Soru

Risale-i Nur'da Zikir ve Evradla Alakalı Kısımlar

Risale-i Nur'da zikrin ehemmiyeti ve fazilei ile alaklı yerler var mı? Varsa oralarda zikir meselesi nasıl geçmekte? Hangi yerlerde geçmekte? 

Tarih: 30.05.2025 09:06:00

Cevap

Risale-i Nur'da zikir ve evradlar ile alakalı bir çok yer bulunmaktadır. Bunlardan bazıları şöyledir;

Evrad ve Zikir ile Meşgul Olmanın Ehemmiyeti

İ‘lem eyyühe’l-azîz! (Bil ey aziz!) Tohum olacak bir habbenin (tane) kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sünbüllenip neşv ü nemâ (büyüyüp gelişme) bulamaz. Ölür gider. Kezâlik (aynı şekilde), ene (benlik) ile ta‘bîr edilen enâniyetin (benlik duygusunun) kalbi, “Allah Allah” zikrinin şuâ‘ (ışığı) ve harâretiyle (harareti, sıcaklığı) yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlik-ı arz ve semâvâta (yer ve göklerin yaratıcısına) isyan edemez. O zikr-i İlâhî (Allah’ın zikri) sâyesinde ene mahvolur.

İşte Nakşîlerin zikir hususunda ittihâz ettikleri (benimsedikleri) zikr-i hafî (gizli zikir) sâyesinde, kalbin fethiyle, ene ve enâniyet mikrobunu öldürmeye ve şeytanın emirberi (emir kulu) olan nefs-i emmârenin (kötülüğü emreden nefis) başını kırmaya muvaffak olmuşlardır (başarılı olmuşlardır).

Kezâlik (aynı şekilde), Kādirîler (Kadirî tarikatına mensup olanlar) de zikr-i cehrî (açık, yüksek sesli zikir) sâyesinde, tabiat tâğūtlarını (doğal olayların ilahlık iddiasındaki sapık fikirlerini) târ u mâr etmişlerdir.[1]

Evrad ile Meşguliyet Yorgunluk ile Sıkıntıları Hiçe İndirir

Bu Ramazân-ı Şerîf’de, Kur’ân’ı zevk ve şevk ile okumaya benim çok ihtiyacım vardı. Halbuki elemli hastalığın, maddî ve ma‘nevî sıkıntıların, yorgunluğun ve meşgalelerin (uğraşların) te’sîriyle (etkisiyle) telâş ettim. Birden Husrev’in şirin kalemiyle yazdığı mu‘cizâtlı (Allah’ın mucizelerinin göründüğü) cüz’ler (bölümleri); ve mu‘cizâtlı ve Hâfız Ali ve Tâhirî’ye pek çok sevap kazandıran parlak ve kerâmetli Hizbü’l-Ekber-i Kur’ânî’yi (Kur’an’dan derlenmiş büyük dua bölümü) birbiri arkasından okumaya başladım. Öyle bir zevk ve şevk verdi ki, bütün o yorgunluklarımı hiçe indirdi.[2]

Evrad ve Zikirler Ruhun ve Kalbin Terakkisinin Anahtarlarıdır

Bu seyr ü sülûk-ü kalbînin (kalbin manevî yolculuğunun) ve hareket-i rûhâniyenin (ruhanî ilerleyişin) miftâhları (anahtarları) ve vesîleleri (vasıtaları, araçları), zikr-i İlâhî (Allah’ı anmak) ve tefekkürdür.

Ve bu zikir ve fikrin mehâsini (güzellikleri, üstün nitelikleri), ta‘dâd ile (saymakla) bitmez. Hadsiz (sonsuz) fevâid-i uhreviyeden (ahirete dair faydalardan) ve kemâlât-ı insaniyeden (insanî olgunluklardan) kat‘-ı nazar (bir kenara bırakılarak), yalnız şu dağdağalı hayat-ı dünyeviyeye (kargaşalı dünya hayatına) âit cüz’î (küçük, kısmî) bir fâidesi şudur ki:

Her insan, hayatın dağdağasından (karmaşasından) ve ağır tekâlîfinden (yüklerinden, sıkıntılarından) bir derece kurtulmak ve teneffüs etmek (nefes almak, rahatlamak) için her hâlde bir teselli (rahatlatıcı şey) ister, bir zevki arar. Ve vahşeti (yalnızlığı, iç sıkıntısını) izâle edecek (giderecek) bir ünsiyeti (yakınlık, samimiyet) taharrî eder (aramaya koyulur).

Medeniyet-i insaniye (insan medeniyeti) neticesindeki ictimâât-ı ünsiyetkârâne (sosyal yakınlaşmalar, samimi topluluklar), on insanda bir ikisine muvakkat olarak (geçici şekilde), belki gafletkârâne (dalgınlıkla) ve sarhoşçasına bir ünsiyet (yakınlık) ve bir ülfet (alışkanlıkla oluşan bağlılık) ve bir teselli verir.

Fakat yüzde sekseni ya dağlarda, derelerde münferid (yalnız başına) yaşıyor, ya derd-i maîşet (geçim sıkıntısı) onu ücrâ köşelere sevk ediyor, ya musibetler (sıkıntılar, belalar) ve ihtiyârlık (yaşlılık) gibi âhireti düşündüren vâsıtalar cihetiyle (ölümü ve ahireti hatırlatan sebepler dolayısıyla) insanların cemâatlerinden gelen ünsiyetten (toplumsal yakınlıktan) mahrumdurlar. O hâl onlara ünsiyet (yakınlık) verip teselli etmez.

İşte böylelerin hakîkî tesellisi (gerçek tesellisi) ve ciddî ünsiyeti (derin manevî yakınlığı) ve tatlı zevki, zikir ve fikir vâsıtasıyla (Allah’ı anmak ve tefekkür yoluyla) kalbi işletmektir;

O ücrâ köşelerde, o vahşetli dağ ve sıkıntılı derelerde kalbine müteveccih olup (yönelip), “Allah” diyerek kalbiyle ünsiyet edip (manevî yakınlık kurup), o ünsiyet ile, etrafında vahşetle ona bakan eşyâyı, ünsiyetkârâne tebessüm vaz‘iyetinde (sanki tebessüm eder gibi bir yakınlıkla) düşünüp: “Zikrettiğim Hâlıkımın (Yaratıcımın) hadsiz ibâdı (sonsuz kulları) her tarafta bulunduğu gibi, bu vahşetgâhımda (yalnız kaldığım bu yerde) da çokturlar; ben yalnız değilim, tevahhuş (yalnızlıktan doğan korku) ma‘nâsızdır” diyerek, îmânlı bir hayattan ünsiyetli bir zevk alır. Saadet-i hayatiye (gerçek hayat saadeti) ma‘nâsını anlar, Allah’a şükreder.[3]

Namazdan Sonraki Zikirlerin Ehemmiyeti

“Namazdan sonraki tesbîhâtlar (subhanallah, elhamdülillah, Allahu ekber gibi zikirler), tarîkat-i Muhammediyedir (asm) (Hz. Muhammed'in [asm] izlediği manevî yol, sünnet-i seniyyenin bir parçasıdır). Ve velâyet-i Ahmediyenin (asm) (Hz. Peygamber'in [asm] velâyet makamına dair manevî derecesinin) bir evrâdıdır (düzenli zikirlerindendir). O nokta-i nazarda (bakış açısından) ehemmiyeti (önemi) büyüktür.”[4]

“Ve velâyet-i Ahmediye (asm) (Hz. Muhammed'in manevî yönü, evliyalığı) ve ubûdiyet-i Muhammediye (asm) (Hz. Muhammed’in kulluk yönü) cihetinde (açısından), öyle bir dâire-i zikirde (zikir halkasında) namazdan sonraki bir tarîkat-i Muhammediyenin (asm) (Hz. Peygamber’e ait manevî yolun) virdidirler (zikridirler) ki, her namaz vaktinde yüz milyondan ziyâde mü’minler beraber o halka-i kübrâ-yı zikirde (büyük zikir halkasında), ellerinde tesbîhler , otuz üç def‘a: Subhânallâh, otuz üç defa Elhamdülillâh; otuz üç def‘a Allâhu ekber tekrar ederler. İşte böyle gayet muhteşem bir halka-i zikirde (zikir halkasında), sâbıkan beyân ettiğimiz gibi (önceden açıkladığımız gibi) hem Kur’ân’ın, hem îmânın hem namazın hulâsaları (özetleri) ve çekirdekleri olan o üç kelime-i mübârekeyi (mübarek kelimeleri) namazdan sonra otuz üçer def‘a okumak, ne kadar kıymetli ve sevablı olduğunu elbette anladınız.[5]

Evrad ve Zikirlerin En Güzeli

Şu kısa tarîkin (manevî yol, tarikatin) evrâdı (devamlı yapılan zikir, dua ve ibadetler) ittibâ‘-ı sünnettir (sünnete uymaktır). Ferâizi (farz ibadetleri) işlemek, kebâiri (büyük günahları) terk etmektir. Ve bilhassa namazı ta‘dîl-i erkân (rükünleri yerli yerince ve düzgün bir şekilde yerine getirme) ile kılmak, namazın arkasındaki tesbîhâtı (namaz sonrası yapılan tesbih ve zikirleri) yapmaktır.[6]

Nasıl ki risâlete (peygamberliğe) inkılâb eden (dönüşen) velâyet-i Ahmediye (asm) (Hz. Muhammed’in manevî, velilik yönü) bütün velâyetlerin (evliyalık makamlarının) fevkındedir (üstündedir); öyle de, o velâyetin tarîkati (manevî yolu) de ve o velâyet-i kübrânın (en büyük velâyetin) evrâd-ı mahsûsası (özel zikirleri, duaları) olan farz namazların akîbindeki (farz namazlardan sonraki) tesbîhâtlarda, o derece sâir tarîkatlerin (diğer tasavvuf yollarının) ve evrâdların (zikir ve duaların) fevkındedir (üstündedir).[7]

Resûl-Ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan Mervî (Rivayet Edilen) Olan Virdler Nurludur.

İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî (ra) (Hicrî ikinci binyılın müceddidi) diyor ki:

“Ben seyr ü sülûk-ü rûhânîde (manevî yolculuk ve ruhî terbiye sürecinde) görüyordum ki, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan mervî (rivayet edilen, nakledilen) olan kelimât (sözler) nûrludur. Sünnet-i seniyye (Hz. Peygamber’in yol ve uygulamaları) şuâı (ışığı, parıltısı) ile parlıyor. Ondan mervî olmayan parlak ve kuvvetli virdleri (devamlı okunan zikir ve duaları) ve hâlleri (manevî halleri) gördüğüm vakit, üstlerinde o nûr yoktu. Bu kısmın en parlağı, evvelkinin (yani Hz. Peygamberden gelen virdlerin) en azına mukābil (denk) gelmiyordu. Bundan anladım ki, sünnet-i seniyyenin şuâı (ışığı) bir iksirdir. Hem o sünnet, nûr isteyenlere kâfîdir (yeterlidir). Hâricinde (onun dışında) nûr aramaya ihtiyaç yoktur!”[8]

Zikirleri Sesli Yapmak

Bu gece evrâd (zikir) ile meşgul olurken, nöbetçiler ve başkaları işitiyordular. Kalbime geldi ki: “Bu ızhâr (açığa vurmak), sevabını noksân (eksik) etmiyor mu?” diye telâş ettim. Birden Huccetü’l-İslâm (İslam’ın delili, büyük âlimlere verilen unvan) İmâm-ı Gazâlî’nin (ra) meşhur (ünlü) bir sözü hatırıma geldi. Demiş: “Bazen ızhâr (açık yapmak), çok def‘a ihfâdan (gizlemekten) daha ziyâde efdal (daha faziletli) olur.” Yani âşikâre (açıkça) yapmakta, başkaları ya istifâde etmek veya taklîd etmek (örnek almak) veya gafletten uyanmak; veya dalâlette (sapkınlıkta) ve sefâhette (günahkâr eğlencelerde) muannid (inatçı) ise, karşısında şeâir-i İslâmiye (İslam’ın sembolleri, alametleri) nev‘inden (türünden) ızhâr etmek (açıkça yapmak), izzet-i dîniyeyi (dinin izzetini, şerefini) göstermek gibi, çok cihetle, hususan (özellikle) bu zamanda ve ihlâs (dersini tam alanlarda, değil riyâ (gösteriş), belki gizliden tasannu‘ (yapmacıklık) karışmamak şartıyla çok ziyâde sevablı olabilir diye bir teselli buldum.[9]

Bazen Bir Tek Zikir Kelimesinin İnkişâfı Bir Ay Kadar İbâdet Derecesinde Kıymetli Olur.

Bir zaman, bir tek tesbîhin (zikir cümlesinin), bir tek namazda, Sahâbelerin tarz-ı telakkîsine (sahabelerin anlama ve kavrama biçimine) yakın bir sûrette bana inkişâfı (açılması, manasının derin şekilde anlaşılması), bir ay kadar ibâdet derecesinde (ibadet sevabında) ehemmiyetli (önemli, değerli) göründü.[10]

Evraddan Zevk Alınmadığının Sebebi

Bizimle alâkadâr  bir zât (kişi), pek çokların şekvâ ettikleri (şikâyet ettikleri) gibi, eskiden şiddetli bir tarîkatte (zorlu bir tasavvuf yolunda) okuduğu evrâdındaki (zikir ve dualarındaki) zevk ve şevkini kaybettiğini ve sıkıntı ve uyku galebe ettiğini (uykunun baskın geldiğini) müteessifâne (üzülerek) şekvâ etti (şikâyet etti). Ona dedik: Maddî hava bozulduğu vakit, nasıl ki sıkıntı veriyor. Asabî sînelerde (sinirli gönüllerde) inkıbâz hâli (iç daralması, bunalma) başlıyor. Öyle de, bazen ma‘nevî hava (manevî atmosfer) bozuluyor. Hususan (özellikle) ma‘neviyâttan yabânîleşmiş (uzaklaşmış) bu asırda; ve bilhassa (özellikle) hevesât ve müştehiyât-ı nefsâniyeyi (nefsin arzu ve isteklerini) taammüm etmiş (genel hâle gelmiş, yayılmış) memleketlerde; ve hususan şuhûr-u Muharreme (Muharrem ayları) ve şuhûr-u mübârekede (mübarek aylar) ma‘nevî havayı tasfiye eden (manevî atmosferi arındıran) âlem-i İslâmın intibâh (İslam âleminin uyanışı) ve teveccüh-ü umûmîsi (genel yönelişi), o mübârek şuhûrun (ayların) gitmesiyle tevakkuf etmesinden (durmasından) fırsat bulup, havayı bozan dalâletlerin (sapkınlıkların) te’sîrleri (etkileri) zamanında; ve bilhassa kış tazyîkātı (kışın baskıları, ağırlığı) altında, bir derece hayat-ı dünyeviye (dünyevî hayat) ve hevesât-ı nefsâniyenin tasallutlarının (nefsin isteklerinin baskılarının) noksâniyetinden (zayıflamasından), ehl-i İslâm ve ehl-i îmâna (Müslümanlara ve iman sahiplerine), hayat-ı uhreviyeye (ahiret hayatına) çalışmak iştiyâkı ( arzusu), baharın gelmesiyle hayat-ı dünyeviyenin ve hevesât-ı nefsâniyenin inkişâfıyla (nefsin arzularının yeniden kabarmasıyla) o iştiyâk-ı uhreviyeyi (ahiret arzularını) gizlemesi anında, elbette böyle kudsî (kutsal) evrâdlarda (zikirlerde) zevk, şevk yerinde, esnemek ve fütûr (bitkinlik, gevşeklik) gelir. Fakat, madem “İşlerin en hayırlısı zor, sıkıntılı olandır” sırrıyla, meşakkatli (zahmetli), külfetli (zahmet gerektiren), zevksiz, sıkıntılı a‘mâl-i sâliha (salih ameller, iyi işler) ve umûr-u hayriye (hayırlı işler) daha kıymetli, daha sevablıdır. O sıkıntıda, o meşakkatteki ziyâde sevabı ve makbûliyeti (Allah katında kabul edilmesi) düşünüp, sabır içinde mesrûrâne (sevinçle) şükretmek gerektir.[11]

Gafletle Yapılan Zikirler Dahi Feyizden Hâlî Değildir 

İ‘lem eyyühe’l-azîz! (Bil ey aziz!) Zikreden adamın, feyz-i İlâhîyi (Allah’tan gelen manevî bereketi) celb eden (çeken) muhtelif latîfeleri (çeşitli ruhsal hasseleri, manevî duyguları) vardır. Bir kısmı kalb ve aklın şuûruna (kalp ve aklın bilincine) bağlıdır. Bir kısmı da şuûrsuzdur (bilinçsizdir). Yani şuûrlara tâbi‘ değildir (bilince bağlı değildir). من حيث لا يشعر(hiç şuurunda olmadan) husûle gelir (meydana gelir). Binâenaleyh (bu nedenle) gafletle (dalgınlıkla, şuursuzlukla) yapılan zikirler dahi feyizden hâlî değildir (manevî bereketten yoksun değildir).[12]

Hastalık ve İlim ile Meşguliyet Yapılamayan Virdleri Telafi Eder

Ey hastalık sebebiyle ibâdet ve evrâdından (zikirlerinde) mahrum kalan ve o mahrumiyetten (yoksunluktan) teessüf eden (üzülen) hasta! Bil ki, hadîsçe sâbittir ki,
“Müttakî (Allah’tan korkan ve sakınan) bir mü’min, hastalık sebebiyle yapamadığı dâimî virdinin (devamlı yaptığı zikir ve ibadetlerin) sevabını, hastalık zamanında yine kazanır.” Farzları mümkün olduğu kadar yerine getiren bir hasta, sabır ve tevekkül ile (Allah’a güvenerek, dayanarak) ve farzları yerine getirmekle, o ağır hastalık zamanında yapamadığı sâir (diğer) sünnetlerin yerini, hem hâlis bir surette (ihlâsla, katıksız niyetle) hastalık tutar.[13]

Kelime-i Tevhîd’in Tekrar ile Zikrine Devam Etmek, Kalbi Pek Çok Şeylerle Bağlayan Bağları ve İpleri Kırmak İçindir

İ‘lem eyyühe’l-azîz! (Bil ey aziz!) Kelime-i Tevhîd’in (Allah’ın birliğini ifade eden kelime, "La ilahe illallah") tekrar ile zikrine devam etmek, kalbi pek çok şeylerle bağlayan bağları ve ipleri kırmak içindir. Ve nefsin tapacak derecede sanem ittihâz ettiği (put edindiği, sevdiği) mahbûblarından (sevgilerinden) yüzünü çevirtmektir. Maahâzâ (Bununla beraber) zâkir olan zâtta (çokça zikreden kişide) bulunan hâsse (özellik) ve latîfelerin ayrı ayrı tevhîdleri (Allah’ın birliğiyle ilgili bağları) olduğuna işaret olduğu gibi, o hâsse ve latîfelerin de kendilerine münâsib (uygun) şerîkleriyle (ortaklarıyla) olan alâkalarını kesmek içindir.[14]

Ayrıca bakınız;

https://risale.online/search?q=namaz%20tesbihat%C4%B1

https://risale.online/search?q=zikir

https://risale.online/search?q=evrad


[1] Bediüzzaman Said Nursi, Mesnev-i Nuriye, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.99

[2] Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ 3, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.450

[3] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.330

[4] Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.131

[5] Bediüzzaman Said Nursi, Şuâlar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.86

[6] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.86

[7] Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.131

[8] Bediüzzaman Said Nursi, Lemalar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.58

[9] Bediüzzaman Said Nursi, Şuâlar-2, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.371

[10] Bediüzzaman Said Nursi, Lemalar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.388

[11] Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.174

[12] Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.80

[13] Bediüzzaman Said Nursi, Lemalar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.218

[14] Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.81


Yorum Yap

Yorumlar