Soru

Oruç tutmanın faydaları

Oruç tutmanın maddî- mânevî faydaları nelerdir?

Tarih: 29.05.2008 00:00:00
Okunma: 4128

Cevap

Ramazân-ı Şerif’te tutulan orucun, insanın şahsî hayatına, toplum hayatına, nefsin terbiyesine ve Rabbimize karşı kulluğumuzu idrak etmemize vesile olan pek çok hikmetleri ve faydaları vardır.

Bediüzzaman Hazretlerinin Ramazan-ı Şerif Risalesinden[1] derlediğimiz bu faydaları kısaca ve maddeler halinde sıralayalım:

1- Cenâb-ı Hakk’ın rubûbiyeti noktasında orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Cenâb-ı Hakk zemin yüzünü bir sofra-i nimet sûretinde halkettiği ve bütün envâ‘-ı ni‘meti o sofrada مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُ bir tarzda o sofraya dizdiği cihetle, kemâl-i rubûbiyetini ve rahmâniyet ve rahîmiyetini o vaz‘iyetle ifade ediyor. İnsanlar gaflet perdesi altında ve esbâb dâiresinde o vaz‘iyetin ifade ettiği hakîkati tam göremiyor. Bazen unutuyor. Ramazân-ı Şerîf’de ise, ehl-i îmân birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultân-ı Ezelî’nin ziyafetine da‘vet edilmiş bir sûrette, akşama yakın “Buyurunuz” emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubûdiyetkârâne göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli rahmâniyete karşı vüs‘atli ve azametli ve intizâmlı bir ubûdiyetle mukābele ediyorlar. Acaba böyle ulvî ubûdiyete ve şeref-i kerâmete iştirak etmeyen insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar?

Cenâb-ı Hakk’ın Rubûbiyetini yani terbiye ediciliğini hatırlamamız noktasında; gaflet perdesi altında kulluk bilinci zayıflayan insan, iftarda “yiyiniz” emriyle yemesi, sahurda yemeyi kesmesi, velev ki önünde sofralar hazır olsa bile, tüm bu işleri bir zatın emriyle ve izniyle yapılabildiğini akla getirir.  Adeta büyük bir orduda asker olduğunu hatırlar. Kendi Rabbi, terbiye edicisi O (cc) olduğu gibi tüm kâinatı da O’nun terbiye ettiği fikrini akla getirir.   

2- İşte Ramazân-ı Şerîf’teki oruç, hakîkî ve hâlis, azametli ve umûmî bir şükrün anahtarıdır.

Çünkü sâir vakitlerde mecbûriyet tahtında olmayan insanların çoğu, hakîkî açlık hissetmedikleri zaman, çok ni‘metlerin kıymetini derk edemiyor. Kuru bir parça ekmek, tok olan adamlara, hususan zengin olsa, ondaki derece-i ni‘met anlaşılmıyor. Halbuki iftâr vaktinde o kuru ekmek, bir mü’minin nazarında çok kıymetdar bir ni‘met-i İlâhiye olduğuna kuvve-i zâikası şehâdet eder. Padişahtan tâ en fukarâya kadar herkes, Ramazân-ı Şerîf’de o ni‘metlerin kıymetlerini anlamakla bir şükr-ü ma‘nevîye mazhar olur. Hem gündüzdeki yemekten memnûiyeti cihetiyle, “O ni‘metler benim mülküm değil. Ben bunların tenâvülünde hür değilim. Demek başkasının malıdır ve in‘âmıdır. Onun emrini bekliyorum” diye, ni‘meti ni‘met bilir. Bir şükr-ü ma‘nevî eder. İşte bu sûretle oruc, çok cihetlerle hakîkî vazîfe-i insaniye olan şükrün anahtarı hükmüne geçer.

Ramazan-ı Şerif haricindeki vakitlerde insanların çoğu, hakîkî açlık hissetmediklerinden, çok nimetlerin kıymetini anlayamıyorlar. Kuru bir parça ekmek, tok olan insanlara, hususan zenginse, o nimetteki kıymet anlaşılmıyor. Halbuki iftar vaktinde o bir parça kuru ekmek ya da basit gıda, bir mü’minin nazarında çok kıymettar bir nimet-i İlâhiye hükmüne geçer. En varlıklısından en fukarâya kadar herkes, Ramazân-ı Şerif’te o nimetlerin kıymetlerini anlamakla bir mânevî şükre mazhar olurlar.

3- Oruç hayat-ı ictimâiye-i insaniyeye baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: İnsanlar maîşet cihetinde muhtelif bir sûrette halk edilmişler. Cenâb-ı Hakk o ihtilâfa binâen, zenginleri fukarâların muâvenetine da‘vet ediyor. Halbuki zenginler, fukarânın acınacak acı hâllerini ve açlıklarını oructaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, nefisperest çok zenginler bulunabilir ki, açlık ve fakirlik ne kadar elîm ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrâk edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine şefkat ise, şükr-ü hakîkînin bir esasıdır. Hangi ferd olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir. Ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek mecbûriyeti olmazsa, şefkat vâsıtasıyla muâvenete mükellef olduğu ihsânı ve yardımı yapamaz. Yapsa da tam olamaz. Çünkü hakîkî o hâleti kendi nefsinde hissetmiyor.

Ramazan-ı Şerif’teki oruç, geçimini rahatlıkla sağlayan zengin tabakası ile daha zor geçinen fakir ve yoksul tabakası arasında, zekât, fitre, sadaka, iftar ettirme ve benzeri yardımlaşma vasıtaları ile köprü kurdurur. Namaz kişinin dininin direği olduğu gibi, zekâtta toplumun direğidir. Bu hakikate dikkatimizi çekmek için Kur’ân-ı Kerim’de namaz ile zekât birçok âyette yan yana zikredilmiştir. Normal vakitlerde zekâta ve yardıma muhtaç insanların halini anlayamayan insan, açlık ile ve manevi duyguların yoğunlaşması ile bu maddi ibadeti de yerine getirir. Toplumdaki maddi dengenin muhafaza edilmesine de vesile olur.  

4- Ramazân-ı Şerîf’teki oruç, nefsin terbiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Nefis, kendini hür ve serbest ister. Ve öyle telakkî eder. Hatta mevhûm bir rubûbiyet ve keyfemâyeşâ hareketi fıtrî olarak arzu eder. Hadsiz nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor. Hususan dünyada servet ve iktidarı da varsa, gaflet dahi yardım etmiş ise, bütün bütün gāsıbâne, hırsızcasına ni‘met-i İlâhiyeyi hayvan gibi yutar. İşte Ramazân-ı Şerîf’de en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki, kendisi mâlik değil, memlûktür. Hür değil, abddir. Emir olunmazsa, en âdî ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye, mevhûm rubûbiyeti kırılır, ubûdiyeti takınır. Hakîkî vazîfesi olan şükre girer.

İnsanın nefsi, mahiyeti gereği serbest olmak ister. Boyunduruk altına girmek istemez. Nimetleri kendinden bilir. Bir zât tarafında nimetlendirildiğini kabul etmek istemez. Biraz da dünyevi imkanları ve kuvveti varsa tüm güzelliklerin kaynağını kendi bilir. İşte Ramazân-ı Şerif’te en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki, kendisi mâlik değil, memlûktür yani hizmetkârdır. Nihayetsiz bir şekilde Hür değil, abd dır yani kuldur. Emir olunmazsa, en âdî ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye, mevhûm yani farazî rubûbiyeti kırılır, ubûdiyeti yani kulluğu takınır. Hakîkî vazîfesi olan şükrü yerine getirir. Ramazan-ı Şerifteki orucun Nefis terbiyesine bakan faydası da kısaca bu şekildedir.

5- Ramazân-ı Şerîf’in orucu, nefsin tehzîb-i ahlâkına ve serkeşâne muâmelelerinden vazgeçmesi cihetine baktığı noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur ki: Nefs-i insaniye gafletle kendini unutuyor. Mâhiyetindeki hadsiz aczi, nihâyetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez. Ve görmek istemez. Hem ne kadar zayıf ve zevâle ma‘rûz ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur, dağılır et ve kemikten ibâret olduğunu düşünmez. Âdetâ polattan bir vücûdu var gibi, lâyemûtâne kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldırır. Şedîd bir hırs ve tama ile ve şiddetli alâka ve muhabbet ile dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini kemâl-i şefkatle terbiye eden Hâlikını unutur. Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez. Ahlâk-ı seyyie içinde yuvarlanır.

İşte Ramazân-ı Şerîf’deki oruç, en gāfillere ve mütemerridlere zaafını ve aczini ve fakrını ihsâs ediyor. Açlık vâsıtasıyla midesini düşünüyor. Midesindeki ihtiyacını anlar. Zayıf vücûdu, ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin firavunluğunu bırakıp, kemâl-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlâhîye ilticâya bir arzu hisseder. Ve bir şükr-ü ma‘nevî eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır. Eğer gaflet kalbini bozmamış ise…

Ramazan-ı Şerif’teki orucun insan nefsini başıbozukluktan kurtarma ve ahlâkını güzelleştirme cihatine bakan güzel bir faydası şudur ki: İnsan nefsi dünya hayatının tatlı yönlerine daldıkça kendindeki aczi, fakrı ve kusurları unutur. Etten ve kemikten ibaret olduğunu, sıkıntılara ve musibetlere karşı ne kadar dirençsiz, zayıf olduğunu, sanki hiç ölmeyecek gibi gaflette yaşadığının farkına varamaz. Şiddetli bir hırs ve açgözlülük ile şiddetli bir alaka ve sevgi ile dünyaya çalışır. Bu sebepten de yaratıcısını,  hayatın verilme sebebini, hayatının neticesi olan ahiret hayatını unutur.

İşte Ramazan-ı Şerif’teki oruç en gafillere en inatçılara bile açlıkla zaafını aczini fakrını hissettirir. Birisinin şefkatine ve merhametine ne kadar ihtiyacı olduğunu gösterir. Bu hisler ile dergah-ı İlâhiyeye ve geri çevrilmeyeceği bir rahmet kapısına yönelir. Eğer evvelki gaflet hâli kalbini bozmamış ise…

6-  [2] شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذ۪ٓي اُنْزِلَ ف۪يهِ الْقُرْاٰنُ

Ramazân-ı Şerîf’in sıyâmı, Kur’ân-ı Hakîm’in nüzûlüne baktığı cihetle ve Ramazân-ı Şerîf, Kur’ân-ı Hakîm’in en mühim zaman-ı nüzûlü olduğu cihetindeki çok hikmetlerinden birisi şudur ki: Kur’ân-ı Hakîm, madem şehr-i Ramazânda nüzûl etmiş. O Kur’ân’ın zaman-ı nüzûlünü istihzâr ile o semâvî hitâbı hüsn-ü istikbâl etmek için, Ramazân-ı Şerîf’de nefsin hâcât-ı süfliyesinden ve mâlâya‘niyât-ı hâlâttan tecerrüd ve ekil ve şürbün terkiyle melekiyet vaz‘iyetine benzemek; ve bir sûrette o Kur’ân’ı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek; ve ondaki hitâbât-ı İlâhiyeyi güya geldiği ân-ı nüzûlünde dinlemek; ve o hitâbı Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan işitiyor gibi dinlemek; belki Hazret-i Cebrâîl’den, (as) belki Mütekellim-i Ezelî’den dinliyor gibi bir kudsî hâlete mazhar olur. Ve kendisi tercümanlık edip başkasına dinlettirmek ve Kur’ân’ın hikmet-i nüzûlünü bir derece göstermektir.

Ramazan-ı Şerif’te yer yüzü sanki bir mescit hükmüne geçmiş gibi, içerisinde milyonlar hafızlar ve ehli iman, bu ayda nâzil olan Kudsî fermanı çoklukla okuyorlar. Bu sebeple bu mübarek ayın diğer bir adı da Şehru-l Kur’ân yani Kur’ân ayıdır. Bizi Rabbimizin kelâmıyla buluşturan bir aydır.

7- Ramazan’ın sıyâmı, dünyada âhiret için ziraat ve ticaret etmeye gelen nev‘-i insanın kazancına baktığı cihetteki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Ramazân-ı Şerîf’de sevâb-ı a‘mâl, bire bindir. Kur’ân-ı Hakîm’in nass-ı hadîs ile her bir harfinin on sevabı var, on hasene sayılır, on meyve-i cennet getirir. Ramazân-ı Şerîf’de her bir harfin, on değil, bin; ve Âyetü’l-Kürsî gibi âyetlerin her bir harfi binler; ve Ramazân-ı Şerîf’in cum‘alarında daha ziyâdedir. Ve Leyle-i Kadir’de otuz bin hasene sayılır. Evet, her bir harfi otuz bin cinân-ı bâkî meyveler veren Kur’ân-ı Hakîm, öyle bir nûrânî şecere-i tûbâ hükmüne geçiyor ki, milyonlarla o bâkî meyveleri Ramazân-ı Şerîf’de mü’minlere kazandırır. İşte gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki, bu hurûfâtın kıymetini takdîr etmeyenler, ne derece hadsiz bir hasârette olduğunu anla!

Âhiret ticareti için dünyaya gönderilen insan, içerisinde Kadir gecesi gibi sevabı bol gecelerin ve ibadetlerin olduğu bu muazzam ayı, layıkıyla geçirebilirse, 80 küsür senelik ibadet kazancı elde edebilir. Buna dikkat çeken Üstad hazretleri Ramazân-ı Şerif’te her bir harfin, on değil, bin; ve Âyetü’l-Kürsî gibi âyetlerin her bir harfi binler; ve Ramazân-ı Şerîf’in Cumalarında daha ziyadedir, buyurmaktadır.

8- Ramazân-ı Şerîf, insanın hayat-ı şahsiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: İnsana en mühim bir ilaç nev‘inden maddî ve ma‘nevî bir perhizdir. Ve tıbben bir hımyedir ki, insanın nefsi yemek, içmek hususunda keyfemâyeşâ hareket ettikçe, hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi, hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, âdetâ ma‘nevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itâat etmek, o nefse güç gelir. Serkeşâne dizginini eline alır. Daha insan ona binemez. O insana biner. Ramazân-ı Şerîf’de oruç vâsıtasıyla bir nevi‘ perhize alışır. Riyâzete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Bîçâre zayıf mideye de hazımdan evvel yemek yemek üzerine doldurmak ile hastalıkları celb etmez. Ve emir vâsıtasıyla helâli terk ettiği cihetle, haramdan çekinmek için akıl ve şerîattan gelen emri dinlemeye kābiliyet peydâ eder. Hayat-ı ma‘neviyeyi bozmamaya çalışır. Hem insanın ekseriyet-i mutlakası açlığa çok def‘a mübtelâ olur. Sabır ve tahammül için bir idmân veren açlık ve riyâzete muhtaçtır. Ramazân-ı Şerîf’deki oruç on beş saat, sahursuz ise yirmi dört saat devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül ve bir riyâzettir ve bir idmândır. Demek beşerin musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün ilacı oruçdur.

Ramazan-ı şerifteki orucun şahsî hayatımıza sağladığı diğer bir fayda ise; İnsanın nefsi yemek, içmek hususunda dilediği gibi hareket ettikçe, hem maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi, hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, âdeta mânevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itâat etmek, o nefse güç gelir. Daha insan ona binemez. O insana biner. İşte bu vaziyetteki insan oruç ile maddi ve manevi perhize girer. Vücudu için, midesi için çok faydalar elde ettiği gibi kalbi için ruhu için de çok menfaatleri, oruç ile elde etmiş olur. Nefsine söz geçiren bir güce kavuşabilir.

9- Ramazân-ı Şerîf’in orucu doğrudan doğruya nefsin mevhûm rubûbiyetini kırmak ve aczini göstermekle, ubûdiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Nefis, Rabbisini tanımak istemiyor, firavunâne kendi rubûbiyet istiyor. Ne kadar azablar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte Ramazân-ı Şerîf’deki oruc, doğrudan doğruya nefsin firavunluk cebhesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fakrını gösterir. Abd olduğunu bildirir. Hadîsin rivâyetlerinde vardır ki: Cenâb-ı Hakk nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?” Nefis demiş: “Ben benim, sen sensin.” Azab vermiş, cehenneme atmış, yine sormuş.

Yine demiş:

اَنَا اَنَا، اَنْتَ اَنْتَ

Hangi nevi‘ azabı vermiş, enâniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azab vermiş, yani aç bırakmış.

Yine sormuş:

 مَنْ اَنَا وَمَٓا اَنْتَ

Nefis demiş:

 اَنْتَ رَبِّي الرَّح۪يمُ وَاَنَا عَبْدُكَ الْعَاجِزُ

Yani “Sen benim Rabb-i Rahîmimsin. Ben senin âciz bir abdinim.”

Evet, her nefsin bir firavuniyet tarafı vardır. Yani Rabbine ait sıfatları kendin de de varmış gibi zanneder. Kendi yapıyor kendi kazanıyor zanneder. İslam cemaatinin ahlakı olan “Nahnu (Biz)” demek yerine, nefsin su-i ahlakı gereği “Ene (Ben)” demeyi tercih eder. İşte Ramazan-ı Şerif’in orucu doğrudan doğruya nefsin bu yönüne darbe indirir.


[1] Mektubat, Hayrât Neşriyat, Isparta 2015, s.282 den itibaren...

[2] Bakara, 2/185


Yorum Yap

Yorumlar