Velâyet sözlükte “yakın olmak, yakınlık” anlamındaki "vely" kökünden türeyen velâyet “sevmek; yönelmek, yardım etmek; bir işin sorumluluğu kendi üstünde olmak” mânalarına da gelir. Tasavvufta velâyet; kulun nefsini aşıp Allah’a yaklaşma hâlidir. Velâyet, velâyet-i âmme ve velâyet-i hâssa olmak üzere iki kısma ayrılır. velâyet-i âmme: İslâm’ın emrettiği farz ve vacipleri yerine getirmek için çaba göstermektir. Bu gayret içindeki bütün mü’minleri kapsar. Velâyet-i hâssa: Farz, vacip ve nâfilelerde titiz davranan, tam kulluk şuuruna erenlerin durumudur.
Velâyet yolunun üç şartı vardır:
1. Sağlam iman ve teslimiyet
2. Farzları yerine getirip haramlardan kaçınmak
3. Nâfile ibadetlere devam etmek.
Bediüzzaman Hazretlerine göre velâyet, Allah’a yakınlık derecelerinde ilerlemektir. Kul, mânevî mertebeleri geçerek Cenâb-ı Hakk’ın yakınlığına ulaşır; bu süreç emek ve zamana ihtiyaç duyar. Bediüzzaman Hazretleri velâyetin peygamberliğin bir delili olduğunu belirtir; çünkü peygamberlerin getirdiği hakikatler, velîlerce kalp ve ruhla açıkça görülür. Velâyet, insanı olgunlaştıran, ruhu nurlandıran, terakkînin kaynağı ve feyzin menbaıdır. Bediüzzaman Hazretleri velâyetin kazanıma dayalı, uzun, zahmetli ve kerametleri çok bir yol olduğunu da ekler. İmâm Rabbânî’den nakille velâyet üçe ayrılır: en üst mertebe “velâyet-i kübrâ”, orta mertebe “velâyet-i vustâ”, alt mertebe “velâyet-i suğrâ” vardır. 1
Velâyet-i Kübra
İmâm-ı Rabbânî’ye göre Velâyet-i Kübrâ, asli velâyettir. Dünyada iken, hayal ve düşüncenin her türlü kaydından kurtulmanın gerçekleştiği bir velâyettir. Cenab-ı Hakk'ın fiil ve sıfat tecellîsine girilir. Bu velâyet sahipleri, âfâk ve enfüse ait her türlü kayıttan bir anda kurtulurlar. Âfâk ve enfüs dairelerini aşıp arkalarında bırakırlar. Bu velâyet, büyüklerin meskeni ve sığınağıdır. İmâm Rabbânî’ye göre velâyet-i suğrânın son noktası, velâyet-i kübrânın ilk mertebesidir. Velâyet-i Kübrâ, peygamberlerin velâyetidir. Asâleten peygamberlere mahsustur. Peygamberlere tâbi olmak yoluyla peygamberlerin arkadaşlarına da bu hakikat nasip olmuştur. İmâm Rabbânî’ye göre velâyet-i kübrâda fiil, sıfat ve zâtî tecellînin hakikati ortaya çıkar. İsim ve sıfatlar dairesine manen yükseliş olur. 2
Velâyet-i Vusta
İmam Rabbânî’nin Mektubat’ında bu makam “velâyet-i ulyâ” olarak geçer; “velâyet-i vustâ” ifadesi ise yer almaz. Hz. Üstad’ın “velâyet-i vustâ”dan maksadı eğer “velâyet-i ulyâ” ise, İmam Rabbânî’ye göre bu velâyet, Cenâb-ı Hakk’ın Zâhir ve Bâtın isimlerindeki manevî yolculuğu ifade eder. Zâhir isimlerdeki yolculuk, ilâhî sıfatlarda ilerlemeyi; Bâtın isimlerdeki yolculuk ise zâtla ilgili isimlerde derinleşmeyi anlatır. Meselâ ilim sıfatında ilerlemek Zâhir isimlerdeki, Alîm isminde derinleşmek ise Bâtın isimlerdeki yolculuktur. 3
Velâyet-i suğrâ
İmam Rabbânî’ye göre evliyaların (Allah dostlarının) Allah'a yakınlığıdır. Bu makama “velâyet-i zılliyye” de denir. velâyet-i suğranın son merhalesi, velâyet-i kübranın ilk basamağını oluşturur. Velâyet-i suğrada hayal ve vehmin kayıtlarından tamamen kurtulmak mümkün değildir.4
Bediüzzaman Hazretleri bu konu ile ilgili şöyle buyurmaktadır:
Sahâbelerin velâyeti, ‘velâyet-i kübrâ’ denilen, verâset-i nübüvvetten gelen, berzah tarîkine uğramayarak doğrudan doğruya zâhirden hakîkate geçip akrebiyet-i İlâhiyenin inkişâfına bakan bir velâyettir ki, o velâyet yolu gayet kısa olduğu halde, gayet yüksektir. Hârikaları az, fakat meziyâtı çoktur. Keşif ve kerâmât orada az görünür. 5
Velâyet-i kübra olan sahâbelerin velâyeti, doğrudan peygamberimiz (sav)'den beslenerek ondan gelen nur ve hakikatin manevi boyasıyla boyanarak ulaşılan bir hakikattir. Kısa fakat çok yüksek bir manevî yoldur. tarikatlardaki uzun seyr u sülûk (manevi basamaklar) merhalelerine girmeden, Görünen dış mânâdan işin özüne, hakikatine yönelerek Allah’a yakınlığı açar. Bu yolda harika hâller ve kerâmetler az görünür; asıl üstünlükleri sağlam iman, sadakat ve hizmetleridir.
Bediüzzaman Hazretleri, velâyet-i vustâ ve suğrâ makamında bulunan evliyâların gitmiş oldukları yolu şöyle ifade ediyor:
evliyânın kerâmetleri ise, ekserîsi ihtiyârî değil. Ummadığı yerden ikrâm-ı İlâhî olarak bir hârika ondan zuhûr eder. Bu keşif ve kerâmetlerin ekserîsi de, seyr-ü sülûk zamanında tarîkat berzahından geçtikleri vakit, âdî beşeriyetten bir derece tecerrüd ettiklerinden, hilâf-ı âdet hâlâta mazhar olurlar. 6
İzah için lütfen bakınız: Seyr-u Süluk ve Tarikat Berzahı
Bizler nasıl bir yol takip etmeliyiz?
Bulunduğumuz asırda, fen ve felsefeden gelen şüpheler sebebiyle akıl ve kalplerimiz ciddi yaralar almış; imanımızı kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmış durumdayız. Böyle bir zamanda en mühim vazifemiz, zihnimizdeki ve kalbimizdeki bu mânevî yara ve şüpheleri tedavi etmektir. Bediüzzaman Hazretleri de asrımızdaki bu dehşetli hâle binaen, Kur’ân’dan aldığı ilhamla yaralarımızı tedavi edecek mânevî bir reçete hükmünde olan Risale-i Nur eserlerini telif etmiştir. Bizler de bu eserlerden bolca istifade ederek mânevî yaralarımızı tedavi etmeli ve bu reçeteleri ihtiyaç sahibi kardeşlerimize ulaştırmalıyız. Bu zamanda konunun ehemmiyetine Bediüzzaman Hazretleri şöyle dikkat çekmektedir:
Silsile-i Nakşî’nin kahramanı ve bir güneşi olan İmâm-ı Rabbânî, (ra) Mektubât’ında demiş ki: “Hakāik-i îmâniyeden bir mes’elenin inkişâfını, binler ezvâk ve mevâcid ve kerâmâta tercîh ederim.” Hem demiş ki: “Bütün tarîklerin nokta-i müntehâsı, hakāik-i îmâniyenin vuzûh ve inkişâfıdır.” Hem demiş ki: “Velâyet üç kısımdır. Biri velâyet-i suğrâ ki, meşhur velâyettir. Biri velâyet-i vustâ, biri velâyet-i kübrâdır. Velâyet-i kübrâ ise, verâset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakîkate yol açmaktır.” Hem demiş ki: “Tarîk-i Nakşî’de iki kanat ile sülûk edilir. Yani hakāik-i îmâniyeye sağlam bir sûrette i‘tikād etmek ve ferâiz-i dîniyeyi imtisâl etmek ile olur. Bu iki cenâhta kusur varsa, o yolda gidilmez.” Öyle ise, Tarîk-i Nakşî’nin “Üç Perdesi” var. Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakāik-i îmâniyeye hizmettir ki, İmâm-ı Rabbânî de (ra) âhir zamanda ona sülûk etmiştir. 7
Nakşibendi tarikatının bir güneşi ve kahramanı İmam-ı Rabbani Mektubat eserinde şöyle söylemiş;
İman hakikatlerinden tek bir meselenin anlaşılması ve kalpte yer etmesi, tasavvuf yoluyla elde edilen binlerce keramet ve mânevî zevke tercih edilmelidir. Zira tarikat ve tasavvufun asıl gayesi imanı kurtarmaktır; bu çileli ve zahmetli yollara da bu maksatla girilir. Dolayısıyla bu yollarda yürürken gayenin dışına çıkılmamalıdır. Bediüzzaman Hazretleri, bu ifadelerden hareketle Nakşibendî tarikatının en mühim vazifesinin iman kurtarmaya hizmet etmek olduğunu, İmâm-ı Rabbânî’nin de ömrünün sonlarında bu alana daha çok yöneldiğini vurgulayarak bu zamanda İman kurtarmak davasının en önemli vazife olduğuna bir kez daha dikkat çekiyor.
Muhlis Körpe, Risale-i Nur Istılahları, Süeda Yayınları, Isparta 2023, s.198
Muhlis Körpe, Risale-i Nur Istılahları, Süeda Yayınları, Isparta 2023, s.199
Muhlis Körpe, Risale-i Nur Istılahları, Süeda Yayınları, Isparta 2023, s.200
Muhlis Körpe, Risale-i Nur Istılahları, Süeda Yayınları, Isparta 2023, s.200
Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Hayrat Neşriyat, Isparta 2016, c. 1, s.39
Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Hayrat Neşriyat, Isparta 2016, c. 1, s.39
Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Hayrat Neşriyat, Isparta 2016, c. 1, s.15

