Mesnevi-i Nuriye'den iki adet sorum olacak.
1."Nûrânî ve misâlî âlem-i emirden gelen emir ile öyle bir şecere-i nûrâniye (nurdan bir ağaç) olarak yeşillenir ki..."
2. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek olarak kalır. Nûra inkılâb edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır." Bu iki cümleyi izah edebilir misiniz?
Âlem-i emir, emir âlemi demek olup sebebe bağlı olmaksızın Hak tarafından vücut bulan âlemdir. Melekût âlemi bu âlemdendir. Akıl ve duyu yolu ile idrak edilebilen madde âleminden daha yücedir. Halk/Mülk âlemi ile arasındaki fark; emir âleminin bir anda var olmasıdır. Mülk âleminde ise, sebepler silsilesi neticesinde Allah’ın yaratması ile bir şey var olur.
Bediüzzaman Hazretlerine göre âlem-i emir, ruhun ve tabiat kanunlarının geldiği âlemdir. Bu hususu Eskişehir Hapsinde kaleme aldığı bir mektupta şöyle izah eder:
“Emir ve irâdenin arşıdır ki (Allah’ın dilemesinin en yüce ve yüksek tecelli ettiği yer); unsur-u havadır.
Biz nasıl ki ağzımızdaki hava ile hurûfât (harfleri) ve kelimâtı (kelimeleri) ekiyoruz. Birden sünbülleniyorlar. Yani havada, âdetâ zamansız bir anda, bir kelime bir habbe (tohum) olup hâric-i havada sünbüllenir. Küçük büyük hadsiz (sayısız) aynı kelimeyi câmi‘ (içeren) bir havayı sünbül veriyor.
Unsur-u havaiyeye (hava unsuruna) bakıyoruz ki, o derece emr-i künfeyekûne mutî‘ ve musahhar ve emirberdir ki (Allah’ın “Ol! der. Hemen oluverir!” emrini o kadar dinler ki;) güya her bir zerresi, bir nefer gibi, muntazam bir ordunun her dakika emrini bekler.
Evet, emir ve irâdenin bu gāyet hafî (gizli) ve vücûd-u maddîleri (maddî varlıkları) gāyet gizli ve havaî (havadaki), âdetâ nîm-ma‘nevî (yarı manevi), nîm-maddî (yarı maddi) nev‘indeki mevcûdâtta (varlıklarda), emr-i tekvînînin (dilemesinin) ayn-ı kudret (yaratması) gibi âsârı görünüyor.”[1]
İletişim araçlarının özellikle internetin hemen hemen her sahada kullanıldığı günümüz dünyasında hava vasıtasıyla bir söz, bir konuşma, bir görüntü aynı anda her yerde işitilebilmekte ve görülebilmektedir.
Yarı maddi, yarı manevi olan bu varlıklar ile iletişim hızlanmış ve artık bu hızlılık sıradan hale gelmiştir. Eğer bu sözler veya kelimeler manevî, kudsî olursa maddi etkisi de olabilmektedir. Ses dalgaları ile ameliyatsız olarak böbrek taşlarının bile kırıldığı bir zamanda bu etki, akıldan hiç de uzak değildir zaten.
Emir âleminde bir anda ve her yerde varlıklar vücud bulmakta ve bulunduğu alanda etkili olabilmektedir.
Soruda atıf yapılan husus kalptir.
“İnsanın çekirdeği olan kalb, ubûdiyet (kulluk) ve ihlâs altında İslâmiyet ile iskā edilmekle (sulanmakla), îmân ile intibâha gelirse (filizlenirse), nûrânî ve misâlî âlem-i emirden gelen emir ile öyle bir şecere-i nûrâniye (nurdan bir ağaç) olarak yeşillenir ki, onun cismânî âlemine (görünen dünyasına) ruh olur.”[2]
Kalbin çekirdek olma özelliğini Hazret-i Üstad 24. Söz’de şöyle örneklendirmektedir:
“İnsan, şecere-i hilkatin (yaratılış ağacının) meyvesi olduğundan, meyve gibi en uzak ve en câmi‘ (kapsayıcı) ve umuma bakar ve umumun cihetü’l-vahdetini (ortak özelliklerini) içinde saklar bir kalb çekirdeğini taşıyan ve yüzü kesrete (dış alemdeki varlıklara), fenaya (sonlu hayata), dünyaya bakan bir mahlûktur. Ubûdiyet (kulluk) ise, onun yüzünü fenâdan bekaya (sonsuz hayat), halktan Hakk’a, kesretten vahdete (bir ve tek olan Allah’a), müntehadan (bitiş noktasından) mebdee (başlangıç noktasına) çeviren bir hayt-ı vuslat (bağlayan halat), yahud mebde’ ve müntehâ ortasında bir nokta-i ittisaldir (kesişim noktasıdır).
Nasıl ki tohum olacak kıymetdar bir meyve-i zîşuûr (şuur sahibi), ağacın altındaki zîruhlara (ruh sahiplerine) baksa, güzelliğine güvense, kendini onların ellerine atsa veya gaflet edip düşse, onların ellerine düşecek, parçalanacak. Âdî bir tek meyve gibi zâyi‘ olacak. Eğer o meyve nokta-i istinâdını (dayanak noktasını yani içindeki çekirdeği filizlendirebilecek toprağı) bulsa, içindeki çekirdek bütün ağacın cihetü’l-vahdetini (esas özelliklerini) tutmakla beraber, ağacın bekasına (devamlılığına) ve hakîkatinin devamına vâsıta olacağını düşünebilse, o vakit o tek meyve içindeki bir tek çekirdek, bir hakîkat-i külliye-i dâimeye (taşıdığı özün ve özelliklerin başka ağaçlarda ve meyvelerde devamlı var olmasına) bir ömr-ü bâkî içinde mazhar oluyor.
Öyle de insan, eğer kesrete dalıp, kâinât içinde boğulup, dünyanın muhabbetiyle sersem olarak fânîlerin tebessümlerine (çekici gülümsemelerine) aldansa, onların kucaklarına atılsa, elbette nihâyetsiz bir hasârete düşer. Hem fenâ, hem fâni (geçici), hem ademe düşer (yok olur). Hem ma‘nen (taşıdığı anlam cihetiyle) kendini i‘dâm eder (yok eder). Eğer lisân-ı Kur’ân’dan kalb kulağıyla îmân derslerini işitip başını kaldırsa, vahdete müteveccih olsa (Allah’a yönelse), ubûdiyetin mi‘râcıyla (kulluk asansörüyle) arş-ı kemâlâta (olgunluğun zirvesine) çıkabilir. Bâkî bir insan olur.”[3]
İbadetin insanın kalp çekirdeğindeki cevheri nasıl yeşerttiğine dair Bediüzzaman Hazretleri; savaşta, cephede ve at sırtında iken kaleme aldığı tefsirinde şunları kaydeder:
"Emirleri imtisâl (yerine getirmek), nehiylerden (yasaklardan) ictinâb etmek (uzaklaşmak) sâyesinde, bir ferd, hey’et-i ictimâiyede (toplum içinde) çok mertebelerle nisbet peydâ eder (bağlantı kurar) ve alâkadâr (ilgili) olur. Bilhassa ahkâm-ı dîniye (dinin yükümlülükleri) ve mesâlih-i umumiye (umumun faydası) hususunda bir ferd, bir nev‘ (dünyasında yer alan tüm ferdler) hükmüne geçer. Yani pek çok hukuklar, haysiyetler, irşâdlar, ta‘lîmler, ıslahlar gibi vazîfeler bir şahsa yüklenir. Eğer evâmiri imtisâl (emirlere uymak), nevâhîden ictinâb eden (yasaklardan uzaklaşmak) o şahıs olmasa, o vazîfeler tamamen pây-i mâl (zay’i) olur.”[4]
Eğer insan kalp çekirdeğini yeşertemezse -ki bu ancak ibadet ile mümkündür- bulunduğu âlemde, kendine ait hususi dünyasında, üzerindeki tüm sorumluluklarının farkında olmadan hareket ederek o dünyanın merkez öznesi olarak anlamını kaybeder. Geçici ve çabuk bozulan bir kısım lezzetlerin rüşvetiyle avunan bir çöp olarak zayi olur.
Soruda atıf yapılan ilgili yerin devamında buna dikkat çekilmiştir. Şöyle ki:
“Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek olarak kalır. Nûra inkılâb edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır.”[5] Yani ibadetle terbiye olunarak nurlanmış kalb ile tüm vazifeler görünür olacaktır.
Hazret-i Üstad’ın özsorumluluğumuzun altını çizdiği şu makalesi bu hususta dikkat çekicidir:
“Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında (küçük aleminde) cihâd-ı ekber (büyük cihad) ile mükelleftir (yükümlüdür). Ve ahlâk-ı Ahmediye (asm) ile (Peygamber Efendimizin (asm) ahlakıyla) tahalluk (ahlaklanmak) ve sünnet-i Nebeviyeyi (Peygamber Efendimizin (asm) sünnetini) ihyâ (yaşamak) ile muvazzaftır (görevlidir).”[6]
Özetle; insan kalp cevherini ibadet ile terbiye ettikçe bulunduğu âlemdeki tüm varlıklara karşı vazife ve hukuklarını fark edecek, o varlıklar onun âleminde yok hükmünde iken bu farkındalık ile kıymet kazanacak, adetâ ruhlanacaktır.
İnsan bir tek varlık iken bir anda bulunduğu âlemde binler hükmüne geçebilecektir. Esas ve devamlı olan manasını kazanacaktır.
https://risale.online/soru-cevap/emir-ve-irade-arsi
[1] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 290-292.
[2] Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevî Nûriye, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 112.
[3] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 153-154.
[4] Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtü’l İ’câz, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 133.
[6] Bediüzzaman Said Nursi, Mektûbat, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 472.