Alevilerdeki sema (semah) hareketinin İslâmî bir dayanağı yoktur. Alevi kaynaklarında sema hareketinin kaynağı genelde şu şekilde anlatılır:
Hz. Muhammed (s.a.s) Miraca çıkarken bir aslan yolunu keser, Hz. Muhammed ne yapacağını şaşırmışken gayptan duyduğu söze uyarak yüzüğünü aslanın ağzına verir. Aslan sakinleşir, o da yoluna devam eder. Göğün en yüksek katına erişir. Orda dostuna kavuşur. Onunla doksan bin kelam konuşur. Miraçtan dönerken de bir kubbe görür. Yaklaştığında bazılarının içeride sohbet etmekte olduğunu fark eder. İçeri girmek için kapıyı çaldığında kendisine kim olduğu sorulur. O da peygamber olduğunu söyler. İçeridekilerden birisi bizim aramıza peygamber sığmaz, peygamberliğini ümmetine yap der. Hz Muhammed ayrılırken o kapıyı tekrar çalması için Allah’tan emir alır. İkincisinde de kapı açılmaz. Üçüncüsünde Hz. Muhammed kendisini yoksullara hizmet eden bir kişi olarak tanıtır ve içlerinde yer varsa girmek istediğini söyler. Kapı açılır. Hz Muhammed besmele ile içeri girer, mecliste yirmi ikisi erkek, on yedisi kadın olmak üzere otuz dokuz canın sohbet ettiğini görür. Hz Ali de o meclistedir. Hz Muhammed, Ali’nin yanına oturur ama onun Ali olduğunu bilmez, Oradakilere kimler olduklarını sorar. Onlar “Bizler Kırklarız derler.” Hz. Muhammed, sizin ulunuz kim küçüğünüz kim diye tekrar sorar. Onlar, bizim ulumuz da ulu, küçüğümüz de uludur. Bizim kırkımız birdir, birimiz kırktır derler. O, biriniz eksik ne oldu diye sorar. Onlar, o birimiz Selman’dır, taşraya gitti. Ama sen onu da burada say dediler. Hz Muhammed peki bunu ispat edin dedi. Bunun üzerine Hz. Ali kolunu uzatır, kırklardan biri destur diyerek Ali’nin koluna bıçakla vurur. Aynı anda tüm canların kolundan kan çıkmaya başlar. O sırada pencereden bir damla kan girip ortaya damlar. Bu Selman’ın kanıdır. Sonra kırklardan biri Ali’nin kolunu bağlar ve tüm canların kanı durur. Biraz sonra Selman gelir. Elinde bir üzüm tanesi getirmiştir. Kırklar, bu üzümü Hz. Muhammed’in önüne koyup paylaştırmasını isterler. Hz Muhammed bir tek üzüm tanesini tüm kırklara nasıl paylaştıracağını düşünürken Allah, meleği Cebrail’i göndererek yardımına koşturur. Cebrail cennetten bir tabak getirerek Hz. Muhammed’in yanına gelir ve şerbet eyle ey Muhammed diyerek yol gösterir. Hz Muhammed nurdan bu tabağa su koyar ve üzümü ezerek şerbet yapar ve kırkların önüne koyar. Kırklar bu şerbetten içerler ve tümü ilk yaratılıştaki gibi sarhoş olurlar ve ya Allah diyerek üryan büryan semaha kalkarlar. Hz Muhammed de bunlarla birlikte semaha girer, semah ederken Hz. Muhammed’in mübarek imamesi (sarığı) başından yere düşer. Kırk parça olur, Kırkların her biri bir parçasını alır ve etek yapıp bağlarlar. Hz. Muhammed, onlara pir ve rehberlerini sorar, onlar pirimiz Şah-ı Merdan Ali, rehberimiz Cebrail (as) derler. Bunun üzerine Hz. Muhammed Ali’nin orada olduğunu anlar. Ali, Hz. Muhammed’in yanına doğru gelir, Hz. Muhammed tecella ve temanna ile Ali’ye yol gösterir. Bu sırada Hz. Muhammed, Hz. Ali’nin parmağında miraca giderken aslanın ağzına verdiği yüzüğü görür ve o aslanın, aslında Ali olduğunu anlar.1
Hacı Bektaşı Veli Hazretleri Rum abdallarının pîridir; Diyâr-ı Rûm’un (Anadolu) büyük evliyasındandır. Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri, Horasan asıllı seyyid bir mutasavvıfıdır. XIII. asırda Anadolu’ya gelip Nevşehir Sulucakarahöyük’te irşad faaliyetinde bulunmuş, daha sonra “Bektaşîyye” diye anılan tarikatın mânevî pîri kabul edilmiştir. Kur’ân ve Sünnet’e bağlılık, tevazu, muhabbet ve cömertliği esas alan sohbetleriyle Anadolu’daki İslâmî hayatın kökleşmesine hizmet etmiştir; Yeniçeri Ocağı dâhil pek çok zümre onun adını mânevî bir alâmet olarak benimsemiştir. Vefatından sonra oluşan Bektaşî zümrelerinde zamanla farklı inanç ve uygulamalar görülebilse de, Hacı Bektâş-ı Velî Hazretlerin’nin sahih kaynaklardaki menkıbeleri Ehl-i Sünnet çizgisinde bir velâyeti gösterir.
Mürşidi Şeyh Yûsuf el-Hemedânî gibi Ahmed Yesevî de Hanefî bir âlimdir. Kuvvetli bir medrese tahsili görmüş, din ilimleri yanında tasavvufu da iyice öğrenmiştir. Bununla beraber devrinin birçok din âlim ve mutasavvıfı gibi belli bir sahada kalmamış, inandıklarını ve öğrendiklerini çevresindeki yerli halka ve göçebe köylülere anlayabilecekleri bir dil ve alıştıkları şekillerle aktarmaya çalışmıştır. Bir mürşid ve ahlâkçı hüviyetiyle onlara şeriat hükümlerini, tasavvuf esaslarını, tarikatının âdâb ve erkânını öğretmeye çalışmak, İslâmiyet’i Türkler’e sevdirmek, Ehl-i sünnet akîdesini yaymak ve yerleştirmek başlıca gayesi olmuştur. 2
Bu bilgiler ışığında hem Hacı Bektaşi Veli hem de Ahmed Yesevi Hazretlerine alevi dememiz doğru olmayacaktır.
Tarikat, gidilecek yol, izlenecek usul, hal ve gidiş anlamında olup terim anlamı Allah’a ulaşmak isteyenlere mahsus âdet, hal ve davranış demektir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri tarikatı şu şekilde tanımlar:
Tarîkatin gaye-i maksadı, ma‘rifet ve inkişâf-ı hakāik-i îmâniye olarak, mi‘râc-ı Ahmedînin (asm) gölgesinde ve sâyesi altında, kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-ü rûhânî neticesinde, zevkî, hâlî ve bir derece şuhûdî hakāik-i îmâniye ve Kur’âniye’ye mazhariyet; ‘tarîkat, tasavvuf’ nâmıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemâl-i beşerîdir. 3
Buna göre tarikatın asıl amacı, Allah’ı daha iyi tanımak ve iman hakikatlerini derinden anlamaktır. Bu yol, Peygamber Efendimiz’in (sav) Miracının bir yansıması altında yürünür. İnsan, kalbiyle manevi bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuğun sonunda kişi, iman ve Kur’an hakikatlerini sadece bilgi olarak değil, hissederek, yaşayarak ve sanki görüyormuş gibi güçlü bir şekilde kavrar.
Tarikatlar, Kur'ân, sünnet ve sahabe yaşantılarından hareketle ortaya çıkmışlardır. Kaynağı Kur'ân ve Sünnettir. Bu bakımdan Tarikatların Alevilikle bir bağı ve alakası yoktur.
Mustafa Ekinci, Şah İsmail ve İnanç Dünyası, İstanbul, Beyan Yay., 2010, s.176-178
Kemal Eraslan, Ahmed Yesevi, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1989, c.2, s.159-161
Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.329

