Soru

Ulemâ-yı Zâhiriyyûn

Esselamu aleyküm, hayırlı çalışmalar olsun. Kıymetli risaleonline ekibi, Allah'ın rahmeti, bereketi üzerinize olsun.

"Hatta hukemâ ve ulemâ-yı zâhiriyyûn dahi, o letâif-i aşerenin pencereleri veya numûneleri olan havâss-ı hamse-i zâhire ve havâss-ı hamse-i bâtına ile o letâif-i aşereyi, başka bir sûrette hikmetlerine esas tutmuşlar." 16.Mektub'ta geçen bu cümlede, "ulema-i zahiriyyun" tabiri var. Lügatte, "zahire göre hükmeden âlimler" olarak mana verilmiş.

1. Bu âlimlere örnek isimler veya ekol / mektep var mıdır? Mevcut zamanda, bu âlimlerin takipçileri var mıdır?

2. İspanya'da Endülüs'te İbn Hazm ile yaygınlık kazanan ve günümüzde bazı vahabilerin de referans verdikleri Zahiriye mezhebi / mektebi ile alakası var mıdır? Cevap için şimdiden Allah razı olsun. 

Tarih: 23.12.2023 00:30:37
Okunma: 268

Cevap

1.Soru için: Hadis ehli ile Şafii ve Hanbeli fukahasını zikretmek mümkündür. Dolayısıyla İmam Şafii, İmam Ahmed b. Hanbel, Bûhari, İbn Kesir gibi âlimler misal gösterilebilir. Bugün bu mezheplere ve okullara tabi olan ekser âlimler bunların günümüzdeki takipçileridir.

2.Soru için: Üstad Hazretlerinin kastettiği bu kimseler, bizim anladığımız manadaki Zahiriyye mezhebi mensupları değillerdir. Kasıt, nasların zahirini esas alan ehl-i sünnet dairesinde ancak bu noktada biraz daha radikal olan kimselerdir. (Allah-u a’lem) Aşağıda bununla ilgili alıntılar olacaktır.

Zâhir terimi en genel anlamda Kur’ân lafızlarının gerçek anlamının zâhir anlam olmadığını, asıl olanın iç anlam (bâtın) olduğunu ve bunun özel kişiler tarafından bilinebileceğini öne süren gizemci eğilimlerin karşıtı olarak kullanılmıştır. Zâhir mânanın esas olduğunu ve bir gerekçe bulunmadıkça bu anlamın aşılamayacağını öne süren ehl-i sünnet ve Mu‘tezile bu yönüyle zâhiri esas alan grupta yer alır. Şîa’nın çoğunluğunu da bu kapsamda düşünmek mümkündür. Buna mukabil umumiyetle Şiî-Bâtınî gruplar (ve bazı felsefî yaklaşımlar) bâtını esas alıp zâhiri dikkate almayan veya zâhiri aşan grubu meydana getirirler. Dinin ana metinleri olan âyet ve hadislerin anlaşılması konusunda zâhir mânanın esas olduğu İslâm mezheplerinin çoğunluğunun genel prensibidir. Bu ilkenin anlamı ve amacı, şeriatın temelini teşkil eden âyet ve hadislerin zâhir anlamlarını “buharlaştıracak” her türlü te’vili önlemektir. Dil bir diyalog ve anlaşma aracı olduğuna göre âyet ve hadis metinlerinin anlaşılması hususunda zâhir mânanın öncelikle dikkate alınması ve anlama sürecinde pergelin sabit ayağının bu zâhir anlam üzerine konulması doğal ve kaçınılmaz kabul edildiğinden bu durumu esas alanlar ve bunu savunanlar için “zâhirî” nitelemesi yapılmamıştır. Te’vili haklı kılan bir gerekçe bulunmadıkça zâhir mânanın terkedilemeyeceği ilkesi fıkıh ve fıkıh usulü yanında kelâm ilminde de özellikle vurgulanmaktadır (Teftâzânî, s. 105-106).

İslâm mezheplerinin tamamı bir te’vil çizgisi üzerinde tasavvur edilirse, Bâtıniyye ve bazı İslâm filozofları te’vile en açık ve bu kapıyı en fazla zorlayan gruplar iken Zâhiriyye ve bazı ehl-i hadîs grupları zâhir mânayı hâkim kılmaya en fazla ısrar eden, dolayısıyla te’vile en uzak kesimlerdir. Ehl-i sünnet ve diğer mezhepler ise te’vile açık olup olmama hususunda bu iki uç arasında farklı noktalara konumlanırlar.[1]

Literatürde ve özellikle klasik sonrası literatürde bundan dolayı “ehl-i bâtın” dendiğinde sûfîler, “ehl-i zâhir” dendiğinde ise fukaha ve mütekellimîn anlaşılır.[2] Üstadın da kastettiği kimselerin bunlar olduğu metinlerden anlaşılmaktadır.

Bununla beraber hadis ehl-i (mektebi, okulu) daha çok gelen rivayetlerin zahirine hükümlerini bina ederek, ilk anlaşılan manayla amel etmeyi esas tutarlarken, mütekellim yani re’y ehli (mektebi, okulu) ise kastedilen mananın dil gramer cihetindeki inceliklerini de dikkate alarak farklı manalarını da anlamayı ve ona göre amel etmeyi öncelemişlerdir. Bu cihetle hadis ehline de zahir ehli denmiştir.[3] Hadis ehlinin bu yaklaşımı kimi araştırmacılara göre Zahiriyyun mezhebinin doğuşuna zemin hazırlamıştır. Ancak genellikle bunlar yorumdan öteye geçmemiştir. Zira hadis ehli denince özellikle şafii ve hanbeli fukahasının ekserisi anlaşılmaktadır ki; bunlar özellikle fıkıh konusunda ehli sünnetin rükünlerinden kabul edilmektedirler. Bu cihetle hadis ehli selefi salihinin (ehl-i sünnet-i hassa) bakışına daha yakın ve tenzihi bir yaklaşım tarzı sergilemişlerdir.

Kesin olan husus ehl-i hadîsin zihniyetiyle ehl-i zâhirin zihniyetinin büyük ölçüde örtüştüğüdür. Ancak Hâricîler ile Dâvûd b. Ali ve İbn Hazm gibi dilin mânalarını bağlamlarıyla anlayan, fakat illete/kıyasa karşı olanları veya kıyası kerhen kabul eden İbn Hanbel’i, hatta daha sonra maslahata geniş yer ayıran bazı Hanbelîler’i birbirinden ayırmak gerekir.[4]

Tarihi seyir dikkate alındığında hadis ehline daha ziyade ehl-i zâhir, sufilere de batın ehli denilmiştir. Dolayısıyla bu tabirler sadece zahiri mezhebi bağlamında kullanılan bir kavram değildir. Her ne kadar onlarla özdeşleşmiş ise de, tarihi seyir içerisinde Kur’ân’ın ve sünnetin (hadislerin) zahirini ve ilk manalarını esas alanlara daha ziyade zahiriler, yorum, re’y, mecaz gibi manalarını esas alanlara da, ki bunları daha ziyada mutasavvıflar teşkil etmektedir (ehl-i sünnet özelinde bakıldığında). Bunlara da batın ehli nitelemesi yapılmıştır. Bununla birlikte metinlerin tevil edilmesi gereken kısımlarının tevil ve yoruma gitmeksizin ilk manayla ele alınmasındaki ısrar zâhiri mezhebini de netice vermiştir denilebilir.

Üstad hazretlerinin sualde geçen ifadeleri (bunlar Barla Lahikası s:354’te geçmektedir) ile 26. Mektup Dokuzuncu Mesele'deki izahları dikkate alındığında ehli zahirden kastının zahiri mezhebi ve mensupları olmayıp, daha çok ehl-i sünnet ve’l-cemaat içerisindeki ayet ve hadislerin zahirini esas alan kimseler olduklarını anlamak metne daha mutabık düşmektedir.

Bunun için:  Barla Lahikası 354. Sayfadaki ilgili kısım ve 26. Mektup Dokuzuncu Meselel'eri aynen aşağı alıntılıyoruz.

Mektubunda (letâif-i aşereyi) suâl ediyorsun. Şimdi tarîkati ders vermek zamanı olmadığından, Tarîk-i Nakşî muhakkiklerinin letâif-i aşereye dâir eserleri var. Şimdilik vazîfemiz, istihrâc ve esrâr-ı Kur’âniyedir. Mevcûd mesâili nakil değildir. Gücenme, tafsîlât veremiyorum. Yalnız bu kadar derim ki: Letâif-i aşereyi İmâm-ı Rabbânî (ks), kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ ve insanda anâsır-ı erbaanın herbir unsurundan, o unsura münâsib bir latîfe-i insaniye ta‘bîr ederek, seyr ü sülûkte her mertebede bir latîfenin terakkıyât ve ahvâlinden icmâlen bahsetmiş. Ben kendimce görüyorum ki, insanın mâhiyet-i câmiasında ve isti‘dâd-ı hayatîsinde çok letâif var. Onlardan on tanesi iştihâr etmiş. Hatta hukemâ ve ulemâ-yı zâhiriyyûn dahi, o letâif-i aşerenin pencereleri veya numûneleri olan havâss-ı hamse-i zâhire ve havâss-ı hamse-i bâtına ile o letâif-i aşereyi, başka bir sûrette hikmetlerine esas tutmuşlar. Hatta avâm ve havâs beyninde teârüf etmiş olan, insanın letâif-i aşeresi, ehl-i tarîkatin letâif-i aşeresiyle münâsebetdârdır. Meselâ vicdan, a‘sâb, his, akıl, hevâ, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye gibi letâif; kalb, ruh, sırra ilâve edilse, letâif-i aşereyi başka bir sûrette gösterir. Daha bu letâiften başka, sâika ve şâika ve hiss-i kablelvukū‘ gibi çok letâif var. Bu mes’eleye dâir hakîkat yazılsa, çok uzun olur. Vaktim de kısa olduğundan kesmeye mecbûr oldum.[5]

Dokuzuncu Mes’ele: Mühim ve mahrem bir mes’ele ve bir sırr-ı velâyet: Âlem-i İslâm’da Ehl-i Sünnet ve Cemâat denilen ehl-i hak ve istikamet fırka-i azîmesi, hakāik-i Kur’âniyeyi ve îmâniyeyi istikamet dâiresinde hüve hüvesine sünnet-i seniyeye ittibâ‘ ederek muhâfaza etmişler. Ehl-i velâyetin ekseriyet-i mutlakası, o dâireden neş’et etmişler. Diğer bir kısım ehl-i velâyet, Ehl-i Sünnet ve Cemâat’in bazı desâtîrleri hâricinde ve usûllerine muhâlif bir caddede görünmüş. İşte şu kısım ehl-i velâyete bakanlar, iki şıkka ayrıldılar.

Bir kısmı ise, Ehl-i Sünnet’in usûlüne muhâlif oldukları için, velâyetlerini inkâr ettiler. Hatta onlardan bir kısmının tekfîrine kadar gittiler. Diğer kısım ki, onlara ittibâ‘ edenlerdir. Onların velâyetlerini kabul ettikleri için derler ki: “Hak yalnız Ehl-i Sünnet ve Cemâat’in mesleğine münhasır değil.” Ehl-i bid‘adan bir fırka teşkîl ettiler. Hatta dalâlete kadar gittiler. Bilmediler ki her hâdî zât, mühdî olamaz. Şeyhleri, hatasından ma‘zurdur. Çünkü meczubdur. Kendileri ise ma‘zur olamazlar.

Mütevassıt bir kısım ise, o velilerin velâyetlerini inkâr etmediler. Fakat yollarını ve mesleklerini kabul etmediler. Diyorlar ki: “Hilâf-ı usûl olan sözleri, ya hâle mağlûb olup hata ettiler. Veyahud ma‘nâsı bilinmez müteşâbihât misillü şatahâttır.” Maatteessüf birinci kısım, hususan ulemâ-yı ehl-i zâhir meslek-i Ehl-i Sünneti muhâfaza niyetiyle çok mühim evliyâyı inkâr, hatta tadlîl etmeye mecbûr olmuşlar. İkinci kısım olan tarafdârları ise, o çeşit şeyhlere ziyâde hüsn-ü zannettikleri için, hak mesleğini bırakıp bid‘ate, hatta dalâlete girdikleri olmuş.

İşte şu sırra dâir pek çok zaman zihnimi işgāl eden bir hâlet vardı. Bir zaman, ben bir kısım ehl-i dalâlete mühim bir vakitte kahır ile duâ ettim. Bedduâma karşı müdhiş bir kuvvet-i ma‘neviye çıktı. Hem duâmı geri veriyordu, hem beni men‘ etti. Sonra gördüm ki, o kısım ehl-i dalâlet, hilâf-ı hak icrââtında bir kuvve-i ma‘neviyenin teshîlâtıyla arkasına aldığı halkı sürükleyip gidiyor. Muvaffak oluyor. Yalnız cebir ile değil, belki velâyet kuvvetinden gelen bir arzu ile imtizâc ettiği için, ehl-i îmânın bir kısmı o arzuya kapılıp, hoş görüyorlar. Çok fenâ telakkî etmiyorlar.

İşte bu iki sırrı hissettiğim vakit, dehşet aldım. “Fesübhânallâh” dedim. “Tarîk-i haktan başka velâyet bulunabilir mi? Hususan müdhiş bir cereyân-ı dalâlete ehl-i hakîkat tarafdâr çıkar mı?” dedim. Sonra bir mübârek arefe gününde, müstahsen bir âdet-i İslâmiyeye binâen Sûre-i İhlâs’ı yüzer def‘a tekrar ederek okuyup, onun bereketiyle “Mühim Bir Suâle Cevab” nâmında yazılan mes’ele ile beraber, şöyle bir hakîkat dahi rahmet-i İlâhiye ile kalb-i âcizâneme gelmiş. Hakîkat şudur ki: Sultan Mehmed Fâtih’in zamanında hikâye edilen meşhur ve ma‘nîdâr Cibâlî Baba kıssası nev‘inden olarak, bir kısım ehl-i velâyet, zâhiren muhâkemeli ve âkil görünürken, meczubdurlar. Ve bir kısmı dahi, bazen sahvede ve dâire-i akılda görünür, bazen aklın ve muhâkemenin hâricinde bir hâle girer. Şu kısımdan bir sınıfı, ehl-i iltibâstır, tefrîk etmiyor. Sekir hâlinde gördüğü bir mes’eleyi hâlet-i sahvede tatbîk eder, hata eder. Ve hata ettiğini bilmez.

Meczubların bir kısmı ise, indallah mahfûzdur, dalâlete sülûk etmez. Diğer bir kısmı ise, mahfûz değiller, bid‘at ve dalâlet fırkalarında bulunabilirler. Hatta kâfirler içinde bulunabileceği ihtimâl verilmiş. İşte muvakkat veya dâimî meczub olduklarından, ma‘nen mübârek mecnun hükmünde oluyorlar. Ve mübârek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef değiller. Ve mükellef olmadıkları için, muâheze olunmuyorlar. Kendi velâyet-i meczûbâneleri bâkî kalmakla beraber, ehl-i dalâlete ve ehl-i bid‘aya tarafdâr çıkarlar. Mesleklerine bir derece revâc verip, bir kısım ehl-i îmânı ve ehl-i hakkı o mesleğe girmeye meş’ûmâne bir sebebiyet verirler.[6]


[1] H. Yunus Apaydın, “Zâhiriyye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV, 2013), 44: 93-100.

[2] Apaydın, “Zâhiriyye”, 44: 93-94

[3] Bunun için bkz: Apaydın, “Zâhiriyye”, 44: 94

[4] Apaydın, “Zâhiriyye”, 44: 95.

[5] Barla Lahikası, 354

[6] Mektubat-1, 167-169


Yorum Yap

Yorumlar