Esma-yı Hüsnayı tazammun eden bazı fezlekelerle ayetlere hatime verilmekte .... Bu yere örnek verebilir misiniz?
Fezleke: Netice, hülâsa, icmâl. Önce ayrıntısı verilip sonra hülasası kastedilen söz. Fezleke, esasen فذلك كذا : “Burada söz konusu olan kısaca şudur” cümlesinin kısaltılmış şeklidir. Bu tıpkı “Bismillahirrahmânirrahim” cümlesinin “besmele” olarak ifade edilmesi gibidir. Meselâ وَأَتِمُوا الْحَجَ وَالْعُمْرَةَ لِلَۀِ فَإِنْ أُحْصِرْتُمْ فَمَا اسْتَیْسَرَ مِنَ الْۀَدْیِ وَلاَ تَحْلِقُوا رُؤُوسَكُمْ حَتَى یَبْلُغَ الْۀَدْیُ مَحِلَۀُ فَمَنْ كَانَ مِنكُمْ مَرِیضًا أَوْ بِۀِ أَذًى مِنْ رَأْسِۀِ فَفِدْیَةٌ مِنْ صِیَامٍ أَوْ صَدَقَةٍ أَوْ نُسُكٍ فَإِذَا أَمِنتُمْ فَمَنْ تَمَتَعَ بِالْعُمْرَةِ إِلَى الْحَجِ فَمَا اسْتَیْسَرَ مِنَ الْۀَدْیِ فَمَنْ لَمْ یَجِدْ فَصِیَامُ ثَلَاثَةِ أَیَامٍ فِی الْحَجِ وَسَبْعَةٍ إِذَا رَجَعْتُمْ تِلْكَ عَشَرَةٌ كَامِلَةٌ “Haccı ve umreyi Allah için tam yapın. Eğer (bunlardan) alıkonursanız kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban, yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin. Sizden her kim hasta olursa yahut başında bir rahatsızlığı varsa, oruç veya sadaka veya kurban olmak üzere fidye gerekir. (Hac yolculuğu için) emin olduğunuz vakit kim hac günlerine kadar umre ile faydalanmak isterse, kolayına gelen bir kurban kesmek gerekir. Kurban kesmeyen kimse hac günlerinde üç, memleketine döndüğü zaman yedi olmak üzere oruç tutar ki, bunun hepsi tam on gündür...” (Bakara 2/196) âyetinde yer alan تِلْكَ عَشَرَةٌ كَامِلَةٌ. “Bunun hepsi tam on gündür...” ifadesi esasen bir fezlekedir. Zira oldukça tafsilatlı bir şekilde ele alınan konu, neticede kısa bir sonuç cümlesiyle nihayete erdirilmiştir.[1]
Yukarıda ifade edildiği üzere, Kur’an’ı Kerim’de genellikle herhangi bir konu anlattıldıktan sonra, ayetin sonunda Esmâ-yı Hüsnâ veya Esmâ-yı Hüsnânın manaları zikredilerek konu özetlenir, yani fezleke olarak zikredilir. Bediüzzaman hazretleri, Kur’an’ı Kerim’in bu fezlekelerinin ve Esmâ-yı Hüsnâ cihetindeki harika üslubunu 25. Söz adlı risalede geniş bir şekilde izah etmektedir. İlgili yeri aynen aşağı alıntılıyoruz. Yeteri sayıda örnekler mevcuttur.
İkinci Nûru: Kur’ân-ı Hakîm’in âyetlerinin hâtimelerinde gösterdiği fezlekeler ve Esmâ-yı Hüsnâ cihetindeki üslûb-u bedîîsinde olan meziyet-i i‘câziyeye dâirdir.
Bir İhtâr: Şu İkinci Nûr’da çok âyetler gelecektir. O âyetler, yalnız İkinci Nûr’un misâlleri değil, belki geçmiş mesâil ve şuâ‘ların misâlleri dahi olurlar. Bunları hakkıyla îzâh etmek çok uzun gelir. Şimdilik ihtisâr ve icmâle mecbûrum. Onun için gayet muhtasar bir tarzda şu sırr-ı azîm-i i‘câzın misâllerinden olan âyetlere birer işaret edip, tafsîlâtını başka vakte ta‘lîk ettik. İşte Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân, âyetlerin hâtimelerinde gāliben bazı fezlekeleri zikreder ki, o fezlekeler, ya Esmâ-yı Hüsnâ’yı veya ma‘nâlarını tazammun ediyor. Veyahud aklı tefekküre sevk etmek için akla havâle eder. Veyahud makāsıd-ı Kur’âniyeden bir kāide-i külliyeyi tazammun eder ki, âyetin te’kîd ve te’yîdi için fezlekeler yapar. İşte o fezlekelerde Kur’ân’ın hikmet-i ulviyesinden bazı işârât ve hidâyet-i İlâhiyenin âb-ı hayatından bazı reşâşât, i‘câz-ı Kur’ânın berklerinden bazı şerârât vardır. Şimdi pek çok o işârâttan yalnız on tanesini icmâlen zikrederiz. Hem pek çok misâllerinden birer misâl ve her bir misâlin pek çok hakāikinden yalnız her birinden bir hakîkatin meâl-i icmâlîsine işaret ederiz. Bu on işaretin ekserîsi, ekser âyetlerde müctemian beraber bulunup hakîkî bir nakş-ı i‘câzî teşkîl ederler. Hem misâl olarak getirdiğimiz âyetlerin ekserîsi, ekser işârâta misâldir. Biz yalnız her âyetten bir işaret göstereceğiz. Misâl getireceğimiz âyetlerden eski sözlerde bahsi geçenlerin yalnız meâline bir hafif işaret ederiz.
Birinci Meziyet-i Cezâlet: Kur’ân-ı Hakîm, i‘câzkâr beyânâtıyla Sâni‘-i Zülcelâl’in ef‘âl ve eserlerini nazara karşı serer, bast eder. Sonra o âsâr ve ef‘âlinde esmâ-yı İlâhiyeyi istihrâc eder. Veya haşir ve tevhîd gibi bir makasıd-ı asliye-i Kur’âniyeyi isbat ediyor. Birinci ma‘nânın misâllerinden, meselâ, هُوَ الَّذ۪ى خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْأَرْضِ جَم۪يعًا ثُمَّ اسْتَوٰي اِلَي السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَئٍ عَل۪يمٌ İkinci şıkkın misâllerinden, meselâ, اَلَمْ نَجْعَلِ الْأَرْضَ مِهَادًا وَ الْجِبَالَ اَوْتَادًا وَخَلَقْنَاكُمْ اَزْوَاجًا -ilâ âhirihî-. اِنَّ يَوْمَ الْفَصْلِ كَانَ م۪يقَاتًا ’e kadar; birinci âyette âsârı bast edip bir neticenin, bir mühim maksûdun mukaddemâtı gibi, ilim ve kudrete gāyât ve nizâmâtıyla şehâdet eden en azîm eserleri serdeder. Alîm ismini istihrâc eder. İkinci âyette, Birinci Şu‘le’nin Birinci Şuâ‘ının Üçüncü Nokta’sında bir derece îzâh olunduğu gibi; Cenâb-ı Hakk’ın büyük ef‘âlini, azîm âsârını zikrederek neticesinde yevm-i fasl olan haşri netice olarak zikrediyor.
İkinci Nükte-i Belâgat: Kur’ân, beşerin nazarına san‘at-ı İlâhiyenin mensûcâtını açar, gösterir. Sonra fezlekede o mensûcâtı esmâ içinde tayyeder. Veyahud akla havâle eder. Birincinin misâllerinden, meselâ, قُلْ مَنْ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمَٓاءِ وَالْأَرْضِ اَمَّنْ يَمْلِكُ السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ وَ مَنْ يُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَيِّ وَ مَنْ يُدَبِّرُ الْأَمْرَ فَسَيَقُولُونَ اللّٰهُ فَقُلْ اَفَلَا تَتَّقُونَ فَذٰلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ İşte başta der: “Semâ ve zemini rızkınıza iki hazine gibi müheyyâ edip, oradan yağmuru, buradan hubûbâtı çıkaran kimdir? Allah’dan başka koca semâ ve zemini, iki mutî‘ hazinedâr hükmüne kimse getirebilir mi? Öyle ise, şükür ona münhasırdır.” İkinci fıkrada der ki: “Sizin a‘zâlarınız içinde en kıymetdar göz ve kulaklarınızın mâliki kimdir? Hangi tezgâh ve dükkândan aldınız? Bu latîf kıymetdar göz ve kulağı verecek ancak Rabbinizdir. Sizi îcâd edip terbiye eden odur. Bunları size vermiştir. Öyle ise yalnız ‘Rab’ odur. Ma‘bûd da o olabilir.” Üçüncü fıkrada der: “Ölmüş yeri ihyâ edip yüz binler ölmüş tâifeleri ihyâ eden kimdir? Hakk’dan başka ve bütün kâinâtın Hâlik’ından başka şu işi kim yapabilir? Elbette o yapar, o ihyâ eder. Madem Hakk’dır, hukuku zâyi‘ etmeyecektir, sizi bir mahkeme-i kübrâya gönderecektir. Yeri ihyâ ettiği gibi, sizi de ihyâ edecektir.” Dördüncü fıkrada der: “Bu azîm kâinâtı bir saray gibi, bir şehir gibi kemâl-i intizâmla idare edip tedbîrini gören, Allah’dan başka kim olabilir? Madem Allah’dan başka olamaz. Koca kâinâtı bütün ecrâmıyla gayet kolay idare eden kudret, o derece kusursuz, nihâyetsizdir ki, hiçbir şerîk ve iştirâke ve muâvenet ve yardıma ihtiyacı olamaz. Koca kâinâtı idare eden, küçük mahlûkātı başka ellere bırakmaz. Demek, ister istemez Allah diyeceksiniz.” İşte birinci ve dördüncü fıkra ‘Allah' der. İkinci fıkra ‘Rab' der. Üçüncü fıkra ‘el-Hak' der. فَذٰلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ ne kadar mu‘cizâne düştüğünü anla. İşte Cenâb-ı Hakk’ın azîm tasarrufâtını, kudretinin mühim mensûcâtını zikreder. Sonra da o azîm âsârın, mensûcâtın destgâhı فَذٰلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ der. Yani “Hakk, Rab, Allah” isimlerini zikretmekle o tasarrufât-ı azîmenin menbaını gösterir.
İkinci misâllerinden: اِنَّ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّت۪ي تَجْر۪ي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ مَٓاءٍ فَاَحْيَا بِهِ الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ ف۪يهَا مِنْ كُلِّ دَٓابَّةٍ وَتَصْر۪يفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَٓاءِ وَالْأَرْضِ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ İşte, Cenâb-ı Hakk’ın kemâl-i kudretini ve azamet-i rubûbiyetini gösteren ve vahdâniyetine şehâdet eden, semâvât ve arzın hilkatindeki tecellî-i saltanat-ı ulûhiyet; ve gece gündüzün ihtilâfındaki tecellî-i rubûbiyet; ve hayat-ı ictimâiye-i insana en büyük bir vâsıta olan gemiyi denizde teshîr ile tecellî-i rahmet; ve semâdan âb-ı hayatı ölmüş zemine gönderip zemini yüz bin tâifeleriyle ihyâ edip bir mahşer-i acâib sûretine getirmekteki tecellî-i azamet-i kudret; ve zeminde hadsiz muhtelif hayvanâtı basit bir topraktan halk etmekteki tecellî-i rahmet ve kudret; ve rüzgârları nebâtât ve hayvanâtın teneffüs ve telkîhlerine hizmet gibi vezâif-i azîme ile tavzîf edip tedbîr ve teneffüse sâlih vaz‘iyete getirmek için tahrîk ve idaresindeki tecellî-i rahmet ve hikmet; ve zemin ve âsumân ortasında vâsıta-i rahmet olan bulutları bir mahşer-i acâib gibi muallakta toplayıp dağıtmak, bir ordu gibi istirahat ettirip vazîfe başına da‘vet etmek gibi teshîrindeki tecellî-i rubûbiyet gibi mensûcât-ı san‘atı ta‘dâd ettikten sonra, aklı onların hakāikine ve tafsîline sevk edip tefekkür ettirmek için لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ der. Onunla ukūlü îkāz için akla havâle eder.
Üçüncü Meziyet-i Cezâlet: Bazen Kur’ân, Cenâb-ı Hakk’ın fiillerini tafsîl ediyor. Sonra bir fezleke ile icmâl eder. Tafsîli ile kanâat verir. İcmâl ile hıfz ettirir, bağlar. Meselâ, وَكَذٰلِكَ يَجْتَب۪يكَ رَبُّكَ وَيُعَلِّمُكَ مِنْ تَاْو۪يلِ الْأَحَاد۪يثِ وَيُتِمُّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَعَلٰٓي اٰلِ يَعْقُوبَ كَمَٓا اَتَمَّهَا عَلٰٓي اَبَوَيْكَ مِنْ قَبْلُ اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْحٰقَ اِنَّ رَبَّكَ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ İşte, Hazret-i Yûsuf ve ecdadına edilen ni‘metleri şu âyetle işaret eder. Der ki: “Sizi bütün insanlar içinde makam-ı nübüvvetle serfirâz, bütün silsile-i enbiyâyı silsilenize rabt edip, silsilenizi nev‘-i beşer içinde bütün silsilenin serdârı, hânedânınızı ulûm-u İlâhiye ve hikmet-i Rabbâniyeye bir hücre-i ta‘lîm ve hidâyet sûretinde getirip, o ilim ve hikmetle dünyanın saadetkârâne saltanatını âhiretin saadet-i ebediyesiyle sizde birleştirmek; seni ilim ve hikmet ile Mısır’a hem azîz bir reis, hem âlî bir nebî, hem hakîm bir mürşid etmek” olan ni‘met-i İlâhiyeyi zikir ve ta‘dâd edip ilim ve hikmet ile onu, âbâ ve ecdadını mümtâz ettiğini zikrediyor. Sonra “Senin Rabbin Alîm ve Hakîm’dir” der. “Onun rubûbiyeti ve hikmeti iktizâ eder ki, seni ve âbâ ve ecdadını Alîm, Hakîm ismine mazhar etsin.” İşte o mufassal ni‘metleri şu fezleke ile icmâl eder. Hem meselâ, قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَٓاءُ İşte şu âyet, Cenâb-ı Hakk’ın nev‘-i beşerin hayat-ı ictimâiyesindeki tasarrufâtını şöyle gösteriyor ki: İzzet ve zillet, fakr ve servet doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın meşîetine ve irâdesine bağlıdır. Demek, kesret tabakâtının en dağınık tasarrufâtına kadar, meşîet ve takdîr-i İlâhî iledir. Tesâdüf karışamaz. Şu hükmü verdikten sonra, insaniyet hayatında en mühim iş onun rızkıdır. Şu âyet, beşerin rızkını doğrudan doğruya Rezzâk-ı Hakîkî’nin hazîne-i rahmetinden gönderdiğini bir-iki mukaddeme ile isbat eder. Şöyle ki, der: “Rızkınız yerin hayatına bağlıdır. Yerin dirilmesi ise bahara bakar. Bahar ise, şems ve kameri teshîr eden, gece ve gündüzü çeviren zâtın elindedir. Öyle ise, bir elmayı bir adama hakîkî rızık olarak vermek, bütün yeryüzünü bütün meyvelerle dolduran o Zât verebilir ve o ona hakîkî Rezzâk olur.” Sonra da, وَ تَرْزُقُ مَنْ تَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ der. Bu cümlede o tafsîlâtlı fiilleri icmâl ve isbat eder. Yani “Size hesabsız rızık veren odur ki, bu fiilleri yapar.”
Dördüncü Nükte-i Belâgat: Kur’ân kâh olur, mahlûkāt-ı İlâhiyeyi bir tertîble zikreder. Sonra o mahlûkāt içinde bir nizâm, bir mîzânolduğunu ve onun semereleri olduğunu göstermekle, güya bir şeffafiyet, bir parlaklık veriyor ki, sonra o ayna-misâl tertîbinden cilvesi bulunan esmâ-yı İlâhiyeyi gösteriyor. Güya o mahlûkāt-ı mezkûre elfâzdır. Şu esmâ, onun ma‘nâları, yahud o meyvelerin çekirdekleri, yahud hulâsalarıdırlar.
Meselâ, وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْأِنْسَانَ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ ط۪ينٍ ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً ف۪ي قَرَارٍ مَك۪ينٍ ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًا ثُمَّ اَنْشَاْنَاهُ خَلْقًا اٰخَرَ فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِق۪ينَ İşte Kur’ân, hilkat-i insanın o acîb, garib, bedî‘, muntazam, mevzûn etvârını öyle ayna-misâl bir tarzda zikredip tertîb ediyor ki,فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِق۪ينَ içinde kendi kendine görünüyor. Ve kendini dedirttiriyor. Hatta vahyin bir kâtibi şu âyeti yazarken, daha şu kelime gelmezden evvel şu kelimeyi söylemiştir. “Acaba bana da mı vahiy gelmiş?” zannında bulunmuş. Halbuki evvelki kelâmın kemâl-i nizâm ve şeffafiyetidir ve insicâmıdır ki, o kelâm gelmeden kendini göstermiştir. Hem meselâ, اِنَّ رَبَّكُمُ اللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰي عَلَي الْعَرْشِ يُغْشِي الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَث۪يثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِه۪ٓ اَلَا لَهُ الْخَلْقُ وَالْأَمْرُ تَبَارَكَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَم۪ينَ İşte Kur’ân, şu âyette azamet-i kudret-i İlâhiye ve saltanat-ı rubûbiyeti öyle bir tarzda gösteriyor ki, güneş, ay, yıldızlar emirber neferleri gibi emrine müheyyâ, gece ve gündüzü beyaz ve siyah iki hat gibi veya iki şerît gibi birbiri arkasında döndürüp âyât-ı rubûbiyetini kâinât sahîfelerinde yazan ve Arş-ı rubûbiyetinde duran bir Kadîr-i Zülcelâl’i gösterdiğinden, her ruh işitse بَارَكَ اللّٰهُ، مَاشَٓاءَ اللّٰهُ، فَتَبَارَكَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَم۪ينَ demeye hâhişger olur. Demek, تَبَارَكَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَم۪ينَ sâbıkın hulâsası, çekirdeği, meyvesi ve âb-ı hayatı hükmüne geçer.
Beşinci Meziyet-i Cezâlet: Kur’ân, bazen tagayyüre ma‘rûz ve muhtelif keyfiyâta medâr maddî cüz’iyâtı zikreder. Onları hakāik-i sâbite sûretine çevirmek için sâbit, nûrânî, küllî esmâ ile icmâl eder, bağlar. Veyahud tefekküre ve ibrete teşvîk eder. Bir fezleke ile hâtime verir. Birinci ma‘nânın misâllerinden meselâ, وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْأَسْمَٓاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَي الْمَلٰٓئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِئُون۪ي بِاَسْمَٓاءِ هٰٓؤُلَآءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ قَالُوا سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ İşte şu âyet, evvelen Hazret-i Âdem’in hilâfet mes’elesinde melâikelere rüchâniyetine medâr, ilmi olduğu olan bir hâdise-i cüz’iyeyi zikreder. Sonra o hâdisede melâikelerin Hazret-i Âdem’e karşı ilim noktasında hâdise-i mağlûbiyetlerini zikreder. Sonra bu iki hâdiseyi iki ism-i küllî ile icmâl ediyor. Yani, اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ yani “Alîm ve Hakîm sen olduğun için Âdem’i ta‘lîm ettin. Bize gālib oldu. Hakîm olduğun için bize isti‘dâdımıza göre veriyorsun. Onun isti‘dâdına göre rüchâniyet veriyorsun.” İkinci ma‘nânın misâllerinden, meselâ, وَاِنَّ لَكُمْ فِي الْأَنْعَامِ لَعِبْرَةً نُسْق۪يكُمْ مِمَّاف۪ي بُطُونِه۪ مِنْ بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَبَنًا خَالِصًا سَٓائِغًا لِلشَّارِب۪ينَ -ilâ âhirihî- ve ف۪يهِ شِفَٓاءٌ لِلنَّاسِ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَآٰيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ İşte şu âyetler, Cenâb-ı Hakk’ın koyun, keçi, inek, deve gibi mahlûklarını insanlara hâlis, sâfî, lezîz bir süt çeşmesi; üzüm ve hurmâ gibi masnû‘ları da insanlara latîf, lezîz, tatlı birer ni‘met tablaları ve kazanları; ve arı gibi küçük mu‘cizât-ı kudretini şifâlı ve tatlı güzel bir şerbetçi yaptığını âyet şöylece gösterdikten sonra, tefekküre, ibrete, başka şeyleri de kıyâs etmeye teşvîk için اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ der, hâtime verir.
Altıncı Nükte-i Belâgat: Kâh oluyor ki, âyet geniş bir kesrete ahkâm-ı rubûbiyeti serer. Sonra birlik ciheti hükmünde bir râbıta-i vahdet ile birleştirir. Veyahud bir kāide-i külliye içinde yerleştirir. Meselâ, وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضَ وَلَا يَؤُدُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظ۪يمُ İşte Âyetü’l-Kürsî’de on cümle ile on tabaka-i tevhîdi ayrı ayrı renklerde isbat etmekle beraber مَنْ ذَاالَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ cümlesiyle, gayet keskin bir şiddetle şirki ve gayrın müdâhalesini keser, atar. Hem şu âyet İsm-i A‘zam’ın mazharı olduğundan, hakāik-i İlâhiyeye âit ma‘nâları a‘zamî derecededir ki, a‘zamiyet derecesinde bir tasarruf-u rubûbiyeti gösteriyor. Hem umum semâvât ve arza birden müteveccih tedbîr-i ulûhiyeti en a‘zamî bir derecede umuma şâmil bir hafîziyeti zikrettikten sonra, bir râbıta-i vahdet ve birlik ciheti, o a‘zamî tecelliyâtlarının menba‘larınıوَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظ۪يمُ ile hulâsa eder.
Hem meselâ, اَللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضَ وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَاَخْرَجَ بِه۪ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ وَسَخَّرَ لَكُمُ الْفُلْكَ لِتَجْرِيَ فِي الْبَحْرِ بِاَمْرِه۪ وَسَخَّرَ لَكُمُ الْأَنْهَارَ وَسَخَّرَ لَكُمُ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ دَٓائِبَيْنِ وَسَخَّرَ لَكُمُ الَّيْلَ وَالنَّهَارَ وَاٰتٰيكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَاَلْتُمُوهُ وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللّٰهِ لَا تُحْصُوهَا İşte şu âyetler, evvelâ Cenâb-ı Hakk’ın insana karşı şu koca kâinâtı nasıl bir saray hükmünde halk edip, semâdan zemine âb-ı hayatı gönderip, insanlara rızkı yetiştirmek için zemini ve semâyı iki hizmetkâr ettiği gibi; zeminin sâir aktârında bulunan her bir nevi‘ meyvelerinden her bir adama istifâde imkânı vermek, hem insanlara semere-i sa‘ylerini mübâdele edip her nevi‘ medâr-ı maîşetini te’mîn etmek için gemiyi insana musahhar etmiştir. Yani denize, rüzgâra, ağaca öyle bir vaz‘iyet vermiş ki, rüzgâr bir kamçı, gemi bir at, deniz onun ayağı altında bir çöl gibi durur. İnsanları gemi vâsıtasıyla bütün zemine münâsebetdâr etmekle beraber; ırmakları, büyük nehirleri insanın fıtrî birer vesâit-i nakliyesi hükmünde teshîr, hem güneş ile ay’ı seyrettirip, mevsimleri ve mevsimlerde değişen Mün‘im-i Hakîkî’nin renk renk ni‘metlerini insanlara takdîm etmek için iki musahhar hizmetkâr ve o büyük dolabı çevirmek için iki dümenci hükmünde halketmiş. Hem gece ve gündüzü insana musahhar, yani hâb-ı rahatına geceyi örtü, gündüzü maîşetlerine ticaretgâh hükmünde teshîr etmiştir. İşte bu ni‘met-i İlâhiyeyi ta‘dâd ettikten sonra, insana verilen ni‘metlerin ne kadar geniş bir dâiresi olduğunu gösterip o dâirede de ne derece hadsiz ni‘metler dolu olduğunu, şuوَاٰتٰيكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَاَلْتُمُوهُ وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللّٰهِ لَا تُحْصُوهَا fezleke ile gösterir. Yani isti‘dâd ve ihtiyâc-ı fıtrî lisânıyla insan ne istemiş ise bütün verilmiş. İnsana olan nimet-i İlâhiye ta‘dâd ile bitmez, tükenmez. Evet, insanın madem bir sofra-i ni‘meti semâvât ve arz ise ve o sofradaki ni‘metlerden bir kısmı şems, kamer, gece, gündüz gibi şeyler ise, elbette insana müteveccih olan ni‘metler had ve hesaba gelmez.
Yedinci Sırr-ı Belâgat: Kâh oluyor ki âyet, zâhirî sebebi îcâdın kābiliyetinden azletmek ve uzak göstermek için, müsebbebin gayelerini, semerelerini gösteriyor. Tâ anlaşılsın ki, sebeb yalnız zâhirî bir perdedir. Çünki gayet hakîmâne gayeleri ve mühim semereleri irâde etmek, gayet Alîm, Hakîm birinin işi olmak lâzımdır. Sebebi ise, şuûrsuz, câmiddir. Hem semere ve gayetini zikretmek ile âyet gösteriyor ki, sebebler çendân nazar-ı zâhirîde ve vücûdda müsebbebât ile muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakîkatte mâbeynlerinde uzak bir mesâfe var. Sebebden müsebbebin îcâdına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli en ednâ bir müsebbebin îcâdına yetişemez. İşte sebeb ve müsebbeb ortasındaki uzun mesâfede, esmâ-yı İlâhiye birer yıldız gibi tulû‘ eder. Matla‘ları, o mesâfe-i ma‘neviyedir. Nasıl ki zâhir nazarda dağların dâire-i ufkunda semânın etekleri muttasıl ve mukārin görünür. Halbuki, dâire-i ufk-u cibâlîden semânın eteğine kadar umum yıldızların matla‘ları ve başka şeylerin meskenleri olan bir mesâfe-i azîme bulunduğu gibi, esbâb ile müsebbebât mâbeyninde öyle bir mesâfe-i ma‘neviye var ki, îmânın dürbünüyle, Kur’ân’ın nûruyla görünüyor. Meselâ, فَلْيَنْظُرِ الْأِنْسَانُ اِلٰي طَعَامِه۪ اَنَّا صَبَبْنَا الْمَٓاءَ صَبّاً ثُمَّ شَقَقْنَا الْأَرْضَ شَقّاً فَاَنْبَتْنَا ف۪يهَا حَبّاً وَ عِنَبًا وَ قَضْبًا وَ زَيْتُونًا وَ نَخْلاً وَ حَدَٓائِقَ غُلْبًا وَ فَاكِهَةً وَ اَبًّا مَتَاعًا لَكُمْ وَ لِاَنْعَامِكُمْ İşte şu âyet-i kerîme mu‘cizât-ı kudret-i İlâhiyeyi bir tertîb-i hikmetle zikrederek esbâbı müsebbebâta rabt edip, en âhirde مَتَاعًا لَكُمْ lafzıyla bir gayeyi gösterir ki, o gaye, bütün o müteselsil esbâb ve müsebbebât içinde o gayeyi gören ve ta‘kîb eden gizli bir mutasarrıf bulunduğunu ve o esbâb onun perdesi olduğunu isbat eder. Evet مَتَاعًا لَكُمْ وَ لَِانْعَامِكُمْ ta‘bîriyle, bütün esbâbı, îcâd kābiliyetinden azleder. Ma‘nen der: “Size ve hayvanâtınıza rızkı yetiştirmek için su semâdan geliyor. O suda size ve hayvanâtınıza acıyıp, şefkat edip rızık yetiştirmek kābiliyeti olmadığından, su gelmiyor, gönderiliyor demektir. Hem toprak nebâtâtıyla açılıp, rızkınız oradan geliyor. Hissiz, şuûrsuz toprak sizin rızkınızı düşünüp şefkat etmek kābiliyetinden pek uzak olduğundan, toprak kendi kendine açılmıyor. Birisi o kapıyı açıyor. Ni‘metleri ellerinize veriyor. Hem otlar, ağaçlar sizin rızkınızı düşünüp merhameten size meyveleri, hubûbâtı yetiştirmekten pek çok uzak olduğundan, âyet gösteriyor ki, onlar bir Hakîm-i Rahîm’in perde arkasından uzattığı ipler ve şerîtlerdir ki, ni‘metlerini onlara takmış. Zîhayatlara uzatıyor.” İşte şu beyânâttan Rahîm, Rezzâk, Mün‘im, Kerîm gibi çok esmânın matla‘ları görünüyor. Hem meselâ, اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ يُزْج۪ي سَحَابًا ثُمَّ يُؤَلِّفُ بَيْنَهُ ثُمَّ يَجْعَلُهُ رُكَامًا فَتَرَي الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِه۪ وَ يُنَزِّلُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ جِبَالٍ ف۪يهَا مِنْ بَرَدٍ فَيُص۪يبُ بِه۪ مَنْ يَشَٓاءُ وَ يَصْرِفُهُ عَنْ مَنْ يَشَٓاءُ يَكَادُ سَنَا بَرْقِه۪ يَذْهَبُ بِالْأَبْصَارِ يُقَلِّبُ اللّٰهُ الَّيْلَ وَ النَّهَارَ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَعِبْرَةً لِاُولِي الْأَبْصَارِ وَاللّٰهُ خَلَقَ كُلَّ دَٓابَّةٍ مِنْ مَٓاءٍ فَمِنْهُمْ مَنْ يَمْش۪ي عَلٰي بَطْنِه۪ وَ مِنْهُمْ مَنْ يَمْش۪ي عَلٰي رِجْلَيْنِ وَ مِنْهُمْ مَنْ يَمْش۪ي عَلٰٓي اَرْبَعٍ يَخْلُقُ اللّٰهُ مَا يَشَٓاءُ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰي كُلِّ شَئٍ قَد۪يرٌ İşte şu âyet, mu‘cizât-ı rubûbiyetin en mühimlerinden ve hazîne-i rahmetin en acîb perdesi olan bulutların teşkîlatında yağmur yağdırmaktaki tasarrufât-ı acîbeyi beyân ederken, güya bulutun eczâları cevv-i havada dağılıp saklandığı vakit, istirahate giden neferât misillü, bir boru sesiyle toplandığı gibi emr-i İlâhî ile toplanır, bulut teşkîl eder. Sonra küçük küçük tâifeler bir ordu teşkîl eder gibi, o parça parça bulutları te’lîf edip, kıyâmette seyyâr dağlar cesâmet ve şeklinde, beyazlık ve rutubet cihetinde kar ve dolu keyfiyetinde olan o sehâb parçalarından âb-ı hayatı bütün zîhayata gönderiyor. Fakat o göndermekte bir irâde, bir kasıd görünüyor. Hâcâta göre geliyor. Demek gönderiliyor. Cevv berrâk, sâfî, hiçbir şey yokken, bir mahşer-i acâib gibi dağvârî parçalar kendi kendine toplanmıyor. Belki zîhayatı tanıyan birisidir ki, gönderiyor. İşte şu mesâfe-i ma‘neviyede Kadîr, Alîm, Mutasarrıf, Müdebbir, Mürebbî, Mugîs, Muhyî gibi esmâların matla‘ları görünüyor.
Sekizinci Meziyet-i Cezâlet: Kur’ân kâh oluyor ki, Cenâb-ı Hakk’ın âhirette hârika ef‘âllerini kalbe kabul ettirmek için ihzâriye hükmünde ve zihni tasdîke müheyyâ etmek için bir i‘dâdiye sûretinde, dünyadaki acâib ef‘âlini zikreder. Veyahud istikbâlî ve uhrevî olan ef‘âl-i acîbe-i İlâhiyeyi öyle bir sûrette zikreder ki, meşhûdumuz olan çok nazîreleriyle onlara kanâatimiz gelir. Meselâ, اَوَ لَمْ يَرَ الْأِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ينٌ tâ sûrenin âhirine kadar; işte şu bahisde, haşir mes’elesinde, Kur’ân-ı Hakîm haşri isbat için yedi-sekiz sûrette muhtelif bir tarzda isbat ediyor. Evvelâ neş’e-i ûlâyı nazara verir. Der ki: “Nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan tâ hilkat-i insaniyeye kadar olan neş’etinizi görüyorsunuz. Nasıl oluyor ki neş’e-i uhrâyı inkâr ediyorsunuz? O onun misli, belki daha ehvenidir.”
Hem Cenâb-ı Hakk insana karşı ettiği ihsânât-ı azîmeyi اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ الْأَخْضَرِ نَارًا kelimesiyle işaret edip der: “Size böyle ni‘met eden Zât, sizi başıboş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasınız.” Hem remzen der: “Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulmasını kıyâs edemeyip istib‘âd ediyorsunuz. Hem semâvât ve arzı halk eden, semâvât ve arzın meyvesi olan insanın hayat ve memâtından âciz kalır mı? Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesine ehemmiyet vermeyip başkasına mal eder mi? Bütün ağacın neticesini terk etmekle, bütün eczâsıyla hikmetle yoğrulmuş hilkat şeceresini abes ve beyhûde yapar mı zannedersiniz?” Der: “Haşirde sizi ihyâ edecek Zât öyle bir zâttır ki, bütün kâinât ona emirber nefer hükmündedir. Emr-i künfeyekûne karşı kemâl-i inkıyâd ile serfürû eder. Bir baharı halketmek, bir çiçek kadar ona ehven gelir. Bütün hayvanâtı îcâd etmek, bir sinek îcâdı kadar kudretine kolay gelir bir zâttır. Öyle bir Zât'a karşı مَنْ يُحْيِي الْعِظَامَ deyip kudretine karşı ta‘cîz ile meydan okunmaz.” Sonra فَسُبْحَانَ الَّذ۪ي بِيَدِه۪ مَلَكُوتُ كُلِّ شَئٍ ta‘bîriyle, “Her şeyin dizgini elinde, her şeyin anahtarı yanında, gece ve gündüzü, kış ve yazı bir kitap sahîfeleri gibi kolayca çevirir, dünya ve âhireti iki menzil gibi bunu kapar, onu açar bir Kadîr-i Zülcelâl’dir. Madem böyledir. Bütün delâilin neticesi olarak وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ yani kabirden sizi ihyâ edip, haşre getirip huzûr-u kibriyâsında hesabınızı görecektir.” İşte şu âyetler haşrin kabulüne zihni müheyyâ etti. Kalbi de hazır etti. Çünki nazâirini dünyevî ef‘âl ile de gösterdi. Hem kâh oluyor ki, ef‘âl-i uhreviyesini öyle bir tarzda zikreder ki, dünyevî nazâirlerini ihsâs etsin. Tâ istib‘âd ve inkâra meydan kalmasın. Meselâ, اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ -ilâ âhirihî- ve اِذَا السَّمَٓاءُ انْفَطَرَتْ -ilâ âhirihî- ve اِذَا السَّمَٓاءُ انْشَقَّتْ İşte şu sûrelerde, kıyâmet ve haşirdeki inkılâbât-ı azîmeyi ve tasarrufât-ı rubûbiyeti öyle bir tarzda zikreder ki, insan onların nazîrelerini dünyada, meselâ güzde, baharda gördüğü için, kalbe dehşet verip akla sığmayan o inkılâbâtı kolayca kabul eder. Şu üç sûrenin meâl-i icmâlîsine işaret dahi pek uzun olur. Onun için birtek kelimeyi numûne olarak göstereceğiz. Meselâ, اِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ kelimesi ifade eder ki: “Haşirde herkesin bütün a‘mâli bir sahîfe içinde yazılı olarak neşrediliyor.” Şu mes’ele, kendi kendine çok acîb olduğundan, akıl ona yol bulamaz. Fakat sûrenin işaret ettiği gibi, haşr-i bahârîde başka noktaların nazîresi olduğu gibi, şu neşr-i suhuf nazîresi pek zâhirdir. Çünki her meyvedâr ağacın, çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazîfeleri var. Esmâ-yı İlâhiyeyi ne şekilde göstererek tesbîhât etmiş ise, ubûdiyetleri var. İşte onun bütün bu amelleri târîh-i hayatlarıyla beraber umum çekirdeklerinde, tohumcuklarında yazılıp, başka bir baharda, başka bir zeminde çıkar. Gösterdiği şekil ve sûret lisânıyla gayet fasîh bir sûrette atalarının ve asıllarının a‘mâlini zikrettiği gibi; dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle sahîfe-i a‘mâlini neşreder. İşte gözümüzün önünde bu hakîmâne, hafîzâne, müdebbirâne, mürebbiyâne, latîfâne şu işi yapan odur ki, der: اِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ Başka noktaları buna kıyâs eyle. Kuvvetin varsa istinbât et. Sana yardım için bunu da söyleyeceğiz: İşte اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ Şu kelâm, tekvîr lafzıyla, yani sarmak ve toplamak ma‘nâsıyla parlak bir temsîle işaret ettiği gibi, nazîrini dahi îmâ eder. Birinci: Evet, Cenâb-ı Hakk tarafından adem ve esîr ve semâ perdelerini açıp, güneş gibi dünyayı ışıklandıran bir pırlanta-misâl bir lâmbayı hazîne-i rahmetinden çıkarıp dünyaya gösterdi. Dünya kapandıktan sonra, o pırlantayı perdelerine sarıp kaldıracak. İkinci: Veya, ziyâ metâını neşretmek ve zeminin kafasına ziyâyı zulmetle münâvebeten sarmakla muvazzaf bir me’mur olduğunu ve her akşam o me’mura metâını toplattırıp gizlettiği gibi; kâh olur, bir bulut perdesiyle alışverişini az yapar, kâh olur, ay onun yüzüne karşı perde olur. Muâmelesini bir derece çeker. Metâını ve muâmelât defterlerini topladığı gibi, elbette o me’mur bir vakit o me’muriyetten infisâl edecektir. Hatta hiçbir sebeb-i azl bulunmazsa, şimdilik küçük, fakat büyümeye yüz tutmuş yüzündeki iki leke büyümekle, güneş yerin başına izn-i İlâhî ile sardığı ziyâyı emr-i Rabbânî ile geriye alıp, güneşin başına sarıp, “Haydi yerde işin kalmadı” der. “Cehenneme git, sana ibâdet edip senin gibi bir me’mûr-u musahharı sadâkatsizlik ile tahkîr edenleri yak” der. اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ fermanını lekeli siyah yüzüyle yüzünde okur.
Dokuzuncu Nükte-i Belâgat: Kur’ân-ı Hakîm kâh olur, cüz’î bazı maksadları zikreder. Sonra o cüz’iyât vâsıtasıyla küllî makamlara zihinleri sevk etmek için, o cüz’î maksadı bir kāide-i külliye hükmünde olan Esmâ-yı Hüsnâ ile takrîr ederek tesbît eder. Tahkîk edip isbat eder. Meselâ, قَدْ سَمِعَ اللّٰهُ قَوْلَ الَّت۪ي تُجَادِلُكَ ف۪ي زَوْجِهَا وَتَشْتَك۪ٓي اِلَي اللّٰهِ وَاللّٰهُ يَسْمَعُ تَحَاوُرَكُمَٓا اِنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ بَص۪يرٌ İşte Kur’ân der: “Cenâb-ı Hakk Semî‘-i Mutlak’dır. Her şeyi işitir. Hatta en cüz’î bir mâcerâ olan ve zevcinden teşekkî eden bir zevcenin sana karşı mücâdelesini Hakk ismiyle işitir. Hem rahmetin en latîf cilvesine mazhar ve şefkatin en fedâkâr bir hakîkatine ma‘den olan bir kadının haklı olarak zevcinden da‘vâsını ve Cenâb-ı Hakk’a şekvâsını umûr-u azîme sûretinde Rahîm ismiyle ehemmiyetle işitir. Ve Hakk ismiyle ciddiyetle bakar.” İşte bu cüz’î maksadı küllîleştirmek için, mahlûkātın en cüz’î bir hâdisesini işiten, gören, kâinâtın dâire-i imkâniyesinden hâriç bir Zât, elbette her şeyi işitir, her şeyi görür bir zât olmak lâzım gelir. Ve kâinâta Rab olan, kâinât içinde mazlum, küçük mahlûkların derdlerini görmek, feryâdlarını işitmek gerektir. Derdlerini görmeyen, feryâdlarını işitmeyen Rab olamaz. Öyle ise, اِنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ بَص۪يرٌ cümlesiyle iki hakîkat-i azîmeyi tesbît eder.
Hem meselâ, سُبْحَانَ الَّذ۪ٓي اَسْرٰي بِعَبْدِه۪ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَي الْمَسْجِدِ الْأَقْصَي الَّذ۪ي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَٓا اِنَّهُ هُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ İşte Kur’ân, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mi‘râcının mebdei olan Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya olan seyerânını zikrettikten sonra, اِنَّهُ هُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ der. ( اِنَّهُ )’deki zamir, ya Cenâb-ı Hakk’adır veyahud Peygamberedir. Peygambere göre olsa şöyle oluyor ki: “Bu seyâhat-i cüz’îde bir seyr-i umûmî, bir urûc-u küllî var ki, tâ Sidretü’l-Müntehâ’ya, tâ Kāb-ı Kavseyn’e kadar merâtib-i külliye-i esmâiyede gözüne, kulağına tezâhür eden âyât-ı Rabbâniyeyi ve acâib-i san‘at-ı İlâhiyeyi işitmiş, görmüştür” der. O küçük, cüz’î seyahati, küllî ve mahşer-i acâib bir seyahatin anahtarı hükmünde gösteriyor. Eğer zamir Cenâb-ı Hakk’a râci‘ olsa şöyle oluyor ki: “Bir abdini bir seyahatte huzuruna da‘vet edip bir vazîfe ile tavzîf etmek için, Mescid-i Harâm’dan mecma‘-ı enbiyâ olan Mescid-i Aksâ’ya gönderip, enbiyâlarla görüştürüp, bütün enbiyâların usûl-ü dînlerine vâris-i mutlak olduğunu gösterdikten sonra, tâ Kāb-ı Kavseyn’e kadar mülk ve melekûtünde gezdirdi.” İşte çendân o zât bir abddir. Bir mi‘râc-ı cüz’îde seyahat eder. Fakat bu abd de bütün kâinâta taalluk eden bir emânet beraberdir. Hem şu kâinâtın rengini değiştirecek bir nûr beraberdir. Hem saadet-i ebediyenin kapısını açacak bir anahtar beraber olduğu için, Cenâb-ı Hakk kendi zâtını bütün eşyâyı işitir ve görür sıfatıyla tavsîf eder. Tâ o emânet, o nûr, o anahtarın cihanşumûl hikmetlerini göstersin. Hem meselâ, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضِ جَاعِلِ الْمَلٰٓئِكَةِ رُسُلاً اُول۪ٓي اَجْنِحَةٍ مَثْنٰي وَثُلٰثَ وَرُبَاعَ يَز۪يدُ فِي الْخَلْقِ مَا يَشَٓاءُ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰي كُلِّ شَئٍ قَد۪يرٌ İşte şu sûrede “Semâvât ve arzın Fâtır-ı Zülcelâl’i, semâvât ve arzı öyle bir tarzda tezyîn edip âsâr-ı kemâlini göstermekle, hadsiz seyircilerinden Fâtır'ına hadsiz medh ü senâlar ettiriyor. Ve öyle de hadsiz ni‘metlerle süslendirmiş ki, semâ ve zemin bütün ni‘metlerin ve ni‘metdîdelerin lisânlarıyla o Fâtır-ı Rahmân’ına nihâyetsiz hamd ve sitâyiş ederler” dedikten sonra, yerin şehirleri ve memleketleri içinde Fâtır’ın verdiği cihâzât ve kanatlarıyla seyr ü seyahat eden insanlarla hayvanât ve tuyûr gibi, semâvî saraylar olan yıldızlar ve ulvî memleketleri olan burçlarda gezmek ve tayerân etmek için o memleketin sekeneleri olan meleklerine kanat veren Zât-ı Zülcelâl, elbette her şeye kadîr olmak lâzım gelir. Bir sineğe bir meyveden bir meyveye, bir serçeye bir ağaçtan bir ağaca uçmak kanadını veren, Zühre’den Müşteri’ye, Müşteri’den Zühal’e uçacak kanatları o veriyor. Hem melâikeler, sekene-i zemîn gibi cüz’iyete münhasır değiller. Bir mekân-ı muayyen onları kaydedemiyor. Bir vakitte dört veya daha ziyâde yıldızlarda bulunduğuna işaret مَثْنٰي وَثُلٰثَ وَرُبَاعَ kelimeleriyle tafsîl verir. İşte şu hâdise-i cüz’iye olan melâikeleri kanatlarla techîz etmek ta‘bîriyle, gayet küllî ve umûmî bir azamet-i kudretin destgâhına işaret ederek اِنَّ اللّٰهَ عَلٰي كُلِّ شَئٍ قَد۪يرٌ fezlekesiyle tahkîk edip tesbît eder.
Onuncu Nükte-i Belâgat: Kâh oluyor, âyet insanın isyankârâne amellerini zikreder. Şedîd bir tehdîd ile zecreder. Sonra şiddet-i tehdîd, ye’se ve ümidsizliğe atmamak için, rahmete işaret eden bir kısım esmâ ile hâtime verir, teselli verir. Meselâ,قُلْ لَوْ كَانَ مَعَهُٓ اٰلِهَةٌ كَمَا يَقُولُونَ اِذًا لَابْتَغَوْا اِلٰي ذِي الْعَرْشِ سَب۪يلاً سُبْحَانَهُ وَ تَعَالٰي عَمَّا يَقُولُونَ عُلُوًّ كَب۪يرًا تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْأَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَئٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَ لٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يمًا غَفُورًا işte şu âyet der ki: “De: Eğer dediğiniz gibi mülkünde şerîki olsa idi, elbette Arş-ı rubûbiyetine el uzatıp müdâhale eseri görünecek bir derecede bir intizâmsızlık olacaktı. Halbuki, yedi tabaka semâvâttan tut, tâ hurdebînî zîhayatlara kadar her bir mahlûk, küllî olsun, cüz’î olsun, küçük olsun, büyük olsun, mazhar olduğu bütün isimlerin cilve ve nakışları dilleriyle o Esmâ-yı Hüsnâ’nın Müsemmâ-yı Zülcelâl’ini tesbîh edip şerîk ve nazîrden tenzîh ediyorlar.” Evet, nasıl ki semâ, güneşler, yıldızlar denilen nûrefşân kelimâtıyla, hikmet ve intizâmıyla onu takdîs ediyor. Vahdetine şehâdet ediyor. Ve cevv-i hava dahi bulutların sesiyle, berk ve ra‘d ve katrelerin kelimâtıyla onu tesbîh ve takdîs ve vahdâniyetine şehâdet eder. Öyle de zemin, hayvanât ve nebâtât ve mevcûdât denilen hayatdâr kelimâtıyla Hâlik-ı Zülcelâl’ini tesbîh ve tevhîd etmekle beraber, her bir ağacı yaprak ve çiçek ve meyvelerin kelimâtıyla yine tesbîh edip birliğine şehâdet eder. Öyle de, en küçük mahlûk, en cüz’î bir masnû‘ küçüklüğü ve cüz’iyetiyle beraber, taşıdığı nakışlar ve keyfiyetler işaretiyle pek çok esmâ-yı külliyeyi göstermek ile Müsemmâ-yı Zülcelâl’i tesbîh edip vahdâniyetine şehâdet eder.
İşte bütün kâinât birden bir lisân ile müttefikan Hâlik-ı Zülcelâl’ini tesbîh edip vahdâniyetine şehâdet ederek, kendilerine göre muvazzaf oldukları vazîfe-i ubûdiyeti kemâl-i itâatle yerine getirdikleri halde; şu kâinâtın hulâsası ve neticesi ve nâzdâr bir halîfesi ve nâzenîn bir meyvesi olan insan, bütün bunların aksine, zıddına olarak ettikleri küfür ve şirkin ne kadar çirkin düşüp, ne derece cezâya şâyeste olduğunu ifade edip, bütün bütün ye’se düşürmemek için, hem şunun gibi nihâyetsiz bir cinâyete, hadsiz çirkin bir isyana Kahhâr-ı Zülcelâl nasıl meydan verip kâinâtı başlarına harâb etmediğinin hikmetini göstermek için اِنَّهُ كَانَ حَل۪يمًا غَفُورًا der. O hâtime ile hikmet-i imhâli gösterip bir recâ kapısı açık bırakır.
İşte şu on işârât-ı i‘câziyeden anla ki, âyetlerin hâtimelerindeki fezlekelerde çok reşehât-ı hidâyetiyle beraber, çok lemeât-ı i‘câziye vardır ki, bülegāların en büyük dâhîleri şu bedî‘ üslûblara karşı kemâl-i hayret ve istihsânlarından parmağını ısırmış, dudağını dişlemiş, مَا هٰذَا كَلَامُ بَشَرٍ demiş, اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْيٌ يُوحٰي ’ya hakkalyakîn olarak îmân etmişler. Demek bazı âyette bütün mezkûr işârâtla beraber, bahsimize girmediği çok mezâyâ-yı âharı da tazammun eder ki, o mezâyânın icmâında öyle bir nakş-ı i‘câz görünür ki, kör dahi görebilir.[2]