İlgili kısım Risale-i Nur'da şöyle geçmektedir:
Elhâsıl: İbâdeti terkeden, hem kendi nefsine zulmeder, nefsi ise, Cenâb-ı Hakk’ın abdi ve memlûküdür. Hem kâinâtın hukuk-u kemâlâtına karşı bir tecâvüz ve bir zulümdür. Evet nasıl ki küfür, mevcûdâta karşı bir tahkîrdir; terk-i ibâdet dahi, kâinâtın kemâlâtını inkârdır. Hem hikmet-i İlâhiyeye karşı bir tecâvüz olduğundan, dehşetli tehdîde ve şiddetli cezâya müstehak olur. İşte bu istihkākı ve mezkûr hakîkati ifade etmek için, Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân, mu‘cizâne bir sûrette o şiddetli tarz-ı ifâdeyi ihtiyâr ederek, tam tamına hakîkat-i belâgat olan mutâbık-ı muktezâ-yı hâle mutâbakat ediyor.
İbadetin terk edilmesi, nefsin kendisine zulmüdür. Çünkü nefis, Cenâb-ı Hakk’ın kulu ve mülküdür. İbadet, Allah’a kul olmanın ve O’nun emirlerine itaat etmenin bir göstergesidir. Bu itaati terk etmek, nefsin kendi öz varlığını ve İlâhî emirlere olan bağlılığını reddetmesi anlamına gelir; bu da özünde kendine zulmetmektir.
Nefis, Allah’ın yarattığı ve O’na bağlı olan bir varlıktır. Bu durum, nefsin Allah’a karşı sorumluluk ve itaat borcu olduğunu gösterir. İbadet, bu sorumluluğun ve bağlılığın ifadesidir. Nefis, Allah’a ibadet ederek öz varlığını tamamlamış olur. İbadetin terk edilmesi ise bu doğal bağı koparmak ve kendi fıtratına aykırı hareket etmek demektir.
Kâinattaki her şey, Allah’ın kusursuz bir düzen ve hikmet ile yarattığı bir sistemin parçasıdır. İbadetin terk edilmesi, bu kusursuz düzen ve hikmeti inkâr etmek anlamına gelir. Kâinattaki kemâlâtın (güzelliklerin, mükemmelliklerin) Allah’ın eserleri olduğunu kabul etmek yerine, ibadeti terk eden kişi bu kemâlâtı görmezden gelir ve reddeder. Bu da kâinattaki İlâhî düzene karşı bir tecavüz ve zulüm olur.
Küfür, mevcut varlığa karşı bir tahkir ve aşağılama iken, ibadetin terk edilmesi kâinattaki kemâlâtı inkâr etmektir. Benzerlikleri, her ikisinin de Allah’ın varlığına ve yaratılışın mükemmelliğine karşı bir reddetme veya görmezden gelme durumu içermesidir. Aralarındaki fark ise, küfür direkt olarak Allah’ın varlığını ve birliğini reddederken, ibadetin terk edilmesi bu reddi daha dolaylı bir şekilde İlâhî düzene ve kemâlâta karşı duyarsızlık göstererek ifade eder.
Kâinattaki her şey, Allah’ın kudret ve hikmetinin bir göstergesidir. İbadet, bu kudret ve hikmeti tanımanın ve ona şükretmenin en güzel ve emredilen yoludur. İbadetin terk edilmesi, kâinattaki bu mükemmelliği, güzelliği ve düzeni görmezden gelmek, hatta reddetmek anlamına gelir. Bu durum, kâinattaki her şeyin arkasındaki İlâhî iradeyi inkâr etmek olarak değerlendirilebilir.
İbadet, İlâhî hikmete en uygun davranıştır. İbadetin terk edilmesi, Allah’ın koyduğu düzeni ve hikmeti reddetmek anlamına gelir. Bu nedenle, İlâhî hikmete karşı bir tecavüz olarak nitelendirilir. İnsan, Allah’ın kendisine verdiği aklı ve özgür iradeyi O’nun koyduğu düzene karşı kullanarak İlâhî hikmete karşı gelmiş olur.
Daha önce bahsettiğimiz gibi, ibadetin terk edilmesi hem nefsin kendisine zulmü hem de kâinattaki İlâhî düzene karşı bir tecavüz anlamına gelir. Bu, büyük bir isyan ve Allah’ın hikmetine karşı bir başkaldırıdır. Bu yüzden dehşetli tehdit ve şiddetli cezayı hak etmek, ibadetin terk edilmesinin doğurduğu sonuçların ciddiyetinden ve ehemmiyetinden kaynaklanmaktadır.
Sonuç olarak, İnkâr eden kimse, Allah’ın varlığını ve birliğini bilerek reddederek kâinattaki ilâhî düzeni ve delilleri yalanlamış olur; bu durum büyük bir isyan ve hakkı örtme anlamına geldiği için adalet gereği cezayı hak eder. İbadeti terk eden ise Allah’ın varlığını inkâr etmese bile, O’nun emirlerine karşı duyarsızlık göstererek kâinattaki kemâlâtı, nimetleri ve İlâhî hikmeti görmezden gelir. Bu da yaratılışına, nefsine ve vazifesine karşı bir zulümdür.
Aralarındaki fark ise inkârın doğrudan Allah'ı reddetmesi, ibadetin terk edilmesinin ise bu reddi fiilî ve dolaylı bir şekilde göstermesidir. Her iki durumda da İlâhî düzene isyan ve nankörlük bulunduğundan, bu tutumların sonucunda tehdit ve cezayı hak etmek adaletin gereğidir.

