‘’Evet kader, cüz'-i ihtiyarî; iman ve İslâmiyetin nihayet meratibinde…’’ –nihayet meratip- den kasıt nedir?
Bu konuyu üstadımız risalenin devamında izah etmiştir.
Şöyleki;
"Yani mü’min her şeyi, hatta fiilini ve nefsini Cenâb-ı Hakk’a vere vere, tâ nihâyette teklîf ve mes’ûliyetten kurtulmamak için, cüz’-i ihtiyârî önüne çıkıyor. Ona “Mes’ûl ve mükellefsin!” der. Sonra ondan sudûr eden iyilikler ve kemâlât ile mağrur olmamak için, kader karşısına çıkar. Der: “Haddini bil, yapan sen değilsin!” Evet, kader ve cüz’-i ihtiyârî, îmân ve İslâmiyet’in nihâyet merâtibinde; kader, nefsi gururdan; ve cüz’-i ihtiyârî, adem-i mes’ûliyetten kurtarmak içindir ki, mesâil-i îmâniyeye girmişler."
Yukarıdaki izahtan anlaşılan şudur:
Mümin herşeyini Cenabı Haktan bilir. Allah'ın bir ihsanı ve ikramı olduğunu fark eder. Yaptığı fiilleri kenidisnin yaratmadığını Allah'ın yarattığını da anlar. İşte bu noktada işlediği günahları ve şerleri de Allah'a vermek durumu olmasın diye cüz-i ihtiyari karşısına çıkar. Ona işlediğin şerlerden ve günahlardan mesul ve mükellefsin der. Çünki, Allah günahları yasakladığı, istemediği, vicdana da onun kötü olduğuna dair bir tasdikçiyi bıraktığı halde, kişi onu tercih ederek yaratılmasına sebeb olur. Bundan dolayı da tamamen şerlerden sorumludur. Böylece onu İslam ve imanın hududunda tutar.
Diğer taraftan yaptığı iyilikleri sahiplenerek ben yaptım demesin diye karşısına kader çıkar. Yapan ve yaratan sen değilsin der. Çünki, iyiliği isteyen, emreden, bunu bize bildiren, vicdana da iyi şeylere bir tasdikçi bırakan Allah'tır. Kişi sadece iman, dua, şuur ve rıza ile o iyiliğe sahip olur. Böylece onu diğer bir sınırda tutar.
Yani "iyiliği Allah'tan kötülüğü nefsinden bil" kaidesinin tersine iyiliği kendinden bilerek sahiplenmek; kötülğü de Allah'a ve kadere vermek gibi bir durumdan ve sınırı aşmaktan kurtarıyor. Kişiyi bu noktada İman ve İslam sınırları içinde tutmuş oluyor.
Bir de kader meselesi iman rükünleri içinde sonuncusudur.