"Evet, Muhammed’in (a.s.m.) getirdiği nur ile kâinatın mâhiyeti, kıymeti, kemâlâtı ve içindeki mevcudatın vazifeleri ve neticeleri ve memuriyetleri ve kıymetleri bilinir, tahakkuk eder." izah eder misiniz?''Kainatın mahiyeti'' ifadesinden ne anlamalıyız?
Peygamberimizin getirdiği nur ile yani iman, İslam ve Kuran nuruyla kainata bakıldığı zaman herşeyin gerçek manası görünür. Yani varlıklar ve kainat ne için yaratıldı. Asıl vazifemiz nedir. Varlıkların arkasındaki asıl hakikat olan nedir gibi soruların cevabı da anlaşılmış olur.
Varlıkların arkasındaki asıl hakikat Esma-yı İlahiyedir. İşte Peygamberimiz (s.a.v) bizlere Allah'ı isim ve sıfatlarıyla anlatıp tanıttırmaktadır.
Üstad Bediüzzaman hazretleri bu mevzuyu şu şekilde izah etmiştir:
"Üçüncü Reşha: Eğer istersen gel, Asr-ı Saadet’e, Cezîretü’l-Arab’a gidelim. Hayâlen olsun Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı vazîfe başında görüp, ziyaret edelim. İşte bak! Hüsn-ü sîret ve cemâl-i sûret ile mümtâz bir zâtı görüyoruz ki: Elinde mu‘ciznümâ bir kitap, lisanında hakāik-âşinâ bir hitâb, bütün benî-Âdeme, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcûdâta karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor. Sırr-ı hilkat-i âlem olan muam-mâ-yı acîbânesini hal ve şerh edip; ve sırr-ı kâinât olan tılsım-ı muğlakını feth ve keşfederek; bütün mevcûdâttan sorulan ve bütün ukûlü hayret içinde meşgul eden, üç müşkil ve müdhiş suâl-i azîm olan “Necisin? Nereden geliyorsun? Ve nereye gidiyorsun?” suâllerine mukni‘ ve makbûl cevab veriyor.
Dördüncü Reşha: Bak! Öyle bir ziyâ-yı hakîkat neşreder ki: Eğer o zâtın o nûrânî dâire-i hakîkat-i irşâdından hâric bir sûrette kâinâta baksan; elbette kâinâtın şeklini bir mâtemhâne-i umûmî hükmünde; ve mevcûdâtı birbirine ecnebî, belki düşman ve câmidâtı dehşetli cenazeler; ve bütün zevi’l-hayâtı zevâl ve firâkın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün. Şimdi bak: O zâtın neşrettiği nûr ile o mâtemhâne-i umûmî, şevk ve cezbe içinde bir zikirhâneye inkılâb etti.
O ecnebî, düşman mevcûdât, birer dost ve kardeş şekline girdi. O câmidât-ı meyyite-i sâmite birer mûnis me’mur, birer müsahhar hizmetkâr vaz‘iyetini aldı. Ve o ağlayıcı veşekvâ edici kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zâkir veya vazîfe paydosundan şâkir sûretine girdi.
Beşinci Reşha: Hem o nûr ile; kâinâttaki harekât, tenev-vüât, tebeddülât, tegayyürât; ma‘nâsızlıktan ve abesiyetten ve tesâdüf oyuncaklığından çıkıp, birer mektûbât-ı Rabbâniye, birer sahîfe-i âyât-ı tekvîniye, birer merâyâ-yı esmâ-yı İlâhiye ve âlem dahi bir kitâb-ı hikmet-i Samedâniye mertebesine çıktılar. Hem insanı bütün hayvânâtınmâdûnuna düşüren hadsiz zaaf ve aczi, fakr ve ihtiyâcâtı ve bütün hayvanlardan dahabedbaht eden, vâsıta-i nakl-i hüzün ve elem ve gam olan aklı, o nûr ile nûrlandığı vakit, insan bütün hayvânât ve bütün mahlûkāt üstüne çıkar. O nûrlanmış acz ve fakr ve akıl ile, niyâz ile nâzenîn bir sultan ve fîzâr ile nâzdâr bir halîfe-i zemîn olur. Demek o nûr olmazsa; kâinât da, insan da, hatta her şey dahi hiçe iner. Evet, böyle bedî‘ bir kâinâtta, böyle bir zât lâzımdır. Yoksa kâinât ve eflâk olmamalıdır."