O zâtın hâli, benim hâlime benziyormuş ki, o iki mektubu kendi derdimedevâ buldum. Yalnız imam, o mektublarında tavsiye ettiği gibi, çok mektublarında musırrâne şunu tavsiye ediyor: “Tevhîd-i kıble et! Yani birini üstâd tut, arkasından git. Başkasıyla meşgul olma.” Şu en mühim tavsiyesi benim isti‘dâdıma ve ahvâl-i rûhiyeme muvâfık gelmedi. Ne kadar düşündüm, bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim? Tahayyürde kaldım. Her birinde ayrı ayrı câzibedâr hâsiyetler var. Biriyle iktifâ edemiyordum. O tahayyürde iken, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetiyle kalbime geldi ki, bu muhtelifturukların başı ve bu cedvellerin menbaı ve şu seyyârelerin güneşi, Kur’ân-ı Hakîm’dir. Hakîkî tevhîd-i kıble bunda olur.
Öyle ise, en aʻlâ mürşid de ve en mukaddes üstâd da odur. Ona yapıştım. Nâkıs ve perişan isti‘dâdım, elbette lâyıkıyla o Mürşid-i Hakîkî’nin âb-ı hayat hükmündeki feyzini massedip alamıyor. Fakat ehl-i kalb ve sâhib-i hâlin derecâtına göre o feyzi, o âb-ı hayatı, yine onun feyziyle gösterebiliriz. Demek Kur’ân’dan gelen o Sözler ve o Nûrlar, yalnız aklî mesâil-i ilmiye değil, belki kalbî, rûhî, hâlî mesâil-i îmâniyedir. Ve pek yüksek ve kıymetdar maârif-i İlâhiye hükmündedirler.