Soru

Mirac Risalesinde Geçen "EMANET, NUR ve ANAHTAR"

"Tâ o emânet, o nûr, o anahtarın cihan şumûl ve muhît ve umum kâinâta âmm ve bütün mahlûkāta şâmil hikmetlerini göstersin." Mirac Risalesinde geçen emanet, nur ve anahtartan kasıt nedir?

Tarih: 26.02.2024 15:11:26
Okunma: 411

Cevap

Nurdan kasıt İmandır ve Sevgili Peygamberimizin iman esaslarını gözüyle müşahede etmesidir. Güneş nasıl karanlığı dağıtıp her şeyi aydınlatıyorsa, Peygamberimiz’in (s.a.v) getirmiş olduğu nur da insanları ve kâinatı karanlıklardan ve bilinmezliklerden çıkarmıştır. İman nuruyla kâinat, Rabbimizin sanatı ve insan ise ebede namzet en şerefli bir misafir makamına çıkmıştır.

Bediuzzaman Hazretlerinin bu konudaki ifadesi şöyledir.

Birinci Meyve: Erkân-ı îmâniyenin hakāikini göz ile görüp, melâikeyi, cenneti, âhireti, hatta Zât-ı Zülcelâl’i göz ile müşâhede etmek, kâinâta ve beşere öyle bir hazine ve bir nûr-u ezelî ve ebedî hediye getirmiştir ki, şu kâinâtı perişan ve fânî ve karmakarışık bir vaz‘iyet-i mevhûmeden çıkarıp, o nûr ve o meyve ile o kâinâtı kudsî mektûbât-ı Samedâniye, güzel âyîne-i cemâl-i ehadiye vaz‘iyeti olan hakîkatini göstermiş. Kâinâtı ve bütün zîşuûru sevindirip mesrûr etmiş.

Hem o nûr ve o meyve ile beşeri müşevveş, perişan, âciz, fakir, hâcâtı hadsiz, a‘dâsı nihâyetsiz ve fânî, bekāsız bir vaz‘iyet-i dalâletkârâneden, o insanı o nûr, o meyve-i kudsî ile, ahsen-i takvîmde bir mu‘cize-i kudret-i Samedâniyesi ve mektûbât-ı Samedâniyenin bir nüsha-i câmiası ve Sultân-ı Ezel ve Ebed’in bir muhâtabı, bir abd-i hâssı ve kemâlâtının istihsâncısı, halili ve cemâlinin hayretkârı, habîbi ve cennet-i bâkiyesine nâmzed bir misâfir-i azîzi sûret-i hakîkiyesinde göstermiş. İnsan olan bütün insanlara, nihâyetsiz bir sürûr, hadsiz bir şevk vermiştir.”[1]

Anahtar bir şeyi açan, tılsımları halleden anlamındadır. Sevgili Peygamberimizin miraçla bize verdiği anahtar başta namaz olmak üzere bütün ibadetlerdir denebilir. Çünkü başta namaz olmak üzere ibadetler bize sayısız nimetler veren Rabbimizin memnun etmenin vesilesi olan anahtarlardır.

Bediüzzaman Hz. Şöyle buyurur;

İkinci Meyve: Sâni‘-i Mevcûdât ve Sâhib-i Kâinât ve Rabbü’l-Âlemîn olan Hâkim-i Ezel ve Ebed’in marziyât-ı Rabbâniyesi olan İslâmiyet’in, başta namaz, esâsâtını cin ve inse hediye getirmiştir ki, o marziyâtı anlamak, o kadar merak-âver ve saadet-âverdir ki, ta‘rîf edilmez. Çünkü herkes, büyükçe bir veli ni‘metini, yahud muhsin bir padişahının uzaktan arzularını anlamaya ne kadar arzukeş ve anlasa ne kadar memnun olur. Temennî eder ki: “Keşke bir vâsıta-i muhâbereolsa idi, doğrudan doğruya o zât ile konuşsa idim. Benden ne istiyor, anlasa idim. Benden onun hoşuna gideni bilse idim” der. Acaba bütün mevcûdât kabza-i tasarrufunda ve bütün mevcûdâttaki cemâl ve kemâlât, onun cemâl ve kemâline nisbeten zayıf bir gölge ve her anda nihâyetsiz cihetlerle ona muhtaç ve nihâyetsiz ihsânlarına mazhar olan beşer, ne derece onun marziyâtını ve arzularını anlamak hususunda hâhişger ve merak-âver olması lâzım olduğunu anlarsın.

İşte Zât-ı Ahmediye (asm) yetmiş bin perde arkasında o Sultân-ı Ezel ve Ebedin marziyâtını, doğrudan doğruya Mi‘râc semeresi olarak hakkalyakîn işitmiş ve getirip, beşere hediye etmiştir.

Evet, beşer kamerdeki hâli anlamak için ne kadar merak eder ki, biri gidip, dönüp haber verse, hem ne kadar fedâkârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer. Halbuki kamer, öyle bir Mâlikü’l-Mülk’ün memleketinde geziyor ki, kamer, bir sinek gibi küre-i arzın etrafında pervâz eder. Küre-i arz, pervâne gibi şemsin etrafında uçar. Şems, binler lâmbalar içinde bir lâmbadır ki, o Mâlikü’l-Mülk-ü Zülcelâl’in bir misafirhânesinde mumdârlık eder. İşte o Zât-ı Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) öyle bir Zât-ı Zülcelâl’in şuûnâtını ve acâib-i san‘atını ve âlem-i bekāda hazâin-i rahmetini görmüş, gelmiş, beşere söylemiş. İşte beşer, bu zâtı kemâl-i merâk ve hayret ve muhabbetle dinlemez ise, ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmetle hareket ettiğini anlarsın.[2]

Emanetten kasıt; Kur'ân olabilir. Çünkü Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Rabbimizin elçisi olarak geldiği için, kendisine emanet olarak verilen, Rabbimizin ümmetine tebliğ etmesini istediği emir ve yasaklarını bize getirmiştir.

Veya Sevgili peygamberimiz (s.a.v.) bütün varlıkları temsilen Rabbimizin huzuruna çıktığı için, bütün varlıkların ibadetlerini rabbimize taktim etmesi olabilir. Zaten Sevgili Peygamberimizin miraçta Rabbimizi selamlaması bir cihette bunu gösterir.

Bediüzzaman hazretleri bu konuda şöyle buyurur.

Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o gecede Cenâb-ı Hakk’a karşı selâm yerine, اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ demiş, yani “Bütün zîhayatların, hayatlarıyla gösterdikleri tesbîhât-ı hayatiyeler; ve sâni‘lerine takdîm ettikleri fıtrî hediyeler, ey Rabbim, sana mahsûstur. Ben dahi, bütün onları, tasavvurumla ve îmânımla sana takdîm ediyorum.”

Evet nasıl ki, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm اَلتَّحِيَّاتُ kelimesiyle, bütün zîhayatın ibâdât-ı fıtriyelerini niyet edip takdîm ediyor. Öyle de, tahiyyâtın hulâsası olan اَلْمُبَارَكَاتُ kelimesiyle de, bütün medâr-ı bereket ve tebrîk ve “Bârekallâh!” dediren ve mübârek denilen ve hayatın ve zîhayatın hulâsası olan mahlûkların, hususan tohumların, çekirdeklerin, tanelerin, yumurtaların fıtrî mübârekiyetlerini ve bereketlerini ve ubûdiyetlerini temsîl ederek, o geniş ma‘nâ ile Hâlik’ına arz ediyor.

Ve mübârekâtın hulâsası olan اَلصَّلَوَاتُ kelimesiyle de, zîhayatın hulâsası olan bütün zîruhların ibâdât-ı mahsûsalarını tasavvur edip dergâh-ı İlâhîye o ihâtalı ma‘nâsıyla arz ediyor.

Ve اَلطَّيِّبَاتُ kelimesiyle de zîruhların hulâsaları olan kâmil insanların ve melâike-i mukarrebînin, salavâtın hulâsası olan tayyibât ile nûrânî ve yüksek ibâdetlerini irâde ederek, ma‘bûduna tahsîs ve takdîm ediyor.

Yine de bu tip ifadeler tefekküre göre değişebilir. Fakat ortaya konacak manaların bir delile dayanması gerekir.


[1] Sözler, 3. Söz, sh 262.

[2] Sözler, 31. Söz, sh 263/264.


Yorum Yap

Yorumlar