RİSALE-İ NUR

20.09.2014

3996

Bediüzzaman Hazretlerinin Eski Said'den Yeni Said'e Geçiş Döneminde İç Dünyasında Yaşadığı Haller

Üstad Bediüzzaman 11. Lema'da; "Bu fakir Said eski Said den çıkmağa çalıştığı bir zamanda, rehbersizlik den ve nefsi emmarenin gururunan gayet müdhiş ve manevi bir fırtına içerisinde akıl ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar." diyor. Burada rehbersizlikten ifadesi akıl ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar ile neyi kasd ediyor? İzah eder misiniz?

30.11.2025 tarihinde soruldu.

Cevap

Risale-i Nur Külliyatında; 28. Mektub / 3. Mesele’de1 bu konuya dair bir izah vardır. Orayı açıklamak bu soruya da cevap olacaktır. Şöyle ki:

"Üçüncü Nokta: Bundan otuz sene evvel, Eski Said’in gāfil kafasına müdhiş tokatlar indi. اَلْمَوْتُ حَقٌّ kaziyesini düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Meded istedi. Bir yol aradı. Bir halâskâr taharrî etti.

Bediüzzaman Hazretleri, gençlik dönemindeki Eski Said hâlini anlatırken büyük bir sarsıntı yaşadığını söylüyor. Bu sarsıntı, ölüm hakikatinin kalbine çarpmasıdır. Dışarıdan gelen bir musibet değil; iç dünyasında meydana gelen bir uyanış ve ani bir sarsıntıdır. “Ölüm haktır” cümlesi zihninde öyle bir yankı uyandırıyor ki, kendisini bataklığa saplanmış biri gibi hissediyor. O bataklıktan kurtulmak için bir yardım, bir kurtarıcı aramaya başlıyor.

Hepimize mâlum olduğu üzere, her insan, gençlik nimetinin biteceğinin farkında olmadan hızlı bir hayat yaşar. Âdeta her şeyi yapabileceğini ve kendisini sınırlayan hiçbir şey olmadığını düşünüp öyle planlar yapar. İşte Bediüzzaman Hazretleri de, aksiyoner ve mücâhid ruhlu bir insan olduğu için, ölüm gerçeğini bu kadar tesirli bir şekilde hissetmemiş ve ölmeyecek gibi Kur’an-ı Kerim’e hizmet etmeye çalışırken; gençliğin ve ömrün bir anda biteceğini o anda hissetmiş.

Gördü ki, yollar muhtelif, tereddüdde kaldı.

İçsel bir arayışa başlayan Bediüzzaman Hazretleri; gidebileceği yolları zihninden geçirirken bakar ki; yollar çok çeşitlidir. Tasavvuf yolları, manevi rehberler, terbiye usulleri, eğitim yöntemleri ve buna benzeyen birçok seçenek vardır. Seçeneklerin bu kadar çok ve farklı olması onu kararsız bırakmıştır.

Gavs-ı Aʻzam olan Şeyh-i Geylânî radıyallâhü anhın Fütûhu’l-Gayb nâmındaki kitabıyla tefe’ül etti. Tefe’ülde şu çıktı: اَنْتَ ف۪ي دَارِالْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَب۪يبًا يُدَاو۪ي قَلْبَكَ Acîbdir ki, o vakit ben Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiye a‘zâsı idim. Güya ehl-i İslâmın yaralarını tedâviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyâde hasta ben idim. Hasta evvelâ kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir. İşte Hazret-i Şeyh bana der ki: “Sen kendin hastasın, kendine bir tabîb ara.”

Bu arayış sırasında Gavs-ı Azam Abdulkadir Geylani’nin Fütuhu’l Gayb adlı eserini açmıştır. Bir tefe’ül yapar. Açılan sayfada şu cümle yazmaktadır: ‘‘Sen hikmet yurdundasın; kalbini tedavi edecek bir tabip ara’’. Bu çok manidar bir ifadedir. Çünkü o sırada Bediüzzaman Hazretleri Dârü’l-Hikmeti’l-İslamiye üyesidir. Yani İslam âleminin yaralarını tedavi etmeye çalışan bir ilim kurulunda görevlidir. Aslında işaretin Bediüzzaman Hazretlerine dediği şudur: Asıl hasta olan sensin. Önce kendi kalbini tedavi et, sonra başkalarını tedavi et!

Ben dedim: “Sen tabîbim ol.” Tuttum, kendimi ona muhâtab addederek, o kitabı bana hitâb ediyor gibi okudum. Fakat kitabı çok şiddetli idi. Gururumu dehşetli kırıyordu. Nefsimde şiddetli ameliyât-ı cerrâhiye yaptı, dayanamadım. Yarısına kadar kendimi ona muhâtab ederek okudum. Bitirmeye tahammülüm kalmadı. O kitabı dolaba koydum.

Bediüzzaman Hazretleri bu ifadenin ardından Gavs-ı Azam’ı kendisine manevi bir üstad kabul ediyor. Sen tabibim ol! Diyerek o kitapta yazılanları kendisine hitap ediyormuş gibi okumaya başlıyor. Fakat kitabın üslubu ve hitapları çok sert ve ifadeler nefsine çok ağır geliyordu. Âdeta nefsinde, gururunu ve enaniyetini kıran bir ameliyat yapıyordu. Yarısına kadar okumuş, sonra dayanamayıp okumayı bırakmıştır.

Fakat sonra ameliyât-ı şifâkârâneden gelen acılar gitti, lezzet geldi. O birinci üstâdımın kitabını tamam okudum ve çok istifâde ettim. Ve onun virdini ve münâcâtını dinledim, çok istifâza ettim.

Kitap ilk başta acı verse de, sonradan manevi ameliyatın faydalı etkileri ortaya çıkmıştır. Yani ruhunda ve kalbinde bir rahatlama ve ferahlık olmuştur. Bunun bir şifa olduğunu anlayınca tekrar kitabı alıyor ve eksik kalan kısmı okuyup bitiriyor.

 Sonra İmâm-ı Rabbânî’nin Mektubât kitabını gördüm, elime aldım. Hâlis birtefe’ül ederek açtım. Acâibdendir ki, bütün Mektubât’ında, yalnız iki yerde ‘Bedîüzzaman' lafzı var. O iki mektub bana birden açıldı. Pederimin ismi Mîrzâ olduğundan, o mektubların başında, “Mîrzâ Bedîüzzaman’a mektub” diye yazılı olarak gördüm. “Fesübhânallâh!” dedim. “Bu bana hitâb ediyor.” O zaman Eski Said’in bir lakabı, Bedîüzzaman idi. Hal­buki hicretin üç yüz senesinde, Bedîüzzaman-ı Hemedânî’den başka, o lakabla iştihâr etmiş zâtları bilmiyordum. Halbuki İmam’ın zamanında dahi öyle bir adam vardı ki, ona o iki mektubu yazmış. O zâtın hâli, benim hâlime benziyormuş ki, o iki mektubu kendi derdime devâ buldum.

Daha sonra İmam-ı Rabbani’nin Mektubat adlı eserini alıp tefe’ül yapıyor. Bu esnada hayret verici bir tevafuk oluyor. Eserin tamamında yalnız iki yerde Bediüzzaman lafzı geçiyor. Açtığı iki tefe’ülde de bu iki ifadenin yer aldığı sayfalara tevafuk etmiştir. Mektubun başında Mirza Bediüzzaman’a mektup yazmaktadır. Bediüzzaman Hazretlerinin babasının adı Mirza olduğu için, bu mektubu kendisine yönelik manevi bir hitap şeklinde kabul edip okuyor. Ve kendi derdinin dermanını bulmuş oluyor.

Yalnız imam, o mektublarında tavsiye ettiği gibi, çok mek­tublarında musırrâne şunu tavsiye ediyor: “Tevhîd-i kıble et! Yani birini üstâd tut, arkasından git. Başkasıyla meşgul olma.” Şu en mühim tavsiyesi benim isti‘dâdıma ve ahvâl-i rûhiyeme muvâfık gelmedi. Ne kadar düşündüm, bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim? Tahayyürde kaldım. Her birinde ayrı ayrı câzibedâr hâsiyetler var. Biriyle iktifâ edemiyordum.

İmam-ı Rabbani Hazretleri birçok mektubunda aynı şeyi tavsiye eder: ‘‘Tevhidi kıble et.’’ Yani; tek bir üstad seç, yalnız birinin arkasından git. Bu çok önemli bir tasavvuf prensibidir. Birden fazla mürşidin yöntemini birbiriyle karıştırma; yoksa kalp dağılır ve muvaffak olamazsın.

Fakat Bediüzzaman Hazretleri için bu olmuyordu. Onun mizacı farklıydı. Asrındaki âlimlere ve belki öncekilere de benzemiyordu. Her büyük zatın yolunda çekici taraflar buluyor, hepsini bırakıp yalnız birine bağlanamıyordu. Hepsinin öğretilerinden ve tavsiyelerinden ruhuna en yakın olanı almak istiyordu. Ama bu durumda da aklı ve kalbi karışıyordu.

O tahayyürde iken, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetiyle kalbime geldi ki, bu muhtelif turukların başı ve bu cedvellerin menbaı ve şu seyyârelerin güneşi, Kur’ân-ı Hakîm’dir. Hakîkî tevhîd-i kıble bunda olur. Öyle ise, en aʻlâ mürşid de ve en mukaddes üstâd da odur. Ona yapıştım. Nâkıs ve perişan isti‘dâdım, elbette lâyıkıyla o Mürşid-i Hakîkî’nin âb-ı hayat hükmündeki feyzini massedip alamıyor. Fakat ehl-i kalb ve sâhib-i hâlin derecâtına göre o feyzi, o âb-ı hayatı, yine onun feyziyle gös­terebiliriz.

Bu karışıklık içinde kalbine bir ilham gelmişti: ‘‘Bütün bu yolların başı, pınarı, kaynağı, güneşi Kur’an’dır. Hakiki tevhid-i kıble Kur’an’ladır.’’ İşte bu ilham ve düşünce çok kritik bir dönüm noktası olmuştur. Bediüzzaman Hazretlerinin iç dünyasında Eski Said-Yeni Said dönüşümünün başlangıcı burasıdır.

O anda şunu anlamıştır: En yüce mürşid Kur’an-ı Kerim’dir. En gerçek üstad odur. Bütün hak tarikatların ve manevi yolların kaynağı Kur’an-ı Kerim'dir. Böylece doğrudan Kur’an’a yönelmiş ve başka kaynak aramamıştır.

Demek Kur’ân’dan gelen o Sözler ve o Nûrlar, yalnız aklî mesâil-i ilmiye değil, belki kalbî, rûhî, hâlî mesâil-i îmâni­yedir. Ve pek yüksek ve kıymetdar maârif-i İlâhiye hükmündedirler.

Bediüzzaman Hazretleri, bu yönelişin bereketiyle Risale-i Nur’un tohumlarının doğduğunu söylemiştir. Kur’an’dan aldığı ilhamlar; sadece akla ait bilgiler değildir. Aynı zamanda kalbe hitap eden, ruhu besleyen, insana hal ve mana kazandıran ve imanı kuvvetlendiren çok yüksek hakikatlerdir. Yani Risale-i Nur, kuru bir felsefe veya akademik bir çalışma değil; kalbe ve ruha ait bir tedavi metodudur. Bir tür manevi reçetedir.

Bediüzzaman Hazretlerinin iç dünyasında yaşanan durumu maddeleyecek olursak olaylar sırasıyla şöyle gerçekleşmiştir:

Eski Said’in ciddi bir manevi krize girişi. Ölüm gerçeğinin onu ruhen ve kalben sarsması.

Manevi bir tabip/doktor arayışı.

Gavs-ı Azam’ın onu nefis terbiyesine yönlendirmesi.

İmam-ı Rabbani ile manevi bir tevafuk yaşaması.

Farklı yolların arasında kalması. Yolların hepsinin kaynağının Kur’an olduğunu hakikatiyle birlikte keşfetmesi.

Doğrudan Kur’an’a yönelip Yeni Said oluşu.

Risale-i Nur’un kaynağını beyan edişi.

Bediüzzaman Hazretlerinin yaşadığı bu büyük inkilabın; tarihi, pskilolojik ve manevi arka planının daha iyi anlaşılması adına, şu sorulara da cevap vermek büyük önem arz etmektedir.

Peki Eski Said’den Çıkmak Neyi İfade Ediyor?

Eski Said Bediüzzaman Hazretlerinin tahkik öncesi, daha ziyade aklî, ilmî, mücadeleci, siyasete temas eden, dışa dönük dönemini ifade eder. Bu dönemde; ilmi dehası zirvededir fakat kalbi tam huzurda değildir. Büyük bir iç çalkantısı vardır. Nefis ve gururla mücadele yaşar. Dış dünyaya yönelmiş, toplumun sorunlarını çözmeye çalışır. Hakikati daha çok akıl ve ilimle kavrar.

Eski Said - Yeni Said geçişi, bu dünyadan; daha içsel, daha kalbî ve daha ruhî bir dünyaya geçiş demektir. Hz. Üstad burada ‘Eski Said’den Çıkmak’ derken; kendisini dışa bakan, ilmi amaç yapan, irşadı akılla arayan, mücadeleyi nefsiyle tam hesaplaşmadan yapan o eski tarzdan kurtulmak istediğini ifade etmek istemiştir.

Neden Çıkmak İstiyordu?

Çünkü Üstad Bediüzzaman, Eski Said döneminde bir manevi tıkanma yaşamıştı. Ölüm hakikati onu sarstı. Eski Said’in iç dünyasında ‘ölüm haktır’ denklemi birdenbire büyük bir sarsıntıya sebep oldu. Bu sarsıntı ona şunu gösterdi: Sadece ilimle, sadece akılla, sadece mantıkla hakikati tam yaşayamazsın.

Ayrıca nefs-i emmarenin gururundan rahatsızlık duyuyordu. Hz. Üstad çok zeki, çok bilgili ve çok kabiliyetli olduğu için bu özellikler nefis açısından risk oluşturuyordu. O bunu farketti ve tabir-i caizse her insanda var olan ince bir gurur hissi benim içimde de var. Bu gurur beni kemale götürmez dedi. Bu gurura kapı aralamamak için yeni bir yola ihtiyaç hissetti. Manevi bir dönemde ciddi bir rehber boşluğu hissetti. Bu onun için büyük bir imtihandı. Bilgisi çoktu fakat kalbini tedavi eden bir üstadı yoktu. Eski Said’in ilmi çok genişti ama kalbî yakınlık yeterince kuvvetli değildi. Bu gerilim ona içinde bir boşluk hissettirdi. Bu nedenlerle Eski Said’den çıkmak istiyordu.

‘Manevi Fırtına’ Derken Neyi Kastediyordu?

Bediüzzaman Hazretlerinin aklı ve kalbi, hakikatlerin ortasında yuvarlanıyordu. Yani; bir tarafta Allah'ın azameti, bir tarafta ölüm gerçeği, bir tarafta nefis ve gurur, bir tarafta dünya işlerinden gelen gaflet, bir tarafta ise saadet-i ebediyeyi kazanma arzusu arasında bir düşünce fırtınası yaşıyordu. Bu durum âdeta, bir inziva öncesi kriz gibiydi. Kalp hakikati istiyor, nefis direniyor, akıl çaresiz kalıyordu. ‘Manevi fırtına’ derken içinde bulunduğu bu durumu kastetmiştir.

Eski Said’den Çıkmak İstediği Zaman Durumu Nasıldı?

Bu dönem Birinci Dünya Savaşı sonrası zamana denk gelmektedir. Tefekkür krizlerinin yoğunlaştığı bir zamandır. İstanbul’daki Darü’l-Hikmet döneminin sonlarıdır. Ölüm hakikatinin şiddetli tecelli ettiği günler, akıl merkezli ilmin kalbi doyurmadığı bir dönemdir. Kısacası Eski Said’in kalp ve ruhu, daha yüksek bir manevi mertebeye çıkmak için Eski Said elbisesinden çıkmak istediği bir durumdaydı.

Eski Said’den Çıkmak İstemesinin En Derin Sebebi Neydi?

Üstad Bediüzzaman şunu idrak etmişti: Ben bu hal ile marifetullah yolunda ilerleyemem. Akla ait ilimler yetmiyordu ve kalbî yakınlık istiyordu. Nefs-i emmarenin gururu diye tarif ettiği şey; hissettiği huzursuzluğun temel sebebiydi. Gavs-ı Azam ve İmam-ı Rabbani ile manevi irtibat aramasının sebebi buydu. Kur’an’a tam teslimiyet için tabir-i caizse tam sadeleşmek gerekiyordu. Eski Said’de keskin bir zeka, geniş bir ilim vardı. Fakat Kur’an’a teslim olacak bir mahviyet henüz tam ortaya çıkmamıştı.

Eski Said’den Çıkış Bir Kimlik Değişimi Midir?

Eski Said’den çıkış bir kimlik değişimi değil bir seviye değişimidir. Zira Bediüzzaman Hazretlerinin yaşantısında tam bir istikrar ve tutarlılık söz konusudur. Bu geçiş şöyle tanımlanabilir: Aklın galip olduğu dönemden, kalbin ve ruhun onlara ortak olduğu döneme. Çalıştığı tüm ilimlerin merkezde olduğu dönemden, Kur’an’ın irşadının merkezde olduğu döneme. Ruhun fırtınalı olduğu dönemden, tam bir teslimiyet ve huzura giden manevi bir inkılabın yaşandığı dönemdir.

  1. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Hayrat Neşriyat, Isparta 2016, s. 233


Paylaş

Facebook'ta paylaş

Whatsapp'da paylaş

Hesaplarımıza abone olun sorularımızdan ilk siz haberdar olun

Yorumlar (0)

Yorumunuz

Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız