17. Lemanın 14. Notasının Üçüncü Remzini izah edebilir misiniz?
Üçüncü Remiz: Ey insan! Fâtır-ı Hakîm’in senin mâhiyetine koyduğu en garib bir hâlet şudur ki, bazen dünyaya yerleşemiyorsun. Zindanda boğazı sıkılmış adam gibi, “Of! Of!” deyip dünyadan daha geniş bir yer istediğin halde, bir zerrecik, bir iş, bir hâtıra, bir dakika içine girip yerleşiyorsun. Koca dünyaya yerleşemeyen kalb ve fikrin, o zerrecikte yerleşir. En şiddetli hissiyâtınla o dakikacıkta, o hâtıracıkta dolaşıyorsun.
Bazen insan kabına sığmaz, yerinde duramaz, çok hareketli olur. Bulunduğu yer kendisine dar gelir. Daha geniş daha ferah yerler arar. Zindanda boğazı sıkılmış adam gibi of! Of! Deyip adeta dünyadan daha geniş bir yer arar. Kalb ve düşüncesiyle dünyaya sığmayan aynı insan, bazen de bir dakikada, bir hatırada, bir işte yerleşebiliyor. Geçmişte yaşadığı bir hatıraya takılıp oradan bir türlü çıkamayabiliyor. O hatıraya o kadar dalar ki etrafında olup biten olayları bile fark edemeyebiliyor.
Bununla ilgili Bediüzzaman hazretleri şöyle bir hatırasından bahseder.
“Harb-i umûmîde Rus’un esâretinden kurtulduktan sonra İstanbul’da iki üç sene Dâru’l-Hikmet’te yaptığım hizmet-i dîniye, beni orada durdurdu. Sonra Kur’ân-ı Hakîm’in irşâdıyla ve Gavs-ı A‘zam’ın himmetiyle ve ihtiyârlığın intibâhıyla İstanbul’daki hayat-ı medeniyeden bir usanç ve şa‘şaalı hayat-ı ictimâiyeden bir nefret geldi. “Dâüssıla” ta‘bîr edilen iştiyâk-ı vatan hissi beni vatanıma sevk etti. Madem öleceğim, vatanımda öleyim diye Van’a gittim. Her şeyden evvel Van’da [Horhor] denilen medresemin ziyaretine gittim. Baktım ki, sâir Van hâneleri gibi onu da Rus istîlâsında Ermenîler yakmışlardı. Van’ın meşhur kal‘ası ki, dağ gibi yekpâre taştan ibârettir, benim medresem onun tam altındadır ve ona bitişiktir. Yedi sekiz sene evvel benim terkettiğim, o medresemdeki dost, kardeş, enîs talebelerimin hayâlleri gözümün önüne geldi. O fedâkâr arkadaşlarımın bir kısmı hakîkî şehîd olmuşlar. Diğer bir kısmı da o musibet yüzünden ma‘nevî şehîd olarak vefat etmişlerdi. Ben ağlamaktan kendimi tutamadım. O halde, kal‘anın, tâ medresenin üstündeki iki minâre yüksekliğinde medreseye nâzır olan tepesine çıktım, oturdum. Yedi-sekiz sene evvelki zamana hayâlen gittim. Benim hayâlim kuvvetli olduğu için, beni o zamanda hayli gezdirdi. Etrafta kimse yoktu ki beni o hayâlden çevirsin ve o zamandan beni çeksin, çünkü yalnızdım. Yedi sekiz sene zarfında gözümü açtıkça, bir asır zaman geçmiş kadar bir tahavvülât görüyordum. Baktım ki, benim medresemin etrafındaki şehir içi, kal‘a dibi mevkii, bütün baştan aşağıya kadar yakılmış, tahrîb edilmiş. Evvelki gördüğümden şimdiki gördüğüme, güya iki yüz sene sonra dünyaya gelip, öyle hazîn nazarla baktım. O hânelerdeki adamların çoğu ile, dost ve ahbâb idim. Kısm-ı a‘zamı, Allah rahmet eylesin, muhâceretle vefat etmişler, gurbette perişan olmuşlardı. Hem Ermenî mahallesinden başka, Van’ın bütün müslümanlarının hâneleri tahrîb edilmiş gördüm.
Benim kalbim, en derinden sızladı. O kadar rikkatime dokundu ki, binler gözüm olsa idi, beraber ağlayacaktı. Ben gurbetten vatanıma döndüm. Gurbetten kurtuldum zannediyordum. Vâ esefâ! Gurbetin en dehşetlisini vatanımda gördüm. On ikinci Recâ’da bahsi geçen Abdurrahmân gibi, ruhum ile pek alâkadâr yüzlerle talebelerimi, dostlarımı kabirde ve o ahbâbların yerlerini harâbezâr gördüm. Eskiden beri hâtırımda olan bir zâtın bir fıkrası vardı. Tam ma‘nâsını göremiyordum. O hazîn levha karşısında tam ma‘nâsını gördüm. Fıkra budur: لَوْلَا مُفَارَقَةُ الْاَحْبَابِ مَا وَجَدَتْ لَهَا الْمَنَايَٓا اِلٰٓي اَرْوَاحِنَا سُبُلاً yani, “Eğer dostlardan mufârakat olmasa idi, ölüm ruhlarımıza yol bulamazdı ki gelsin, bizi alsın.” Demek, en ziyâde insanı öldüren, ahbâbdan mufârakattir. Evet hiçbir şey beni o vaz‘iyet kadar yakmamış, ağlatmamış. Eğer Kur’ân’dan ve îmândan meded gelmese idi o gam, o keder, o hüzün ruhumu uçuracak gibi te’sîrât yapacaktı.
Eskiden beri şâirler şiirlerinde, ahbâblarıyla görüştükleri menzillerin, mürûr-u zamanla harâbegâhlarına ağlamışlar. Bunun en firkatli levhasını da ben gözümle gördüm. İki yüz sene sonra gāyet sevdiği dostların mahall-i ikāmetine uğrayan bir adamın hüznüyle, hem ruhum, hem kalbim gözüme yardım edip ağladılar. O vakit, gözümün önünde harâbezâra dönmüş yerlerin, gāyet ma‘mûr ve şenlikli ve neş’eli ve sürûrlu bir sûrette bulunduğu zaman, yirmi seneye yakın en tatlı bir hayatta tedrîs ile kıymetdar talebelerimle geçirdiğim hayatımın o şirin safahâtı, birer birer sinema levhaları gibi canlanıp görünerek, sonra vefat edip gidiyorlar tarzında hayâli, gözümün önünde epey zaman devam etti. O vakit ehl-i dünyânın hâline çok taaccüb ettim. Nasıl kendilerini aldatıyorlar? Çünkü o vaz‘iyet, dünyanın tam fânî olduğunu ve insanlar da içinde misafir bulunduğunu bilbedâhe gösterdi. Ehl-i hakîkatin mütemâdiyen, “Dünya gaddardır, mekkârdır, fettândır, fenâdır, aldanmayınız!” demeleri, ne kadar doğru olduğunu gözümle gördüm. Hem insan nasıl cismiyle, hânesiyle alâkadârdır. Öyle de kasabasıyla, memleketiyle, belki dünyasıyla da alâkadâr olduğunu kendim de gördüm.
Çünkü ben vücûdum i‘tibâriyle ihtiyârlık rikkatinden iki gözümle ağlarken, medresemin yalnız ihtiyârlığı değil, belki vefatından dolayı, on gözle ağlamak istiyorum. Ve o şirin vatanımın yarı ölmesiyle, yüz gözle ağlamaya ihtiyâcım vardı. Rivâyet-i hadîste vardır ki: “Her sabah bir melâike, لِدُوا لِلْمَوْتِ وَابْنُوا لِلْخَرَابِ diye çağırıyor.” Yani, “Ölmek için tevellüd ediyorsunuz, dünyaya geliyorsunuz, harâb olmak için binalar yapıyorsunuz!” diyor. İşte bu hakîkati, kulağım ile, gözümle işitiyordum. Evet o vaz‘iyetim beni nasıl ağlattırmış, on senedir hayâlim o vaz‘iyete uğradıkça yine ağlıyor. Evet, binler sene yaşamış o ihtiyâr kal‘anın başındaki menzillerin harâb olması ve onun altındaki şehrin, sekiz sene zarfında sekiz yüz sene kadar ihtiyârlaşması ve kal‘anın altındaki gāyet hayatdâr ve mecma‘-ı ahbâb olan medresemin vefatı, umum Osmanlı Devleti’ndeki bütün medreselerin vefatını gösteren cenazesinin ma‘nevî azametine işareten koca Van Kal‘ası’nın yekpâre taşı, ona bir mezar taşı olmuş. Âdetâ o medresedeki sekiz sene evvel benim ile beraber bulunan merhum talebelerim, kabirlerinde benimle beraber ağlıyorlar. Belki o kasabanın harâbe duvarları, dağılmış taşları benimle beraber ağlıyorlar ve onları ağlar gibi gördüm. Ben o vakit anladım ki, vatanımdaki bu gurbete dayanamayacağım. Ya ben de kabre onların yanına gitmeliyim. Veyahut bir dağda bir mağaraya çekilip ecelimi orada beklemeliyim diye düşündüm. Dedim: “Madem dünyada böyle tahammül edilmez, sabırşiken, mukāvemetsûz, yakıcı firkatler var. Elbette mevt, hayata râcihtir. Hayatın bu ağır vaz‘iyeti çekilir derdlerden değildir.” O vakit cihât-ı sitte denilen altı cihette nazar gezdirdim. Karanlıklı gördüm. O şiddet-i teessürden gelen gaflet, bana dünyayı korkunç, boş, hâlî, başıma yıkılacak bir tarzda gösterdi. Ruhum ise, düşman vaz‘iyetini alan hadsiz belâlara karşı bir nokta-i istinâd ararken ve ruhumdaki ebede kadar uzanan hadsiz arzuları tatmîn edecek bir nokta-i istimdâdtaharrî ederken ve o hadsiz firâk ve iftirâktan, tahrîb ve vefattan gelen hüzün ve gama karşı teselli beklerken, birden Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ ٭ لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ يُحْي۪ي وَيُم۪يتُ وَهُوَ عَلٰي كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ âyetinin hakîkati tecellî etti. Beni o rikkatli, firkatli, dehşetli, hüzünlü hayâlden kurtardı. Gözümü açtırdı.”[1]
Hem senin mâhiyetine öyle ma‘nevî cihâzât ve latîfeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz. Bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremez. Baş, bir batman taşı kaldırdığı halde; göz, bir saçı kaldıramadığı gibi; o latîfe, birkaç saç kadar bir sıkleti kaldıramaz. Yani gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamaz. Hatta bazen söner ve ölür.
Rabbimiz insana öyle manevi duygular ve latifeler vermiş ki, bazen olur ki koca dünyayı yutsa doymaz. Dahası yok munun arayışı içine girer. Zira bir hadis-i şerifte Sevgili Peygamberimiz (sav) şöyle buyurur. “İnsan oğluna bir sahra dolusu altın versen ikinci sahra dolusu altını ister; Koca dünyayı versen ikinci dünyayı arzu eder.” Çünkü kendinde sonsuz sevgiyi barındıran insan sonu olan şeylerle yetinmez. Bu sonsuz duygular ebedi bir âlemden ve ebedi bir zattan başkasına razı olamaz. O sonsuz sevgi kabını ancak sonsun bir sevgili ve onun sonsuz olan ziyafetgâhı doyurabilir. Bazı latifeler de var ki ufacık bir ufacık bir zerreyi kendinde yerleştiremez. Azıcık bir gaflete, bir isyana, günaha dayanamaz. Bazen söner ölür.
Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork! Bir lokma, bir kelime, bir tane, bir lem‘a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letâiflerini, onlarda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyük şeyleri bir cihette yutarlar. Nasıl küçük bir cam parçasında, gök, yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hâfızan, senin sahîfe-i a‘mâlin ekserîsi ve sahâif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi, çok cüz’î küçük şeyler var, öyle büyük eşyâyı bir cihette yutarlar, istîâb ederler.
İnsanın dünyayı yutsa tok olmayan bazı latifeleri bazı ufak şeylerin içinde boğulup yok olabiliyor. Bu duyguları bazen bir haram lokma, bazen bir namahreme bakma bazen de ağızdan çıkan bir söz söndürüyor.
Ebû Hüreyre (ra) şöyle bir hadis-i şerif rivayet eder. Rasûlullah (s.a.s), "Ey İnsanlar! Allah Teâlâ temizdir, ancak temiz olanı kabul eder. Allah, peygamberlerine emrettiği şeyleri mü’minlere de emretti." buyurdu ve şu âyetleri okudu:
"Ey peygamberler! Temiz olan şeylerden yiyin, güzel işler yapın. Ben sizin yaptıklarınızı hakkıyla bilmekteyim."[2]
"Ey İman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin..." [3]
Sonra Rasûlullah (sas) uzun yolculuklar yapmış, üstü başı tozlanmış, saçı başı dağılmış, ellerini göğe uzatarak, "Yâ Rab, yâ Rab!" diye yalvarıp yakaran bir adamdan söz etti ve "Fakat onun yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdı. Haram ile beslenirdi. Peki, böyle birisinin duası nasıl kabul edilsin? buyurdu."[4]
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri;
“Bak evlâdım! Haram yemek, kalbi öldürür. Lokma vardır, kalbini nurlandırır; lokma vardır onu karanlığa boğar. Yine lokma vardır, seni dünya ile meşgul eder; lokma vardır ukbâ ile meşgul eder. Lokma vardır, seni her iki dünyanın da zâhidi yapar, seni dünya ve âhiretin Hâlıkı’na yöneltir.” Buyurur.
Bu konuda Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurur:
“Bir seher benden ilham kesildi. (Bir tuluat, bir sünûhat, kalbime doğmadı.) Anladım ki vücuduma şüpheli birkaç lokma girdi. Bilgi de hikmet de helâl lokmadan doğar. Aşk da merhamet de helâl lokmanın mahsulüdür. Eğer bir lokmadan gaflet meydana geliyorsa, bil ki o lokma, şüpheli veya haramdır.”
Şah-ı Nakşibend Hz.de bu konuda şöyle buyurur;
“Salih ameller, helal lokma ile mümkün olur. Fakat helal lokma da gafletle yenilmemelidir.”
Dikkat edilirse bir lokma bazen duanın kabul olmasına engel olur. Lokma vardır kalbi nurlandırır. Lokma vardır insanı karanlıklara gömer. Lokma vardır ilhamların kesilmesine sebep olur. Lokma vardır ilhamın gelmesine neden olur. Lokma vardır salih amele vesile olur. Ama lokma vardır salih amelden alıkoyar. Lokma vardır ebedi hayatın kazancına vesile olur. Lokma vardır insanı dünyevileştirir, ebedi hayatın mahvolmasına sebep olur.
Bazen bir kelime insanın helak olmasına veya kurtuluşuna sebep olur. "Allah’a ve iman esaslarına iman ettim" dese ebedi hayatı kurtulur, ama "iman etmedim" dese ebedi hayatı mahv olur. Var da bir kelime yok da bir kelime. İkisi de üç harften meydana gelir. Kişi var dese ebedi hayatı kurtulurken, yok dese ebedi hayatı mahvolur.
İnsan bazen de bir işarette, bir öpmekte ebediyetle ancak tatmin olan o duygularını, kalbini mahvedebiliyor. İnsanın kalbinde sonsuz bir sevgi var. Bu da ancak sonsuz olan Rabbimizin sevgisiyle ve onun iman edenler için hazırladığı ebedi bir cennetle tatmin olabilir. Fakat insan bazen bu sevgiyi kendisi gibi fani olan karşı cinsten birinin göz kırpışına ve ona yaptığı bir iltifata feda edebiliyor. Karşı cinsten birinin bir iltifatı, bir hareketi, bir işareti bir sürü günahlara girip kişinin ibadetlerden uzaklaşmasına sebep olabiliyor. Böylelikle -Allah muhafaza- ebetten başkasına razı olmayan bir kalbi ve latifeyi fani olan o sevgili uğrunda mahvedebiliyor.
[1] Osmanlıca Lemalar, 26. Lema, 13. Reca, sh. 259/262.
[2] Mü’minûn, 23/51.
[3] Bakara, 2/172.
[4] Müslim, Zekât, 65.