"Aynen öyle de, biz de ilm-i usûl ve fenn-i mantıkça sebr ü taksim denilen en kat'î bir hüccetle deriz: Ey şeytan ve ey şeytanın şakirdleri! Kur'an, ya arş-ı a'zamdan, ism-i a'zamdan gelmiş bir kelâmullahtır veyahut -hâşâ sümme hâşâ, yüzbin kerre hâşâ- yerde sahtekâr ve Allah'tan korkmaz ve Allah'ı bilmez, itikadsız bir beşerin düzmesidir. Bu ise ey şeytan, sâbık hüccetlere karşı bunu sen diyemedin ve diyemezsin ve diyemiyeceksin. Öyle ise bizzarure ve bilâşübhe Kur'an, Hâlık-ı Kâinat'ın kelâmıdır. Çünki ortası yoktur ve muhaldir ve olamaz." (Sözler, shf:58) Burdaki sebr ve taksim denilen bu kat'i hücceti açıklar mısınız?
Sebr ve Taksim: Mantıkta ve Usul-i Din’de (kelâm) bir ıspatlama yöntemidir. Asıl olan sebebi bulmak için diğer sebeblerin (illetlerin) yanlışlığını ortaya koymaktır. Yanlış olan illetler elenince sonuçta doğru olan illet kalır.
"Kuyu vb. şeylerin derinliğini öğrenmek için yoklayıp denemek" anlamına gelen sebr ile "bölmek parçalara ayırmak" mânasındaki taksim kelimelerinin oluşturduğu bir terkiptir. "Bir asılda illet olması muhtemel vasıfları, ele alarak teker teker eleyip geride kalan tek illetle hüküm vermek " diye tanımlanır. Söz gelimi şarabın haramlığının sıvı, kırmızı, köpüklü, olması ve sarhoşluk vermesi vasıflarından ilk üçünün elenmesi sonunda "sarhoşluk verme" vasfı belirleyici illet olur. Bu terimin önce kelâm ve cedel ilminde kullanıldığı bilinmektedir. (Ayrıca Fıkıh usulünde farklı kullanışları da vardır.) Kelâm ilminde Allah'ın varlığını ispat etmek için kullanılan hudûs delili de bu yönteme bağlıdır: Âlem ya hâdistir veya kâdimdir. Şu şu sebeplerle kâdim olmadığı kanıtlanınca geride hâdis(yaratılmış olma) alternatifi kalır.[1]
Mesela Hz. Muhammed(asm) ya resulullahtır ve bütün peygamberlerin ekmeli ve bütün varlıkların en faziletlisidir. Yahud haşa, yüz bin defa haşa Allah’a (cc) iftira eden, Allah’ı(cc) bilmediği ve azabına inanmadığı için peygamber olmadığı halde peygamberlik iddia eden bir insandır. Hâlbuki ikinci şıkkı hiç kimse diyemez, diyememiş ve diyemeyecektir. Çünkü dünyada bu şıkkı kabul edecek aklı başında insan yoktur. Öyle ise Hz. Muhammed(asm) resulullahtır.[2]
Üstad hazretleri bu Hücceti(delili) Kur’an’ı Kerim için de kullanmaktadır. Şöyle ki: Nasıl kulaklı âmî tabakası i‘câz-ı Kur’ân fehminde demiş: “Kur’ân, bütün dinlediğim ve dünyada mevcûd kitaplara kıyâs edilse, hiçbirisine benzemiyor. Ve onların derecesinde değildir.” Öyle ise, ya Kur’ân umumunun altındadır. Veya umumunun fevkınde bir derecesi vardır. Umumun altındaki şık ise, muhâl olmakla beraber, hiçbir düşman, hatta şeytan dahi diyemez ve kabul etmez. Öyle ise, Kur’ân umum kitapların fevkındedir. Öyle ise mu‘cizedir. Aynen öyle de, biz de ilm-i usûl ve fenn-i mantıkça sebir ve taksîm denilen en kat‘î bir huccetle deriz: Ey şeytan! Ve ey şeytanın şâkirdleri! Kur’ân, ya Arş-ı A‘zam’dan, İsm-i A‘zam’dan gelmiş bir kelâmullâhtır. Veyahud -hâşâ, sümme hâşâ, yüz bin kerre hâşâ- yerde sahtekâr ve Allah’dan korkmaz ve Allah’ı bilmez, i‘tikādsız bir beşerin düzmesidir. Bu ise ey şeytan, sâbık huccetlere karşı bunu sen diyemedin ve diyemezsin ve diyemiyeceksin. Öyle ise bizzarûre ve bilâ-şübhe, Kur’ân Hâlik-ı Kâinât’ın kelâmıdır. Çünki ortası yoktur ve muhâldir ve olamaz.[3]
[1] Bekir Topaloğlu-İlyas Çelebi, Kelâm Terimleri Sözlüğü, 274-275.
[2] Sözler, 59., Muhlis Körpe, Risale-i Nur Istılahları, 164.
[3] Sözler, 58-59.