İlgili yer Risale-i Nur'da şöyle geçmektedir:
İhtâr: Şu notada, tabîiyyûnun münkir kısmının gittikleri yolun iç yüzü ne kadar akıldan uzak ve ne kadar çirkin ve ne kadar hurâfe olduğu, lâakal doksan muhâli tazammun eden dokuz muhâl ile beyân edilmiştir. Sâir risâlelerde o muhâller kısmen îzâh edildiğinden; burada gāyet muhtasar olmak haysiyetiyle, bazı basamaklar tayyedilmiştir. Onun için, birdenbire, “Bu kadar zâhir ve âşikâre bir hurâfeyi nasıl bu âkil feylesoflar kabûl etmişler ve o yoldan gidiyorlar?” hâtıra geliyor. Evet, onlar, mesleklerinin iç yüzünü görmemişler. Hem hakîkat-i meslekleri ve mesleklerinin lâzımı ve muktezâsı odur ki, yazılmıştır. Herbir muhâlin ucunda beyân edilen o çirkin ve müstekreh ve gayr-i ma‘kūl hulâsa-i mezhebleri, mesleklerinin lâzımı ve zarûrî muktezâsı olduğunu gāyet bedîhî ve kat‘î burhânlarla şübhesi olanlara tafsîlen beyân ve isbat etmeye hazırım.1
“Bu kadar zâhir ve âşikâre bir hurâfeyi nasıl bu âkil feylesoflar kabul etmişler?”
Kendisini akıllı zanneden felsefeciler, tabiatperestliğin yani naturalizmin (doğa yasalarına yaratıcılık verme) iç yüzünü hiç incelememişler, sadece başlangıçtaki yüzeysel kısmına bakmışlardır. İlk bakışta “sebep–sonuç ilişkisi var, kanunlar iş görüyor ve eşya kendi kendine oluşuyor” gibi görünen düşünce, akla uygun gibi algılanabilir. Fakat işin iç yüzüne bakılınca, yani “eşya kendi kendine nasıl yapabilir? Atomlar nasıl düşünüp planlayabilir? Kör ve şuursuz tabiat nasıl canlılara akıllı programlar yazabilir?” soruları sorulunca, ortaya mantıksız, imkânsız, hurafe derecesinde sonuçlar çıkar. Mesela, bir çiçeğin hücrelerini idare eden DNA kitabının, bir kör tesadüf tarafından yazıldığını kabul etmek, yahut göz gibi mükemmel bir cihazın, plan ve ilim olmadan “doğa kanunlarıyla” oluştuğunu söylemek, yüzeyde bilimsel görünse de iç yüzünde akıldışı bir hurâfedir. İşte filozoflar, bu akıldan uzak olan yolun iç yüzünü görmedikleri için o yolda kalmışlar ve devam etmişlerdir.
“Mesleklerinin iç yüzü” derken kasıt, bir fikrin sonuçlarını, gerektirdiği zorunlu kabulleri tamamen ortaya çıkarmaktır. Meselâ tabiatperestlik, dıştan bakınca “doğa kanunları işler” der; fakat iç yüzünde, aslında her atomun ilim sahibi olması gerektiğini, her hücrenin bir mühendis gibi çalışması gerektiğini, her varlığın sonsuz kudret taşıması gerektiğini zorunlu olarak kabul ettirir. Çünkü Allah’ı inkâr eden, O’nun yerine her varlığı birer İlâh derecesinde güçlü kabul etmek zorunda kalır. Böylece bir tek Allah’ı kabul etmek yerine her bir atoma İlâhlık derecesinde bir vasıf vermektedirler, bu ise akılsızlıktır.
Bir örnekle bu olayı daha net açıklacak olursak;
Bir öğretmen öğrencisine bir kitap verip “Bunu oku, manasını çöz ve sınıfa anlat, ona göre not vereceğim” der. Öğrenci haftalarca çalışır fakat sunum günü çıkıp sadece kitabın 500 sayfa olduğunu, kâğıdının özelliğini, kapağın rengini, içinde kaç tane A ve B harfi bulunduğunu anlatmaya başlar. Yani kitabın dış yüzüyle uğraşır, manasını, mesajını hiç anlatmaz. Öğretmen de hayretle “Ben sana kitabın hakikî içeriğini anlat dedim” diye uyarır. İşte tabiatperest felsefecilerin durumu da böyledir: Atomların özelliklerini, elementlerin numaralarını, maddelerin dış yapısını uzun uzun anlatırlar; fakat o mükemmel düzeni kim kuruyor, o işleyen nizamın arkasındaki ilim ve kudret kimindir, bu sanat hangi maksada hizmet ediyor gibi en önemli soruları görmezden gelirler. Böylece varlıkları anlamış gibi görünseler de gerçekte o varlıkların iç yüzüne, yani yaratılışın mânâ ve kaynağına ulaşamazlar.
Bu sebeple hiç okumamış şehir hayatı dahi görmemiş bir Müslüman, senelerce çalışmış, bilimin en derin mevzularında tezler yazmış bir bilim adamından, iman açısından Allah katında binlerce kat daha üstündür. Çünkü biri kitabın mânâsını çözmüş diğeri dış yüzünde takılıp kalmıştır.
Bediüzzaman Said Nursi, Lemalar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 185.

