Hem deme ki: “Ben mazharım. Güzele mazhar ise güzelleşir.” Zîrâ temessül, etmediğinden, mazhar değil, memer olursun. (Sözler) İzah eder misiniz?
Sakın zannetme ki o yaptıklarıyla sevinen, yapmadıkları şeylerle de övülmeyi arzu edenler, evet, sakın onları sanma ki azabdan kurtulacaklar! Çünkü onlar için (pek) acı bir azab vardır.[1] Bahse konu olan cümle bu ayetin hususi bir tefsiri olan on sekizinci sözün birinci noktasında geçmektedir. Bu kısımda Üstad kendi nefsine hitab etmektedir. Kendi nefsini emmare olarak kabul ettiğinden izahları da ona göre yapmaktadır. Bu şekilde nefsini terbiye etmektedir.
Söz konusu cümlede de hitap nefse yapılmaktadır. Nefsin kendinde görmek istediği güzelliklerin ondan olmadığını ifade etmektedir. Kur'an-ı Kerim'de geçen bir ayette, Yusuf(as) kendi nefsinden şikâyet etmekte ve nefsinin sürekli kötülüğü emrettiğini ifade etmektedir. Bu durumu Allah bizlere “Hâlbuki (ben) nefsimi temize çıkarmıyorum. Muhakkak ki nefis, dâimâ kötülüğü emredicidir.” [2] İfadesiyle bildirmektedir. Yusuf (as) gibi bir yüce peygamber dahi nefsinin bu halinden şikâyet etmekte ve Allah’a sığınmaktadır. Bediüzzaman hazretleri de kendi nefsini sürekli itham etmekte ve ona hiçbir şekilde bir paye vermemektedir.
İnsanın nefsi yaptıklarıyla gururlanmak ister. Şöhret sahibi olup tanınmak ve takdir edilmek ister. Kendini beğenir ve kendisinde kusur görmek istemez. Hâlbuki insanın nefsi iyiliklere değil belki kötülüklere merci olur. Çünkü kötülüğü isteyen insanın nefsidir. Bu yüzden kötülüklerin menşei nefistir. “Sana isâbet eden her kötülük ise nefsindendir.”[3] Ayeti buna işaret etmektedir.
Nefis belirli bir kalıba veya şekle girmediğinden kendisinin üzerine gelen güzellikleri yansıtma durumu söz konusu değildir. Ancak buna rağmen yaratılan ve onun üzerinden geçmek suretiyle ortaya çıkan bütün güzellikleri kendinden bilir. Adeta Allah’a ortak olmak ister. Nefsin bu özelliğini ortaya koyan ve kendi nefsini hep aşağı gören Üstad hazretleri de nefsin mazhar değil belki memer olduğunu yani üzerinden geçilen yol gibi veya içinden su geçen bir boru gibi sadece o güzelliklerin onun üzerinden geçtiğini veya iletken olan teller gibi gelen nurun lambaya ulaşmasına ve ışık vermesine sadece iletkenlik vazifesi gördüğünü ifade etmektedir.
Kısacası kendi nefsine herhangi bir paye vermemektedir. Bu cümlede de bunu anlatmaktadır. İnsanın nefsi kendi üzerinde gösterilen iyiliklerde çok az hisseye sahiptir. Ancak bu iyiliklerin tamamını kendine almak ister. Bu durum şuna benzer yüz salkım üzümün takıldığı kuru çubuğun, şerbet tulumbaları şeklindeki üzümleri kendisinin meydana getirdiğini iddia etmesi gibidir.
Nasıl ki üzümler o kuru çubuğun hüneri değillerse ve medih ve sena o çubuğa verilmiyorsa, Üstad hazretleri de kendisinin vesile olduğu Risale-i Nur gibi bir eserin ve ortaya koyduğu davanın nefsine verilemeyeceğini ifade etmektedir. Bunu da kendi nefsine hitaben izah etmektedir. Tâ ki nefsi gururlanmasın ve kendine bir makam istemesin.
Bu hizmetler noktasında kendi nefsini iletken olarak ifade etmektedir. Nefsinin bu kadar harikulade güzelliklerin kaynağı olamayacağını, bunu ancak rabbinin bir ihsanı olduğunu nefsine kabul ettirmektedir. Kendisine verilen bu nimetlerinde kendi ihtiyacının ziyade olmasından kaynaklandığını ortaya koymaktadır.
Nefis kendi üzerinde meydana gelen şeyleri yansıtan bir ayna gibi olduğunu kabul ettirmeye çalışır. Üstad hazretleri de nefsin yansıtan değil ancak iletken olduğunu ve dolayısıyla iyiliklerden ona verilecek bir şeyin bulunmadığını ona kabul ettirmiş ve onu susturmuştur. İşte bu cümlede de özetle bu hakikat anlatılmaktadır. Bu konuyla ilgili birçok risalelerde izahatlar bulunmaktadır.
[1] Âl-i İmrân, 3/188.
[2] Yusuf, 12/53.
[3] Nisâ, 4/79.