Sualinize cevap olarak önce asılları ele alacak, sonra misallerle açıklamaya çalışacağız.Birinci Asıl: Yirminci Söz'ün âhirindeki sual ve cevapta izah ettiğimiz meseledir. İcmali şudur ki din bir imtihandır, bir tecrübedir. Ervah-ı âliyeyi ervah-ı safileden tefrik eder. Öyleyse ileride herkese göz ile görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki ne bütün bütün meçhul kalsın ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak. Zira eğer tamamen bedahet derecesinde bir alâmet-i Kıyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa, vakit kömür gibi bir istidat, elmas gibi bir istidat ile beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi olur. İşte bunun için Mehdi ve Süfyan meseleleri gibi çok meselelerde çok ihtilaf olmuş. Hem rivayet dahi çok muhteliftir, birbirine zıt hükümler olmuş.1 Din bir imtihandır. Bu dünyada insanların gerçekten inanıp inanmadığı ile iyi ve kötünün birbirinden ayrılması amaçlanır. Bu yüzden din ile ilgili haberler ve özellikle kıyamet alâmetleri ne tamamen gizli tutulur ne de apaçık olup insanı inanmaya zorlayıcı bir nitelik taşır. Amaç, akla kapı açmak fakat insanın iradesini elinden almamaktır. Eğer her şey çok açık olsaydı herkes inanmak zorunda kalırdı. Böyle olunca da imtihanın bir anlamı kalmazdı. Bu nedenle Mehdi, Süfyan ve ahir zaman gibi konularda farklı rivayetlerin bulunması imtihan sırrını korumak içindir. Örneğin, hadislerde Mehdî ve Deccal'ın isimleri, doğum tarihleri ve doğum yerleri tamamen açık bir şekilde bildirilmemiştir.İkinci Asıl: Mesail-i İslâmiyenin tabakaları vardır. Biri bürhan-ı kat'î istese, diğeri bir zann-ı galibî ile iktifa eder. Başkası yalnız bir kabul-ü teslimî ve reddetmemek ister. Öyleyse, esasat-ı imaniyeden olmayan mesail-i fer'iye veya vukuat-ı zamaniyenin her birinde bir iz'an-ı yakîn ile bir bürhan-ı kat'î istenilmez. Belki yalnız reddetmemek ve teslimiyetle ilişmemektir.2 İslami hükümlerin ve konuların delil açısından farklı dereceleri vardır. Bazı meseleler kesin delil gerektirir. Buna Allah'ın varlığı ve ahiret gibi iman esasları örnektir. Bazı meseleler ise güçlü bir ihtimal ile kabul edilir, reddedilmez yani yalan denmez. Bu konular, fer'iye olarak tanımlanan fıkıh kitaplarında yer alır. Bu fer'iye konuları öteden beri ibâdât, muâmelât ve ukubât şeklinde üç gruptan oluşur. Öncelikli olarak namaz, oruç, zekât, hac, kurban, nezir, kefâret gibi ibadetler, sonra nikâh ya da alışveriş konuları, devamında evlenme, alışveriş, vasiyet, ferâiz gibi hem günlük ferdî hayatı hem de helâl ve haramları belirleyen diğer konular yer alır. İlerleyen dönemlerde ise idare, anayasa, malî hukuk, devletler arası hukuk, yargılama, ahvâl-i şahsiyye, hatta âdâb-ı muaşeret ve ahlâk konularına da yer verilmiştir. Kıssalar ve amellerin faziletleri bu gruba girer. Bu nedenle her hadis için kesin kanıt aranmaz. Fıkıh konuları, öğütler ve fazilet hadisleri gibi alanlarda zayıf hadislerin rivayeti genel olarak sorun edilmemiştir. Bu tür meselelerde yapılması gereken yalnızca reddetmemek ve teslimiyetle yaklaşmaktır. Akaid ve ahkâma dair olmamak şartıyla öğütler, kıssalar ve amellerin faziletleriyle ilgili zayıf isnatlı hadislerin rivayet edilmesinde bir sakınca görülmemiştir. İslam âlimleri, Müslümanların iman etmesi şart olan itikâdî her meselenin kesin delillere dayanması gerektiğini bildirmiştir. İctihad konusu olan amellere dair meselelerde ise zann-ı galib denilen, ağırlıklı ihtimal vermenin yeterli olduğu söylenmiştir.Üçüncü Asıl: Zaman-ı Sahabede Benî İsrail ve Nasara ulemalarından çoğu İslâmiyete girdiler. Eski malûmatları dahi onlarla beraber müslüman oldu. Bazı hilaf-ı vaki malûmat-ı sâbıkaları, İslâmiyetin malı olarak tevehhüm edildi.3 Sahabe Efendilerimizin döneminde bazı Yahudi ve Hristiyan âlimleri İslam'a girdiler. Onların önceki dinlerine ait bilgiler de zamanla İslam kültürüne karıştı. Bu bilgiler başlangıçta sade hikâyeler gibi dinleniyordu. Zaman geçtikçe bazı yanlış bilgiler İslam'ın bir parçası zannedilmeye başlandı. Bu durum çeşitli kafa karışıklıklarına sebep oldu. Peygamberimiz (sav) bununla ilgili şöyle buyurmaktadır:Benden bir ayet bile olsa insanlara tebliğ ediniz. İsrailoğullarından da nakilde bulunmanızda bir harec, bir sakınca yoktur. Ama kim bile bile bana yalan isnat ederse, Cehennem'deki yerine hazırlansın.4 Keza bu serbestlik, İsrailiyyattan gelişi güzel, yalan ve yanlış her bilginin rivayet edilmesine izin verildiği anlamına gelmez. Bununla birlikte bu ifade, duyulan her bilginin doğru olduğu anlamını da taşımaz. Hadiste geçen bu izin, yalnızca nakletmede bir serbestlik bulunduğunu bildirir. Doğruluğu belirsiz sözlerin İslâmiyet adına rastgele aktarılmasına ise onay verildiği şeklinde anlaşılmamalıdır. Mesela, bazı peygamber kıssalarında görülen akıl ve dine zıt şeyler, hususen peygamberlerin masumiyeti temeliyle çelişen rivayetler buna örnektir.Dördüncü Asıl: Ehadîs-i Şerife râvilerinin bazı kavilleri veyahut istinbat ettikleri manaları, metn-i hadîsten telakki ediliyordu. Halbuki insan hatadan hâlî olmadığı için, hilaf-ı vaki bazı istinbatları veya kavilleri hadîs zannedilerek za'fına hükmedilmiş.5 Hadislerin zayıf kabul edilmesinin bir diğer nedeni hadisi aktaran kişinin kendi yorumunu metnin içine katmasıdır. Bazı râviler duydukları hadisi aktarırken kendi düşüncelerini veya çıkardıkları anlamları da sözlerine eklemiş olabilir. Bu durum bazı rivayetlerin yanlış anlaşılmasına yol açmış ve bu rivayetlere zayıf denmiştir. Buna, Süfyan veya Mehdi hadisleri örnek gösterilebilir. Geleceğe dair bazı hadislerde olayların Şam çevresinde ve Arabistan'da yaşanacağı anlatılır. Bunun sebebi râvilerin kendi dönemlerinde hilafetin merkezinin Irak, Şam ve Medine taraflarında bulunmasıdır. Râviler bu durumun hep böyle devam edeceğini düşünerek kendi yorumlarıyla hadisleri ayrıntılı bir şekilde aktarmışlardır. Bu durum başkalarının sözlerinin veya yorumlarının hadise karışması anlamına gelir. Buna "müdrec hadis" denir. Muhtemeldir ki rivayeti dinleyerek kaydeden kişi, hadisin sonunda rivayet eden zatın şahsi görüşünü de hadis devam ediyor zannederek kaydetmiştir.Beşinci Asıl: اِنَّ ف۪ٓي اُمَّت۪ي مُحَدَّثُونَ yani مُلْهَمُونَ sırrınca bazı ehl-i keşif ve ehl-i velayet olan muhaddisîn-i muhaddesün ilhamlarıyla gelen bazı maânî, hadîs telakki edilmiş. Hâlbuki ilham-ı evliya bazı arızalarla hata olabilir. İşte bu neviden bir kısım hilaf-ı hakikat çıkabilir.6 Muhaddes kelimesi, sözlükte kendisiyle konuşulan kişi anlamına gelir. Bu kişiler peygamber değildir, ancak Cenab-ı Hak onlara doğrudan hitap eder ya da melekler aracılığıyla hakikatleri bildirir. Muhaddesler kalplerine bazı hakikatlerin ilka edilmesiyle nefs-i mülheme makamına ulaşan kimseler olarak kabul edilir. İlham kişinin kaynağını tam olarak fark etmese de kalbinde kesin bir bilgi ve yönlendirme hissetmesidir. Bu durum açlık, susuzluk, sevinç ve üzüntü gibi doğrudan yaşanan içsel bir duygu hâline benzer. Allah'ın kullarıyla konuşması peygamberlerle vahiy yoluyla, velilerle ise ilham yoluyla gerçekleşir. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm vahiy ile korunduğu (ismet sıfatı) için O'nun sözleri fiilleri ve tasvipleri kesin bir delil değerindeyken, velilere gelen ilhamlar bu koruma altında değildir. Bu nedenle ilhamlarda hata bulunabilir, bazen hakikate uygun olmayan durumlar ortaya çıkabilir ve büyük veliyullahın ilhamlarında hata payı olabileceği belirtilmiştir. Örneğin Muhyiddîn-i Arabî'nin Vahdetü'l Vücûd anlayışında kabul edilmeyecek bazı ifadeler ortaya koyması sekr (manevi sarhoşluk) hâlinden kaynaklanmıştır ve bazı âlimler bu tür sözler sebebiyle onu tekfir etmiştir. Bu sözler hadis değil sadece büyüklerin (velilerin) sözleridir, fakat zaman içinde bazı ilhamî ifadeler hadis zannedilmiştir. Bazı hadis imamlarının ilhama mazhar olduğu şüphesizdir. Hatta asrının imamı ve büyük muhaddis Celaleddin Suyutî Hazretleri'nin maneviyattaki yüksekliğine Bediüzzaman Hazretleri şöyle işaret eder:Sonra ehl-i keşfin tasdikiyle, yetmiş defa Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm temessül edip yakaza hâlinde onun sohbetiyle müşerref olan Celâleddîn-i Süyûtî gibi allâmeler ve muhakkikler, ehadîs-i sahîhanın elmaslarını sair sözlerden ve mevzuattan tefrik ettiler.7 Bazı büyük âlimler ve manevî keşif sahibi kişiler, özellikle de Celâleddîn Süyûtî gibi ilim dünyasında derinliğiyle tanınan zatlar, kendi manevî hâllerinin doğruluğunun da tasdik edilmesiyle Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı yakaza hâlinde yani uyanıkken görmüş ve onun manevî sohbetine defalarca mazhar olmuşlardır. Süyûtî'nin bu şekilde Peygamber Efendimizi (sav) yetmiş defa gördüğü rivayet edilir. Böyle yüksek derecedeki âlim ve muhakkikler, sahih hadisleri diğer sözlerden ve uydurma rivayetlerden ayırma konusunda çok hassas davranmış ve ehadîs-i sahîhanın yani sahih hadislerin hakikat elmaslarını diğer büyüklerin sözlerinden ve mevzu rivayetlerden temizlemişlerdir.Altıncı Asıl: Beynennâs iştihâr bulmuş bazı hikâyeler bulunuyor ki durûb-u emsâl hükmüne geçer. Hakikî manasına bakılmaz, ne maksat için sevk edilir ona bakılır. İşte bu neviden beynennâs teârüf etmiş bazı kıssa ve hikâyâtı Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir maksad-ı irşadî için temsil ve kinaye nevinden zikredivermiştir. Şu nevi meselelerin mânâ-yı hakikîsinde kusur varsa örf ve âdât-ı nâsa aittir ve teârüf ve tesâmu-u umumîye râcidir.8 Altıncı Asıl, hadis metinlerinde zikredilen ve insanlar arasında yaygınlaşmış hikâyeleri ve kıssaları ele alır. Bu anlatılar birer durûb-u emsâl, yani atasözü veya mesel hükmündedir. Önemli olan, hikâyelerin lafızlarındaki hakiki anlamlar değil, Peygamber (sav)'in bu kıssayı hangi maksad-ı irşâdî ile yani yol gösterme amacıyla temsil ve kinaye yoluyla anlattığıdır. Eğer bu tür hikâyelerin zahiri anlamında bir eksiklik veya tutarsızlık varsa, bunun kaynağı hadis değil, hikâyelerin alındığı toplumun örf ve âdetleri ile genel yaygın anlayıştır. Yani hata, Peygamberimiz (sav)'de değil, halk arasındaki yorum ve uygulamalarda ortaya çıkar. Bununla ilgili Ebû Hüreyre'den (ra) rivayet edildiğine göre bir hadiste şöyle söylenmektedir:Resûl-i Ekrem (sav) şöyle buyurdu: Vaktiyle bir adam bir başkasından bir arsa satın aldı. Arsayı alan adam orada altınla dolu bir çanak buldu. Arsayı satan adama altınını al. Zira ben senden altın değil arazi satın aldım dedi. Arsanın ilk sahibi de ben sana o arsayı içindekilerle beraber sattım dedi. Anlaşmazlıklarını halletmesi için bir adama başvurdular. Hakem olan bu adam çocuklarınız var mı diye sordu. Biri benim bir oğlum var dedi. Diğeri de benim de bir kızım var dedi. Hakem, oğlanla kızı evlendirin. O altınların bir kısmını onlara verin, bir kısmını da siz harcayın dedi.9 Bu kıssa, tarihî bir belge olmaktan öte, maksad-ı irşâdî için temsil ve kinaye yoluyla zikredilmiştir. Hadisin asıl amacı müminlere doğruluk, emanete riayet ve dünya malına karşı zühdün kıymetini öğretmektir. Kıssada, arsayı alan ve satan kişilerin haksız kazancı reddetmeleri, kanaatkâr ve dürüst tavırları, herkese güzel bir örnektir. Burada önemli olan altının kimin mülküne geçtiği değil, kıssa aracılığıyla verilen manevi derstir. Peygamber Efendimiz (sav), seçkin ashabının şahsında hepimize teslimiyet, sadakat ve tevekkülün değerini göstermektedir. Hakemin sunduğu çözüm, yani altınların iki dürüst ailenin çocuklarının evliliğiyle hayra tahsis edilmesi, doğruluk ve cömertliğin ödüllendirilmesini ve toplumsal faydaya yönlendirilmesini sağlamaktadır. Bu Asıl, hadisleri yüzeysel anlamıyla değil, Peygamberimiz (sav)'in sözünü hangi maksatla söylediğini ve hikmetli gayesini anlamamız gerektiğini yönünü vurgular.Yedinci Asıl: Pek çok teşbih ve temsiller bulunuyor ki mürur-u zamanla veya ilmin elinden cehlin eline geçmesiyle hakikat-i maddiye telakki ediliyor. Hataya düşülüyor. Meselâ, Sevr ve Hût isminde ve âlem-i misâlde sevr ve hût timsâlinde berrî ve bahrî hayvanât nâzırlarından iki Melâiketullâh adeta bir koca öküz ve cismânî bir balık zannedilerek hadîse ilişilmiş. Hem meselâ, bir vakit Huzur-u Nebevîde derin bir ses işitildi. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti ki bu gürültü yetmiş senedir yuvarlanıp da ancak bu dakika Cehennem'in dibine düşen bir taşın gürültüsüdür. İşte bu hadîsi işiten, hakîkate vâsıl olmayan inkâra sapar. Hâlbuki yirmi dakika o hadîsten sonra kat'iyen sabittir ki biri geldi, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a dedi ki meşhur münâfık yirmi dakika evvel öldü. Yetmiş yaşına giren o münâfık, Cehennem'in bir taşı olarak bütün müddet-i ömrü tedennîde, esfel-i sâfilîne, küfre sükûttan ibaret olduğunu, gayet belîğane bir surette Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm beyan etmiştir. Cenâb-ı Hak, o vefat dakikasında o sesi işittirip ona alâmet etmiştir. 10 Zaman içinde bazı mecazlar ve benzetmeler, gerçek anlamda söylenmiş gibi anlaşılmıştır. Bu durum, ilmin zayıflaması ve cehaletin artmasıyla daha belirgin hâle gelmiş ve insanlar mecazları gerçek olaylar gibi yorumlamaya başlamıştır. Aslında birçok anlatım bir temsildir ve doğrudan yaşanmış bir olayı ifade etmez. Örneğin: “Dünyayı öküz ve balık taşıyor” sözü mecazi bir ifadedir. Bu söz, kara ve deniz rızkına bakan iki meleğe işaret eder. Zamanla insanlar bunu gerçekten bir öküz ve balığın dünyayı taşıdığı şeklinde anlamıştır. Bir başka örnek olarak Peygamber Efendimizin (sav) “Yetmiş senedir düşen bir taş cehennemin dibine ulaştı” sözü verilebilir. Bu söz, yirmi dakika sonra yetmiş yaşında ölen bir münafığın hayatı boyunca küfre düşüşünü ve cehenneme gidişini temsil eder. Burada anlatılmak istenen, gerçek bir taşın düşmesi değildir ve bu ifade mecazi bir anlatımdır. Başka bir misal olarak Hz. Âişe (ra) validemizin bir sözünü gösterebiliriz. O da şudur:Hz. Âişe (ra) şöyle söylemiştir:“Bir ay geçerdi, ardından bir ay daha ve bir ay daha geçerdi de Allah Resulü'nün (s.a.v.) evinde ateş yanmazdı.”Yeğeni Urve anlatıyor:“Ey teyze, peki ne yerdiniz, ne ile geçinirdiniz?” dedim.Hz. Âişe şöyle cevap verdi:“Hurma ve sudan ibaret olan şu iki siyahla geçinip yaşardık.”11 Görüldüğü gibi rivayette, Hz. Âişe (ra) hurma ile beraber suya da siyah demektedir. Suyun siyah olmadığı ise aşikâr bir durumdur. Fakat suya mecaz yoluyla siyah diyen, o zamanın kültürüdür. Eğer bu mecazda bir isabetsizlik varsa, bu, Hz. Âişe'ye (ra) değil, o zamanın yaygın kabulüne ait bir kusur olur. İşte Bediüzzaman Hazretlerinin beyanına göre bazı hadis-i şeriflerde görülebilen bazı garip tabirlerin bir nedeni de o zamanın Arap toplumunda böyle kullanılıyor olmasıdır. Bunlara galat-ı meşhur, yani meşhur yanlış tabir edilir ve genel kabul gördüğünden söz kusuru olarak görülmez.KaynakçalarBediüzzaman Said Nursi, Sözler, Hayrat Neşriyat, Isparta 2016, s.132-133Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Hayrat Neşriyat, Isparta 2016, s.133Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Hayrat Neşriyat, Isparta 2016, s.133Buhârî, Enbiyâ 50Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Hayrat Neşriyat, Isparta 2016, s.133Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Hayrat Neşriyat, Isparta 2016, s.133Bediüzzaman Said Nursi, Zülfikar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2016, s.247Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Hayrat Neşriyat, Isparta 2016, s.133Buhârî, Enbiyâ 54, Müslim, Akdıye 21Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Hayrat Neşriyat, Isparta 2016, s.134Buhârî, Hibe 1, Müslim, Zühd 28