Mana-yı harfi ile peygamberimizin şahsına nasıl bakmalıyız?
Kâinat ve içindekilere iki cihetle bakmak mümkündür. Bunlar ister eşya, ister insan, ister diğer mahlûkat, isterse duygu dediğimiz soyut kavramlar olsun fark etmez. Bütün bunları değerlendirirken bu iki kategorinin içine sokmak mümkündür. Yani ya manayı harfiyle veyahut manayı ismiyle değerlendirilebilir.
Manayı harfi ile bakmak: Varlıklara Allah’ın yarattığı bir sanat eseri düşüncesiyle bakmak demektir. Kur’an’ın da bizden istediği bakış tarzı budur. Mesela bir çiçeğe bakarken “Allah ne güzel yaratmış” düşüncesiyle bakmak gibi.
Manayı İsmi ile bakmak: Varlıklara Allah’ın yarattığını düşünmeden bakmak demektir. Yani varlıklarda görünen bütün özellikleri kendilerinden bilmektir. Mesela bir çiçeğe bakarken sadece “ne kadar güzel bir çiçektir” diyerek Allah’tan gaflet ederek bakmak gibi.
Bir eşyaya, bir çiçeğe, bir kitaba…. Neye bakarsak bakalım onu yapan, yaratan, yazan birinin olduğunu ve o şeyin bizi sahibine yani yapana veya yaratana veya yazana götürmesi manayı harfiyken. Baktığımız şeye takılmak sadece onu görmek yani yapandan, yaratandan, yazandan habersiz olmak ise manayı ismi olarak değerlendirilir.
Diğer bir ifadeyle:
Mana-yı ismi; İsme dair mânâ. Bir şeyin sadece kendisini bilip tanımak.
mânâ-yı harfî ise; Bir şeyin başka şeyleri tanıttığı, bildirdiği veya sevdirdiği mânâya denir. Mana-yı harfinin en önemli özelliği asıl kaynağı tarif etmesi ve insanı ona ulaştırmasıdır.
Bir ağacı görmek ve tanımakla ve meyvelerini almakla Rahmet-i İlâhiyeyi tanıyor, Cenab-ı Hakk'a sevgi ve şükrümüzü arttırıyor ve O'nun emri dairesinde ağaca Rabbimizin iltifatı, rahmeti olarak alâka gösteriyor isek; bu mânâya mânâ-yı harfî denir. Ağaca gölgesinden, zahirî görünüşünden, bize verdiği meyvesinden dolayı alâka gösterir ve seversek mânâ-yı ismî ile seviyoruz demektir.
Dünyayı ve ondaki mahlûkatı mânâ-yı harfî ile sev. Mânâ-yı ismî ile sevme! " Ne kadar güzel yapılmışlar" de. " Ne kadar güzeldir" deme ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünkü bâtın-ı kalb, âyine-i Samed'dir ve O'na mahsustur. Meselâ; nasıl ki bir pâdişâh-ı âli, sana bir elmayı ihsan etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var: Biri; elma, elma olduğu için sevilir ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Şu muhabbet pâdişaha ait değil. Belki, huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder. Bazan olur ki, padişah o nefisperverâne olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem elma lezzeti dahi cüz'idir. Hem zeval bulur, elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf kalır. İkinci muhabbet ise; elma içindeki elma ile gösterilen iltifâtât-ı şâhânedir. Güyâ o elma, iltifât-ı şâhânenin nümunesi ve mücessemidir, diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhar eder. Hem iltifatın gılâfı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkindedir. İşte şu lezzet ayn-ı şükrandır. Şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir!.. Aynen bunun gibi, bütün nimetlere ve meyvelere, eğer onların lezzetleri için muhabbet edilse, yalnız maddî lezzetleri ile gafilâne telezzüz etse, o muhabbet nefsanîdir. O lezzetler de geçici ve elemlidir. Eğer Cenab-ı Hakk'ın iltifâtât-ı rahmeti ve ihsânâtının meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifâtâtın derece-i lütuflarını takdir etmek suretinde kemâl-i iştiha ile lezzet alsa; hem mânevî bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir[1]
“Cenâb-ı Hakk'ın masivasına yani kâinata (ve içindekilere) mana-yı harfiyle ve Onun hesabına bakmak lâzımdır. Mana-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak hatadır.
Evet her şeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakk'a bakar. Diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakk'a bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakk'a bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde gibi olmalıdır.”[2]
İşte Peygamber Efendimiz(a.s.m)’e mana-yı harfiyle baktığımızda Rabbimizden getirdiği hakikatleri bize tebliğ eden, Rabbimizi bize tanıtan, sevdiren, marziyatını haber veren, azabıyla korkutan vb. zat olarak görürüz. Bu cihetle kâinatın yaratıcısının bizzat görevlendirdiği ve yaratmış olduğu mahlûkatı içerisindeki en kıymetli ve değerli zattır. İnsanı Rabbine ulaştıran en mükemmel rehberdir. Tabiri caizse Cenab-ı Hakk’ın talebesi, mahlûkatın hocasıdır. Her hali, her tavrı, her davranışı insana Rabbini anlatan birer tebliğcidir.
Ancak Peygamber Efendimiz(a.s.m)’e mana-yı ismiyle bakmak; şarkiyatçıların ve bazı dinsizlerin dedikleri gibi güzel ahlaklı, zeki, akıllı vb. bazı vasıflarla ancak vasıflandırmak olur ki, buda O Zat(a.s.m)’ın kıymetini yüzden belki binden bire düşürmektir.
Aynen bunlar gibi Peygamber Efendimiz(a.s.m)’in sünneti seniyesine de mana-yı harfiyle bakmak mümkündür. Bu konuda Üstad Bediüzzaman şöyle buyurmaktadır.
Doğrudan doğruya Sünnete ittiba etmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı hatıra getiriyor. O ihtardan o hatıra, bir huzur-u İlahî hatırasına inkılab eder. Hattâ en küçük bir muamelede, hattâ yemek, içmek ve yatmak âdâbında Sünnet-i Seniyeyi müraat ettiği dakikada, o âdi muamele ve o fıtrî amel, sevablı bir ibadet ve şer'î bir hareket oluyor. Çünki o âdi hareketiyle Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a ittibaını düşünüyor ve şeriatın bir edebi olduğunu tasavvur eder ve şeriat sahibi o olduğu hatırına gelir. Ve ondan şâri-i hakikî olan Cenab-ı Hakk'a kalbi müteveccih olur, bir nevi huzur ve ibadet kazanır.
İşte bu sırra binaen Sünnet-i Seniyeye ittibaı kendine âdet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevabdar yapabilir.[3]
Ayrıca bakınız:
/soru-cevap/mana-yi-ismi-ve-harfi