hatalar nelerdir?
Öncelikle şunu ifade etmekte fayda görüyoruz. Bediüzzaman Hazretlerinin kendisi için “hata” diye ifade ettiği şeyler çoğu kimseler için bir fazilettir. Fakat Üstadımız bu meseleyi kendi adına bir kusur ve hata olarak telakki (kabul) etmiştir. Hz. Üstad, teşbihte hata olmasın bir insanın başındaki göz gibidir. Nasıl bir kirpik göze değse insanı rahatsız eder. Ancak başın üstüne o kirpikten onlarca dökseniz pek de rahatsız olmaz. Başka insanlar için sıradan alelade olan bir kısım meseleler Üstadımızın nazarında pek dehşetli ve ürkütücü görünebilir. Meseleye açıklık getirmesi noktasında Hz. Üstad'ın şu ifadesine dikkat çekmek istiyoruz. “Perde açılsa, benim baştan aşağıya kadar kusûrât ile âlûde mâhiyetim, benden kaçmaya bir vesîle olur.” [1] Bu ifadeleri okuyan bir zât Üstad Hazretlerinin tarihçe-i hayatını, takvasını, ubudiyetini bilmese bu cümleden bahisle haşa Üstadımızı günahlar içinde perişan bir vaziyette tasavvur edebilir.
10. Lem’a olan Şefkat Tokatları meseleyi anlamamız açısından oldukça ehemmiyetli bir misaldir. Üstadımız herkesten ziyade kendini kusurlu gördüğü için ilk önce kendi yediği şefkat tokatlarından bahsederek meseleye girişmektedir.
“Bu bîçâre Said’dir. Her ne vakit hizmete fütûr verir, “Neme lâzım” deyip, nefsime âit hususî işlerimle meşgul olurum, o zaman tokat yemişim. Hem de kanâatim geliyor ki; ihmâlimden tokat yedim. Çünkü hangi maksadım beni iğfâle sevketmiş ise, o maksadımın aksi ile tokat yerdim… Meselâ, bu bîçâre Said, Van’da ders-i hakaik-i Kur’âniye ile meşgul olduğum vakitte, Şeyh Said hâdisesi zamanında vesveseli hükûmet, hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi. Vaktâ ki, “Neme lâzım” dedim, kendi nefsimi düşündüm, âhiretimi kurtarmak için Erek Dağı’nda mağara gibi harâbe bir yere çekildim, o vakit, sebebsiz beni aldılar, nefyettiler…”[2]
Dikkat edilirse en mümtaz en ehl-i takva olan insanların bile hayal edemeyeceği büyük faziletleri (bir insanın ahiretini düşünmek gayesiyle inzivaya çekilmesi gibi) Üstadımız kendi hesabına bir tokat vesilesi olarak görmektedir. Çünkü o her zaman ve her yerde bu milletin imanına hizmet etmeyi hayatının en büyük gayesi yapmıştır. Dolayısıyla Bediüzzaman Hazretleri hakkında “hata ettim” “kusur işledim” “baştan ayağa günahla doluyum” gibi ifadeleri okurken bu ölçülere dikkat etmeliyiz. Onu, onun mizanıyla muvazene etmeliyiz (tartmalıyız). Yoksa hata etmiş oluruz.
“Eski Saîd’in o zamandaki inkılabdan ve o muhitten ve tesîrât-ı hâriciyeden neş’et eden bir hâlet-i rûhiye ile yazdığı bu gibi eserlerinde hatîât var.” [3]
20. yüzyılın ilk çeyreği Osmanlı gibi şanlı bir devletin sekerata girdiği bir dönemdir. Toplumun hemen hemen tamamı müthiş bir ümitsizlik içinde perişan bir haldedir. Hz. Üstad böyle bir vaziyette ehl-i imanı ümitlendirmek ve şevklendirmek gayesiyle bir hiss-i-kable’l-vuku’unu (olaylar olmadan önce o olayları hissetmek) paylaşmıştır. Mesela: “Osmanlı ülkesinde büyük parlak bir nur çıkacak” demiştir. Bu müjde o zaman için şöyle anlaşılmıştır: Osmanlı tekrar Yavuz Sulan Selim Han dönemini yaşayacak. Parlak ve yüksek devrine yeniden dönecek. Yedi iklime yine hâkim olacak. Elbette böyle bir kuvvet ancak siyasi hâkimiyetle mümkün olabilir. Fakat daha sonra anlaşılmış ki aziz Üstadımızın verdiği bu müjde ve nur; Risale-i Nur’dur.
1911 yılında bu müjde haklı olarak siyasi bağlamda değerlendirilmiştir. Üstadımızın hata ettim dediği mesele budur. Yani Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri, Osmanlı topraklarında geniş dairede siyasi bağlamda bir nur olarak ifade etmiş fakat o nur manevi taraftan ahirete ait bir hususta ikram edilmiştir. Esasen hakikat cihetiyle bu hata değil tam isabettir. Çünkü ahirete ait en küçük mesele dünyanın en büyük meselesinden daha büyüktür. Risale-i Nur da insanların imanına hizmet ettiği için ve ahirete bakan bir ciheti olduğundan dolayı dünyaya ait bütün saadetlerden ve ikballerden daha parlaktır, denilebilir. Yani Hz. Üstad'ın bu hiss-i kable’l-veku’u pek de hatalı gözükmemektedir.
Sevgili Üstadımızın istikballe alakalı bir hiss-i kable’l-vuku’u da şöyledir. “Hem maddî, hem ma‘nevî büyük bir hadise Osmanlı memleketinde büyük ve dehşetli ve tahribatçı bir zelzele-i beşeriye olacak” [4] demiştir.
Bediüzzaman Hazretleri, dehşetli bir hadiseyi yalnızca memleketimizde olacak gibi anlatmış fakat zaman geçtikçe bu büyük hadisenin 2. Dünya Savaşı olduğu ortaya çıkmıştır. Yani Üstadımızın dar dairede olacak şeklinde ifade ettiği bu hadise çok daha büyük dairelerde olmuştur. Hz. Üstad yukardaki meselenin aksine gayet geniş daireyi dar dairede görmüştür. İşte Üstadımızın hata diye ifade ettiği şey budur.
Fakat bilahare bunun da tevili şu şekilde ortaya çıkmıştır: Evet, 2. Dünya Savaşı her ne kadar geniş dairede cereyan etse de fena ve fani olan dünya hayatına baktığı cihetle manevi ve uhrevi ve ebedi hayata nispeten değersizdir. Böylece Eski Said’in sehiv ve hatasını zaman tam bir hakikat olarak tevil etti. Zahiren Hz. Üstad sehiv/hata yapmış gibi gözükse de hakikatte haklı çıktı. Bu hususta Aziz Üstadımız "hata ettim" derken bile hakikate parmak basmıştır. Kader onu teyid etmiş, hadiseler onu tasdik etmiş, zaman onu haklı çıkarmıştır.
Hulasa: Eski Said’in ifade ettiği hiss-i kable’l-vuku’ tevilsiz, tabirsiz bir surette mütalaa edilince hatalı kusurlu gibi gözükse de zamanla ve ahiret nokta-i nazarından tevil edilince tam hak ve hakikat olduğu ortaya çıkmıştır.
[1] Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Hayrat Neşriyat, Isparta 2018, c.1 s. 164