Soru

Manevi Bir Hastalık Olan Gururun Çeşitleri, Sebepleri ve Risale-i Nur'dan Reçeteleri

Gurur hastalığına karşı Risale-i Nur'dan hangi kısımlar okunmalıdır? Bu hastalık nasıl tedavi edilir? Detaylı bir şekilde izah eder misiniz? 

Tarih: 31.01.2025 12:09:30
Okunma: 142

Cevap

Gururla alakalı Risâle-i Nur’da geçen yerleri incelersek şu başlıklara ulaşabiliriz. Önce sıralayıp, ardından izahlarına geçelim:

1) İslâmî ilimler hususundaki gurur

2) Hayatta elde edilen başarılar hususundaki gurur 

3) Kendisini başkalarına beğendirmeye çalışmak ve hataları kabul etmemek hususundaki gurur 

4) İlmî müzakerede gurur

5) Gururun sebebi, kişinin nefsini sevmesidir 

6) Makam sevgisi cihetiyle gurura kapılma 

7) Allah’ın dinine hizmet ederken dahi benlik ve gururdan kaçınmak

8) Müslümanlar arasında kıskançlığı netice veren gurur

9) Gayret zamanı geride, ücret zamanı önde olma cihetindeki gurur

10) İyilikler Allah’tan, kötülüklerin nefistendir

11) İnsanın kendisindeki kusurları görmek istememesi 

12) Gururun kaynağı

1) İslâmî İlimler Hususundaki Gurur

“Üçüncü Hastalık: Gururdur. Evet, gurur ile insan, maddî ve ma‘nevî kemâlâttan ve mehâsinden mahrum kalır. Eğer gurur sâikasıyla başkaların kemâlâtına tenezzül etmeyip kendi kemâlâtını kâfî ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. Böyle insanlar, ma‘lûmât ve keşfiyâtlarını daha yüksek görmekle, eslâf-ı izâmın irşâdât ve keşfiyâtlarından mahrum kalırlar. Ve evhâma ma‘rûz kalarak bütün bütün çizgiden çıkarlar. Halbuki eslâf-ı izâmın kırk günde elde ettikleri bir keşfiyâtı, bunlar kırk senede bulamazlar.”[1]

İzah: Gurur, insanın hem mânen hem de maddeten ilerlemesine ve gelişmesine mânî olur. Çünkü bir insan kendisinden daha mükemmel kişilerden istifade etmek yerine, gurur sebebiyle kendisini yeterli, hatta onlardan daha yüksek görse, pek çok hususta eksik kalır. Daha da kötüsü, bir insan İslâmî ilimler hususunda kendisini başkalarından ve geçmişte yaşamış büyük zâtlardan üstün görmeye başlasa, o zâtların rehberliğinden de mahrum kalır. Böylelikle tamamen İslâmî çizgiden uzaklaşmaya başlar ama farkında bile olmaz. Halbuki, böyle gururlu insanlar, geçmişte yaşamış büyük zâtların kırk günde elde ettikleri seviyeyi, kırk senede bile elde edemezler. Bu cihetle gururun ilmî olarak neler kaybettirdiğini ve ne gibi zararlar verdiğini iyice düşünen bir insan, ilmî gururdan kurtulur. İstifadesi artmaya başlar. 

2) Hayatta Elde Edilen Başarılar Hususundaki Gurur 

“ON SEKİZİNCİ SÖZ: Bu sözün iki makamı var. İkinci makamı daha yazılmamıştır. Birinci makamı “Üç Nokta” dır. Birinci Nokta:

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ٭ لَا تَحْسَبَنَّ الَّذ۪ينَ يَفْرَحُونَ بِمَٓا اَتَوْا وَيُحِبُّونَ اَنْ يُحْمَدُوا بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا فَلَا تَحْسَبَنَّهُمْ بِمَفَازَةٍ مِنَ الْعَذَابِ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ ٭

(Sakın zannetme ki o yaptıklarıyla sevinen, yapmadıkları şeylerle de övülmeyi arzu edenler, evet, sakın onları sanma ki azabdan kurtulacaklar! Çünki onlar için (pek) acı bir azab vardır.)[2]

Nefs-i emmâreme bir sille-i te’dîb.

Ey fahre meftun, şöhrete mübtelâ, medhe düşkün, hodbînlikte bî-hemtâ sersem nefsim! Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu; ve onlardan istifâde edenler, o çubuğa, o çekirdeğe medih ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir da‘vâ ise, senin dahi sana yüklenen ni‘metler için fahre, gurura belki bir hakkın var. Halbuki sen dâim zemme müstehaksın! Zîrâ o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz’-i ihtiyârın bulunmakla o ni‘metlerin kıymetlerini fahrin ile tenkîs ediyorsun. Gururunla tahrîb ediyorsun ve küfrânınla ibtâl ediyorsun ve temellükle gasb ediyorsun. Senin vazîfen fahir değil, şükürdür. Sana lâyık olan, şöhret değil, tevâzu‘dur, hacâlettir. Senin hakkın medih değil, istiğfârdır, nedâmettir. Senin kemâlin hodbînlik değil, hudâbînliktedir.

Evet, sen benim cismimde âlemdeki tabiata benzersin. İkiniz hayrı kabul etmek, şerre merci‘ olmak için yaratılmışsınız. Yani fâil ve masdar değilsiniz. Belki münfail ve mahalsiniz. Yalnız bir te’sîriniz var. O da hayr-ı mutlaktan gelen hayrı, güzel bir sûrette kabul etmemenizden şerre sebeb olmanızdır.

Hem siz birer perde yaratılmışsınız. Tâ güzelliği görülmeyen zâhirî çirkinlikler size isnâd edilip, Zât-ı Mukaddese-i İlâhiye’nin tenzîhine vesîle olasınız. Halbuki bütün bütün vazîfe-i fıtratınıza zıd bir sûret giymişsiniz, kābiliyetsizliğinizden hayrı şerre kalb ettiğiniz halde, Hâlikınızla güya iştirâk edersiniz. Demek nefisperest, tabiatperest, gayet ahmak, gayet zâlimdir.

Hem deme ki: “Ben mazharım. Güzele mazhar ise güzelleşir.” Zîrâ temessül etmediğinden, mazhar değil, memer olursun. Hem deme ki: “Halk içinde ben intihâb edildim. Bu meyveler, benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.” Hayır, hâşâ!

Belki herkesten evvel sana verildi. Çünkü herkesten ziyâde sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan, en evvel senin eline verildi. (Hâşiye: Hakîkaten ben de, bu münâzarada Yeni Said nefsini bu derece ilzâm ve iskât etmesini çok beğendim ve “Bin bârekellâh” dedim.”[3]

İzah: Nefis her zaman gurura, şöhrete, övülmeye ve bencilliğe düşkündür. Halbuki dünyevî maharet sahiplerinin övülmesi doğru bir şey olsaydı, en başta bir incir çekirdeği veya kuru bir asma çubuğuna övgüler yağdırıp hürmet etmemiz gerekirdi. Çünkü küçücük bir incir çekirdeğinden devasa bir incir ağacı, kupkuru bir asma çubuğundan onlarca salkım sulu üzüm taneleri çıkmaktadır. Ama aklı başında olan insanlar, incir çekirdeğine veya asma çubuğuna teşekkür veya hürmet etmek yerine, o nimetleri o küçücük sebeplere bağlayan, hakiki nimet verici olan Cenâb-ı Hakk’a şükrediyorlar. O halde bizler de üzerimizde görünen bir kısım güzel halleri kendimizden bilip gururlanmak yerine, onları bizim üzerimizde Cenâb-ı Hakk’ın yarattığını bilip şükretmeliyiz. 

Nefis, gururlanmak şöyle dursun tam tersine kötülenmeye layıktır. Çünkü o çekirdek veya çubuk meydana getirdikleri mükemmel nimetlerle gurulanmaz ve onları sahiplenmezler. Tam tersine bizlere takdim ederler. Nefis ise o çekirdek ve çubuğa göre çok daha basit işler ortaya koymasına rağmen, onlarla gururlanarak sahiplenmeye çalışır. Bu şekilde gururlanan bir insan, o çekirdek ve çubuktan çok daha aşağı bir seviyeye inmiş olur. Halbuki nefse düşen, şöhret değil alçak gönüllü olmaktır. Övünmek değil istiğfar etmektir. Bencillik değil kulluktur. 

Nefis ile tabiat bu anlamda birbirine benzemektedirler. Nasıl ki tabiat aslında Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı kanunlar topluluğu iken, bir kısım insanlar tarafında yaratıcı zannedilmiş. Öyle de nefis de Cenâb-ı Hakk’ın nimetlerinin üzerinde göründüğü bir varlık iken, o nimetlerin sahibi zannedilmeye başlanmış. Nefsin elinden gelen tek bir iş vardır ki, o da kendisine verilen nimetlerin Cenâb-ı Hakk’tan geldiğini kabul etmeyerek, yanlışa girmektir. Demek ki nefis, sadece kötülüklere kaynak olmaktadır. Bütün güzellikler Rabbimizdendir. O halde insanın, elde ettiği maddî ve manevî başarılar için hiç bir şekilde gururlanmaya hakkı yoktur. 

Eğer insanın nefsi derse ki; “Bu nimetleri Rabbim bana ihsan ettiğine göre, demek ki insanlar içerisinde ben seçilmişim. Ben seçildiğime göre demek ki benim bir meziyetim, bir üstünlüğüm var.” Buna cevâben nefsimize şöyle diyebiliriz; “Tam tersine, bütün insanlar içinde bu hususta en çok eksiği olan, en ihtiyaçlı olan benmişim ki, bu nimetler bana ihsan edilmiş.” Böylelikle nefsin bu cihetle gelen gururundan da kurtulmuş oluruz. 

3) Kendisini Başkalarına Beğendirmeye Çalışmak ve Hataları Kabul Etmemek Hususundaki Gurur 

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يم Bu parçanın herkese fâidesi vardır.

اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ[4] âyetinin meâli: “Nefis dâimâ kötü şeylere sevkeder.” Hemاَعْدٰي عَدُوِّكَ نَفْسُكَ الَّت۪ي بَيْنَ جَنْبَيْكَ[5] hadîs-i şerîfinin ma‘nâsı: “Senin en zararlı düşmanın nefsindir.” Bu hadîs-i şerîfin bir nüktesidir. Tezkiyesiz nefs-i emmâresi bulunmak şartıyla kendi nefsini beğenen ve seven adam, başkasını sevmez. Zâhirî sevse de, samîmî sevmez, belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever. Dâimâ kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır. Kusuru nefsine almaz, belki avukat gibi kendini müdâfaa ve tebrie eyler. Mübâlağalarla, belki yalanlarla nefsini medih ve tenzîh ederek, âdetâ nefsini takdîs eder. Derecesine göre مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُ (Nefsinin) arzusunu kendisine ilâh edinen)[6] âyetinin bir tokadını yer.

Nefsin temeddühü ve sevdirmesi ise, aksül’amel ile istiskāli celbeder, soğuk düşürtür. Hem amel-i uhrevîde ihlâsı kaybeder. Riyâyı karıştırır.”[7]

İzah: “Nefis daima kötülüğü emredicidir” âyeti ve “Senin en zararlı düşmanın nefsindir” hadîs-i şerîfi işaret eder ki, kendini seven kişi, başkalarını sevemez. Sevse de samimi olarak değil, menfaati için sever. Sürekli kendisini başkalarına beğendirmeye çalışır. Bir yanlış yapsa, hatasını kabul etmez. Nefsini avukat gibi savunur. Temize çıkarmaya çalışır. Bunu yaparken gerekirse yalan da söyler. Hatta âyette geçen, nefsinin arzularını kendisine ilah edinme hâline uymaya başlar. 

Bu halden kurtulabilmenin çaresi, şu hakikati akıldan hiç çıkarmamaktır. Gururlu olan ve sürekli kendisini metheden bir insan, başkaları tarafından aşağılanır. Hiç kimse ona yüz vermez. İnsanlardan ona soğuk davranır. Toplumda beğenilmez. Dolayısıyla istediğinin tam tersiyle muamele görmüş olur. Beğenilmek isterken dışlanmaya başlar. İşte bu hakikati bilen bir insan, yavaş yavaş gururu bırakıp tevazuya yönelir. Çünkü anlar ki ne kadar mütevazi olursa çevresi tarafından o kadar çok sevilir. 

Ayrıca gururu sebebiyle amellerine de riya ve gösteriş karıştığını, ihlâsı kırdığını anlayan insan, ahiretteki ebedî nimetleri kaybetmemek için yine gururu terk eder. 

4) İlmi Müzakerelerde Gurur

“Evvelen: Bu çeşit mesâili münâkaşa etmenin birinci şartı, insaf ile, hakkı bulmak niyetiyle, inâdsız bir sûrette, ehil olanların mâbeyninde, sû’-i telakkîye sebeb olmadan müzâkeresi câiz olabilir. O müzâkere hak için olduğuna delil şudur ki, eğer hak muârızın elinde zâhir olsa, müteessir olmasın. Belki memnun olsun. Çünkü bilmediği şeyi öğrendi. Eğer kendi elinde zâhir olsa, fazla bir şey öğrenmedi. Belki gurura düşmek ihtimâli var.”[8]

İzah: Bazen yapılan ilmî müzakerelerde, insan kendi fikrinin doğru olduğunu karşı tarafa kabul ettirmek için çaba sarf eder. Böyle durumlarda müzakerenin, hakikatin ortaya çıkması için yapıldığının delili şu ölçüdür: Eğer kişi müzakerede haklı çıkarsa sevinmemelidir. Çünkü yapılan ilmî müzakere neticesinde yeni bir şey öğrenmemiş oldu. Ayrıca haklı çıktığı için gurura kapılma ihtimali de doğmuş oldu. Tam tersine, bir insan müzakereyi kaybettiğinde sevinmelidir. Çünkü hem yeni bir ilmî hakikat öğrenmiş oldu hem de kaybettiği için gurura kapılma ihtimali tamamen hiçe indi. Bu şuurla yapılan ilmî müzakerelerde gurur cihetinde sıkıntı çıkmaz, selâmetlidir. 

5) Gururun Sebebi, Kişinin Nefsini Sevmesidir 

“Ve kezâ, seni nefsini sevmeye sevk eden esbâbın “Birincisi: Bütün lezzetlerin mahzeni nefistir. İkincisi: Vücûdun merkezi ve menfaatin ma‘deni nefistir. Üçüncüsü: İnsana en karîb ve en yakın nefistir” diyorsun. Pekâlâ! O fânî lezzetlere mukābil, lezâiz-i bâkiyeyi veren Hâlik’ı daha ziyâde ubûdiyetle sevmek lâzım değil mi?”[9]

İzah: Gururun kaynağı olan, nefse aşırı sevgi besleme hissinin 3 ana sebebi vardır. Birincisi, bütün lezzetlerin kaynağının nefis olması; ikincisi, menfaatlerin kaynağının nefis olması; üçüncüsü ise, insana en yakın varlığın nefis olmasıdır. Bu durumda, nefse olan sevginin Cenâb-ı Hakk’a yönlendirilmesi için şöyle bir çözüm bulunabilir: 

Eğer insan, nefsinin ona dünyada verdiği geçici ve elemli lezzetlere karşılık, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine sonsuz ve elemsiz lezzetler vereceğini tam olarak anlasa, nefsini sevmeyi bırakıp, Rabbini kulluk vasıtasıyla sevmeye başlar. Yukarıdaki üç sebep de ortadan kalkar. Hakîkî lezzet ve menfaatin kaynağı, kulluk olduğunu bilir. Kendisine en yakın zâtın, Cenâb-ı Hakk olduğunu idrak eder. Böylelikle nefsini sevmekten ve gururdan kurtulmuş olur. 

6) Makam Sevgisi Cihetiyle Gurura Kapılma 

Rızâ-yı İlâhî ve iltifât-ı Rahmânî ve kabûl-ü Rabbânî öyle bir makamdır ki, insanların teveccühü ve istihsânı, ona nisbeten bir zerre hükmündedir. Eğer teveccüh-ü rahmet varsa, yeter.”[10]

“İnsanların teveccühü, o teveccüh-ü rahmetin in‘ikâsı ve gölgesi olmak cihetiyle makbûldür. Yoksa arzu edilecek bir şey değildir. Çünki kabir kapısında söner, beş para etmez.”[11]

İzah: İnsan, nefsi gereği makam sahibi olmayı, insanların iltifat ve beğenisini kazanmayı arzu eder. Bu hastalığın ilacı ise şudur: Bir insanın kazanabileceği en büyük makam, (mümkün değil ama) dünyadaki bütün insanların beğenisini kazanmak olabilir. Mantıken daha fazlasını yapamaz. Fakat bütün kâinatın Rabbi ve ebedi cennet saraylarının sahibi olan Cenâb-ı Hakk’ın rızasını, kabulünü, iltifatını kazanmak, bundan çok daha büyük bir makamdır. Hatta kıyas bile edilemez. Bütün insanlığın bizi beğenmesi, bir zerre hükmünde kalır. 

Ayrıca dünyevî makam ve iltifatlar ancak kabir kapısına kadar devam edebilir. Kabrin arkasındaki ebedi hayatımızda bize beş para faydası bulunmayacaktır. 

İşte bu iki hakikati idrak edebilen bir kişi, makam sevgisi hususundaki gururdan da kurtulmuş olur. 

7) Allah’ın Dinine Hizmet Ederken Dahi Benlik ve Gururdan Kaçınmak

“Biliniz ki, şu asırda ehl-i dalâlet eneye binmiş, dalâlet vâdilerinde koşuyor. Ehl-i Hakk bilmecbûriye eneyi terk etmekle hakka hizmet edebilir. Enenin isti‘mâlinde haklı dahi olsa, mademki ötekilere benzer. Ve onlar da onları kendileri gibi nefisperest zannederler. Hakkın hizmetine karşı bir haksızlıktır.”[12]

İzah: Asrımızda benlik ve gururu en çok kullananlar, ehl-i dalalet denilen doğru yoldan ve haktan sapmış insanlardır. Bu sebeple Allah’ın dinine hizmet etmek ve hak yolda yürümek isteyen kişiler, muhakkak benlik ve gururu terk etmelidir. Çünkü bir kişi haklı bile olsa, İslâm’a hizmet ederken veya hak yolda ilerlerken benliği ile hareket ederse, hak için üstün gelmeye çalışırsa, ehl-i dalalete benzeyeceği için, nefsiyle hareket ediyor gibi zannedilir. Bu da hakka hizmet etme fiiline set çeker. Bu tehlikeyi bilen bir hizmet eri, haklı olsa bile benliğini ortaya koymaz, koymamalıdır. 

8) Müslümanlar Arasında Kıskançlığı Netice Veren Gurur 

“Kardeşlerim! Enâniyetin işimizde en tehlikeli ciheti kıskançlıktır. Eğer sırf lillâh için olmazsa, kıskançlık müdâhale eder, bozar. Nasıl ki bir insanın bir eli bir elini kıskanmaz. Ve gözü kulağına hased etmez. Ve kalbi aklına rekābet etmez. Öyle de, bu hey’etimizin şahs-ı ma‘nevîsinde her biriniz bir duygu, bir a‘zâ hükmündesiniz. Birbirinize karşı rekābet değil, bil’akis birbirinizin meziyetiyle iftihâr etmek, mütelezziz olmak, bir vazîfe-i vicdâniyenizdir.”[13]

“Ey kardeşlerim! Kur’an-ı Hakîm’in hizmetindeki mesleğimiz hakikat ve uhuvvet olduğu ve uhuvvetin sırrı; şahsiyetini kardeşler içinde fâni edip (Hâşiye) onların nefislerini kendi nefsine tercih etmek olduğundan, mabeynimizde bu nevi hubb-u câhtan gelen rekabet tesir etmemek gerektir. Çünkü mesleğimize bütün bütün münafîdir. Madem kardeşlerin şerefi umumiyetle her ferde ait olabilir; o büyük şeref-i manevîyi, şahsî, hodfüruşane, rekabetkârane, cüz’î bir şerefe ve şöhrete feda etmek; Risale-i Nur şakirdlerinden yüz derece uzak olduğu ümidindeyim.

Hâşiye: Evet, bahtiyar odur ki kevser-i Kur’anîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için bir buz parçası nevindeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir.”[14]

İzah: Müslümanlar ve özellikle îman ve Kur’ân hizmetiyle meşgul olanlar için, benlik ve gururun en tehlikeli kısmı, kıskançlıktır. Yapılan bir ibadet veya bir hizmet eğer sırf Allah’ın rızası için olmazsa, kıskançlık dahil olabilir. Bunun ilacı ise şu hakikattir: Nasıl ki insanın bir eli diğer elini kıskanmaz, gözü kulağına karşı çekememezlik yapmaz, kalbi aklına karşı rekabet etmez. Öyle de, aynı dinin hizmetkârı olan kişiler bir bedendeki âzâlar, organlar, his ve duygular gibidir. Birbirine karşı rekabet etmek, kıskanmak şöyle dursun, birbirinin başarısıyla, üstünlüğüyle, güzel halleriyle iftihar ederler. Hatta lezzet alırlar. Çünkü herkes aynı hedefe, aynı davaya yönelik çalışmaktadır. Elde edilen toplu başarıdan ve sevaptan herkes istifade edecektir. Bu hakikati anlayabilen bir kişi, hiçbir şekilde arkadaşlarını kıskanmaz. Gururun bu kısmından da kurtulmuş olur. 

Bir buz parçası bir havuza atıldığında, (eğer mümkün olsa) buz olarak kalırsa, sadece kendi kütlesi kadar bir varlığı olur. Ama eğer o buz parçası kendi benliğinden vazgeçip, o havuz içinde eriyip suya dönüşse, o zaman âdeta bütün havuzun büyüklüğü kadar bir kütleye sahip olur. Yani benliği ile hareket ederse küçük kalırken, benliğinden vazgeçip “biz” derse çok daha büyük bir varlığa dönüşür. 

Aynen bu misal gibi, Allah yolunda hizmet edenler, eğer birlik, beraberlik, kardeşlik ve ihlas ile hareket ederlerse, yapılan hizmetlerin hepsinden meydana gelen bütün sevap, her bir kardeşin defterine yazılabilir. Bu hakikati bilen bir insan, nefsine ve gururuna yenilip, rekabete girip, kendi sahip olduğu küçücük bir şöhreti bu büyük ve ebedi makamlara tercih etmez. 

9) Gayret Zamanı Geride, Ücret Zamanı Önde Olma Cihetindeki Gurur

“İkinci Hatve: Nefis hizmet zamanında geri kaçar. Ücret vaktinde ileri safa hücum ediyor. Bu mertebede onun tezkiyesi, yaptığı fiili aksetmekle olur. Yani işe, hizmete ileriye sevkedilmeli, ücret tevziinde geriye bırakılmalıdır.”[15]

İzah: Bir hizmet yapılacağı zaman, nefis işten kaçmaya çalışır. “Ben kendimi yormayayım, başkaları yapsın.” diye düşünür. Mesela 4-5 arkadaş kendi aralarında haftada bir toplanıp Kur’ân-ı Kerîm öğrenme çalışması yaparlarken, bir kişi nefsine uyup bu dersleri aksatır. Ara ara, nadiren katılır bu çalışmaya. Ama iş, yapılan bu çalışmayı etrafta anlatmaya gelince, en çok da o arkadaş konuşur. “Biz her hafta toplanıp şöyle çalışıyoruz, böyle öğreniyoruz.” diye uzun uzun anlatır. Buradaki amaç, bu çalışmanın dünyadaki ücreti olan, insanların beğenisini ve takdirini kazanma haline talip olmaktır. 

Aslında olması gereken ise, gayret ve çalışmakta ileri, ücrette geri olabilmektir. Yani aynı misal üzerinden devam edersek, haftalık Kur’ân-ı Kerîm öğrenme derslerini hiç kaçırmamak, ama bundan bahsederken de övünmeden, gururlanmadan “Eh işte elimizden geldiği kadar bir şeyler yapmaya çalışıyoruz.” gibi mütevazi cümlelerle basitçe ifade etmektir. 

10) İyilikler Allah’tan, Kötülükler Nefistendir

“Üçüncü Hatvede: مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ (Sana isâbet eden her iyilik Allah’tandır; sana isâbet eden her kötülük ise nefsindendir.)[16] dersini verdiği gibi; nefsin muktezası, daima iyiliği kendinden bilip fahr ve ucbe girer. Bu hatvede, nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehasin ve kemalâtını, Fâtır-ı Zülcelal tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamdetmektir. Şu mertebede tezkiyesi, قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا (Onu (o nefsini, günahlardan) temizleyen muhakkak kurtulmuştur!)[17] sırrıyla şudur ki: Kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmektir.”[18]

İzah: Nefis daima iyilikleri, güzellikleri, hayırları kendisinden bilir. Bununla gururlanarak, yavaş yavaş yaptığı salih amellere güvenmeye başlar. Halbuki âyet-i kerîmede hayır ve iyiliklerin Cenâb-ı Hakk’tan, kötülüklerin ise nefsimizden olduğu bildirilir. Yani biz nefsimize baktığımızda sadece kusur, eksiklik ve acizlik görmeliyiz. Hayır ve iyilikleri ise Rabbimiz tarafından bize ihsan edilen nimetler olarak bilmeliyiz. Gururlanmak yerine şükür, övünmek yerine hamd etmeliyiz. Burada gururdan kurtulmanın çaresi; âyetin ifadesiyle nefsimizi günahlardan temizlemektir. Yani bir kişi kendisini ne kadar eksik ve kusurlu görürse o kadar olgunlaşır, ne kadar aciz görürse o kadar güçlenir ve ne kadar fakir görürse manevi olarak o kadar zenginleşir. 

11) İnsanın Kendisindeki Kusurları Görmek İstememesi

“İkinci Nokta: Şeytanın mühim bir desisesi: İnsana kusurunu itiraf ettirmemektir. Tâ ki, istiğfar ve istiaze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enaniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin; âdeta taksirattan takdis etsin.

Evet şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de, yüz tevil ile tevil ettirir. وَ عَيْنُ الرِّضَا عَنْ كُلِّ عَيْبٍ كَلِيلَةٌ sırrıyla: Nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiaze etmez; şeytana maskara olur. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir Peygamber-i Âlîşan, وَمَا اُبَرِّئُ نَفْسِى اِنَّ النَّفْسَ َلاَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ اِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّى (Hâlbuki (ben) nefsimi temize çıkarmıyorum. Muhakkak ki nefis, dâimâ kötülüğü emredicidir; ancak Rabbimin merhamet ettiği (koruduğu kimse) müstesnâ.)[19] dediği halde, nasıl nefse itimad edilebilir? Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur.

Kusurunu görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, afva müstehak olur.”[20]

İzah: Şeytanın en önemli tuzaklarından birisi de, insana kusurunu göstermemektir. Böylelikle hata yapan bir insan istiğfar etme ve bu hatalardan veya şeytandan Cenâb-ı Hakk’a sığınma ihtiyacı hissetmez. Nefis gururlanarak kendisini avukat gibi müdafaa etmeye ve bütün kusurlardan temiz görmeye başlar. 

Bu şekilde şeytandan ders alan bir nefis, kusurlarını görmek istemez. Görse de, başka anlamlar vererek yorumlamaya, olayı başka tarafa çekmeye, onların hata olmadığını izah etmeye çalışır. Bu sebeple istiğfar etmez, Rabbine sığınmaz ve şeytana maskara olur. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi büyük bir peygamber, “Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Muhakkak ki nefis, dâimâ kötülüğü emredicidir.” dediği halde, nasıl nefse itimad edilebilir? Nefsini kusurlu gören, kusurunu itiraf eder. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, Rabbine sığınır. Rabbine sığınan, şeytanın şerrinden kurtulur.

Kusurunu görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Kusurunu itiraf etmemek, büyük bir eksikliktir. İnsan kusurunu görse, o kusur kusur olmaktan çıkar; itiraf etse, affedilmeye layık bir hâle gelir.

12) Gururun Kaynağı

“Sual: Neden tekebbür küçüklük alâmetidir?”

“Cevap: Zîrâ her bir insan için, içinde görünerek ve onunla nâsı temâşâ edecek bir mertebe-i haysiyet ve şöhret vardır. İşte o mertebe, eğer kāmet-i isti‘dâdından daha yüksek ise, o, o seviyede görünmek için tekebbür ile ona uzanıp, tetâvül ve tekebbür edecektir. Şâyet kıymet ve istihkākı daha bülend ise, tevâzu‘ ile takavvüs edip ona eğilecektir.”[21]

İzah: Her insanın itibar cihetiyle kendisini toplum hayatı içinde görmek istediği bir konum vardır. Bu konum eğer o insanın seviyesinden daha yüksekte ise, o makama ulaşabilmek için kendisini olduğundan daha büyük, daha başarılı, daha olgun, daha mükemmel göstermesi gerekecektir. Ama tam tersi, o insan, o konumdan daha değerli bir kişiliğe sahipse, bu sefer de o konumun seviyesine inmek için tevazu gösterecektir. 

Bu mecâzî örnekten anlaşılıyor ki, bir insan gururlanıyorsa onun düşük seviyeli bir kişi olduğuna; tevazu gösteriyorsa aslında çok kıymetli bir insan olduğuna delildir.


[1] Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevî-i Nuriye, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.60

[2] Âl-i İmrân, 3/188

[3] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul 2013, s.89-90

[4] Yûsuf(as), 12/53

[5] Keşf’ül-Hafâ, c.1, s.143

[6] Câsiye, 45/23

[7] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Hayrât Neşriyat, Isparta 2015, s.315-316

[8] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat-1, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul 2013, s.229

[9] Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevî-i Nûriye, Hayrât Neşriyat, Isparta 2015, s.204

[10] Bediüzzaman Said Nursi, Mektûbât-2, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul 2012, s.297

[11] Bediüzzaman Said Nursi, Mektûbât-2, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul 2012, s.298

[12] Bediüzzaman Said Nursi, Mektûbât-2, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul 2012, s.310

[13] Bediüzzaman Said Nursi, Mektûbât-2, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul 2012, s.311

[14] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Hayrât Neşriyat, Isparta 2015, s.173

[15] Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevî-i Nûriye, Hayrât Neşriyat, Isparta 2015, s.198

[16] Nisâ, 4/79

[17] Şems, 91/9

[18] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul 2013, s.87

[19] Yûsuf(as), 12/53

[20] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Hayrât Neşriyat, Isparta 2015, s.89

[21] Bediüzzaman Said Nursi, Mektûbât-2, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul 2012, s.391


Yorum Yap

Yorumlar