Fakr u zaruret icinden bulunan kişinin dini de ilmi de ahlakı da Allah korusun tehlike altındadır. Fakru zaruret altında olduğumuz durumu, olayı nasıl anlamak, idrak etmek gerek?
FAKR U ZARURET: Fakirlik ve zaruret içinde olma hali demektir.
Sözlükte “büyük ihtiyaç, savuşturulamaz zorluk ve sıkıntı” anlamındaki zarûret fıkıh terimi olarak, kişiyi dinî yasakları ihlâl etmekle karşı karşıya bırakan ve ancak bu şekilde savuşturulabilen ciddi özür/mazeret halini ifade eder. Öyle ki yasağa uyulması durumunda hayat hakkı başta olmak üzere zarûriyyât denilen beş temel haktan birinin tamamen ortadan kalkması ya da telâfisi mümkün olmayacak şekilde zarar görmesi söz konusu olacaktır.
Kur’an’da zaruret kelimesi fiil olarak beş âyette sözlük ve terim anlamıyla geçmiş, bunlardan birinde Allah’ın, bunalan, darda kalan kişinin imdadına yetişmesinden söz edilirken (en-Neml 27/62) diğer âyetlerde gıdalarla ilgili temel haramlar belirtildikten sonra zaruret hallerinde, hukukun çizdiği sınırlar içerisinde kalmak şartıyla bu haramlardan tüketilmesinde bir sakınca olmadığı belirtilmiştir. (1)
Hadislerde ise zaruret hali sayılabilecek cüzi olaylarla ilgili hükümler açıklanmış, bu çerçevede dinen yasaklanan gıdaların savuşturulamaz açlık tehlikesi karşısında mubah olduğu belirtilmiş, ölümle tehdit edilen sahâbîlerin, kalben tasdikte bir tereddüt bulunmaması şartıyla bu tehdidi ortadan kaldırmak için dinden çıkma sonucu doğuran sözler söylemelerinde bir sakınca olmadığı beyan edilmiş, hatta bu tür bir tehdide mâruz kalanlara hayat hakkı öncelenerek dille kelime-i küfrü söylemeleri tavsiyesinde bulunulmuş, bazı sağlık sorunları sebebiyle kimi yasakların (erkekler için altın ve ipekli kumaş/elbise kullanımı gibi) işlenmesine izin verilmiş, boy abdesti alması gereken kişinin su mevcut olsa bile hasta olmaktan, ölmekten ya da susuz kalmaktan korkması durumunda teyemmüm yapmasına imkân tanınmıştır. (2)
Mahiyeti. Esasen zaruret teknik anlamda meşakkat, sıkıntı, tehlike, korku gibi özür hallerinin dinî-hukukî bir yasak normu ihlâl edilmeden savuşturulması mümkün olmayacak bir düzeye ulaşmasını ifade eden bir mahiyete sahip olmakla birlikte ilk dönemlerden itibaren zaruretin gerekçe olarak gösterildiği hükümler gözden geçirildiğinde zaruretin bu seviyede olmayan sıkıntı ve zorlukları da ifade edecek biçimde daha geniş bir kullanıma sahip olduğu görülür.
Bir zaruretten söz edebilmek için can, din, akıl, namus ve mal değerlerinden birinin tamamıyla ya da telâfisi mümkün olmayacak ölçüde tehlike altında bulunması, bu halin meşrû yollarla bertaraf edilmesinin mümkün olmaması, tehlikenin gücü ve âciliyeti hususunda galip zan hâsıl olması gibi şartlar aranmaktadır. Böyle olunca zarurette, fiilin işlenmesi veya terkedilmesi halinde öngörülmeyen, mûtat ölçünün üzerinde bir meşakkat ve zorluğun baş göstermesi söz konusudur ki bu durum zarûriyyâttan olan maslahatlardan mahrum kalınmasına, zayıf ve güçsüz hale gelinmesine, vücut fonksiyonlarından birinin zarar görmesine veya tamamen kaybedilmesine, hatta ölüme kadar uzanabilmektedir. Dolayısıyla zaruretin ölçütü, yeme içme açısından ifade edilecek olursa haram olan şey alınmadığı takdirde insanın derhal ölecek dereceye gelmesi değildir. Zaruret, darda kalanın mâruz kaldığı, daha da ilerlerse onu telâfisi zor bir zarara götürecek veya kalıcı hasar bırakacak olan açlık ve güç kaybı halini de kapsamaktadır.
Ârızî ve istisnaî bir hal sebebiyle haramın işlenmesi mubah veya vâcip hükmünü alsa da zaruret miktarının aşılmaması şarttır. Bu seviyenin üzerindeki kullanım ve yararlanmalarda haram hükmü devam eder. Buna göre zaruret halinde, dinen yenilip içilmesi haram olan gıdalar ancak hayatta kalmayı mümkün kılacak ölçüde mubah olur; meselâ boğazda düğümlenen lokmayı indirecek ölçüde içki içilebilir, vücudun mahrem bölgelerinden sadece tedavinin zorunlu kıldığı kısımlar doktora gösterilebilir, aynı şekilde doktor da ancak bu yerlere bakabilir, temasta bulunabilir. Bütün bunlar, “Zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunur” şeklinde formüle edilmiştir (Mecelle, md. 22). “Zaruretler memnu olan şeyleri mubah kılar” genel hukuk kuralı ile ifade edilen mubahlık (Mecelle, md. 21) zarurete bağlı tehlikenin sona ermesiyle birlikte kalkar, haramlık ve yasaklık geri döner. “Bir özür için câiz olan şey o özrün zevâliyle bâtıl olur” kuralı (Mecelle, md. 23) bunu ifade eder. (3)
Evet, iktisâd etmeyen, zillete ve ma‘nen dilenciliğe ve sefâlete düşmeye nâmzeddir. Bu zamanda isrâfâta medâr olacak para, çok pahalıdır. Mukābilinde bazen haysiyet, nâmus rüşvet alınıyor. Bazen mukaddesât-ı dîniye mukābil alınıyor, sonra o menhûs para veriliyor. Demek ma‘nevî yüz lira zarar ile maddî yüz paralık mal alınır. Eğer iktisâd edip, hâcât-ı zarûriyeye iktisâr ve ihtisâr ve hasretse, اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَت۪ينُ sırrıyla وَمَا مِنْ دَآبَّةٍ فِي الْاَرْضِ اِلَّا عَلَي اللّٰهِ رِزْقُهَا sarâhatiyle yaşayacak kadar, ummadığı tarzda rızkını bulacak. Çünki şu âyet taahhüd ediyor. Evet, rızık ikidir: Biri: Hakîkî rızıktır ki, onunla yaşayacak. Bu âyetin hükmüyle, o rızık, taahhüd-ü Rabbânî altındadır. Beşerin sû’-i ihtiyârı karışmazsa, o zarûrî rızkı herhalde bulabilir. Ne dinini ve ne nâmusunu ve ne de izzetini fedâ etmeye mecbûr olmaz. İkincisi: Rızk-ı mecâzîdir ki, sû’-i isti‘mâlât ile hâcât-ı gayr-i zarûriye hâcât-ı zarûriye hükmüne geçip, görenek belâsıyla tiryâkî olup, terk edemiyor. İşte bu rızık, taahhüd-ü Rabbânî altında olmadığı için; bu rızkı tahsîl etmek, hususan bu zamanda çok pahalıdır. Hatta bazen izzetini fedâ edip zilleti kabûl etmek sûretiyle; bazen alçak insanların ayaklarını öpmek kadar bir dilencilik vaz‘iyetine düşmek sûretiyle; ve bazen hayat-ı ebediyesinin nûru olan mukaddesât-ı dîniyesini fedâ etmek sûretiyle o bereketsiz, menhûs malı alır. Hem bu fakr u zarûret zamanında, aç ve muhtaç olanların elemlerinden ehl-i vicdâna rikkat-i cinsiye vâsıtasıyla gelen teellüm, o gayr-i meşrû‘ bir sûrette kazandığı para ile aldığı lezzeti, vicdanı varsa acılaştırıyor. Böyle acîb bir zamanda, şübheli mallara, zarûret derecesinde iktifâ etmek lâzımdır. Çünki اِنَّ الضَّرُورَةَ تُقَدَّرُ بِقَدَرِهَا ,sırrıyla, haram maldan, mecburiyetle, zarûret derecesini alabilir; fazlasını alamaz. Evet, muzdar adam, murdar etten tok oluncaya kadar yiyemez. Belki ölmeyecek kadar yiyebilir. Hem yüz aç adamın huzûrunda, kemâl-i lezzet ile fazla yenilmez. (4)
Sonuç olarak:
İnsan çalışmaz, fakir ve muhtaç hale düşerse, derd-i maişet zaruretiyle kendini bazı şeyler yapmaya mecbur hisseder ve Allah muhafaza bir çok mukaddesatı terketmek zorunda hisseder. Helal ve harama dikkat etmeden hareket eder. Bu hallere düşmemek için insan daima çalışmalı ve iktisad düsturlarına da riayet ederek hareket etmeli ki muhtaç hale düşmesin.
Kaynak:
1- el-Bakara 2/173; el-Mâide 5/3; el-En‘âm 6/119, 145; en-Nahl 16/115
2- Müsned, V, 23; Buhârî, “Cihâd”, 170; “Libâs”, 29; “Meġāzî”, 10, 13, 28; “Teyemmüm”, 7; Müslim, “Libâs”, 24; Ebû Dâvûd, “Ḫâtem”, 7; “Libâs”, 13; “Ṭahâret”, 126; Tirmizî, “Libâs”, 31; İbn Mâce, “Libâs”, 17; “Ṭahâret”, 93; Hâkim, II, 389; Ebû Nuaym, I, 140; IV, 322; Abdullah b. Yûsuf ez-Zeylaî, IV, 158
3- TDV İslam Ansiklopedisi
4- Lem'alar, s.149