Sorular

5.347

Anne-Baba Hakkına Dair Ayetin İzahı

Ayette, “...Eğer onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlığa erişirse, sakın onlara 'öf!' bile deme! Onları azarlama ve onlara güzel söz söyle!” (İsrâ, 23) diye emrediliyor.1- Bu ayetteki “öf bile deme” emri ihtiyarlığa mı bağlıdır?2- Bediüzzaman Hazretleri bu ayeti izah ederken ana babanın rızalarını kazanmanın farz bir vazife olduğunu söylüyor. Razı olmuyorlarsa ne olacak?3- Ayette ana babadan bahsedilirken Üstad, “Amca ile hala baba hükmündedir, dayı ile teyze ana hükmündedir” hükmünü neye binaen söylüyor?

4

"Şükr-ü Manevi, Şükr-ü Örfi, Şükr-ü Külli ve Şükr-ü Fıtri" Kavramlarının Risale-i Nur'a Göre İzahı

Şükr-ü Örfi; İnsan maddî-manevî duyu ve duygularını ve kendisine verilen nimetleri Allahu Tealanın emrettiği yerde kullanmasına denir. 1 Şükr-ü Manevi; nimetin zâhirî lezzet ve güzelliğini aşarak, o nimetin arkasındaki İlâhî ihsanı, rahmeti ve iltifatı fark edip kalben takdir, tazim ve muhabbetle karşılık vermektir. Yani sadece dil ile değil; düşünerek, fark ederek, nimeti vereni hatırlayarak ve nimetin İlâhî kaynağına yönelerek yapılan şükürdür. 2 Şükr-ü Külli; kulun sınırlı şükrünü; kapsamlı bir niyet, geniş bir itikad ve bütün mahlûkatın şükürlerini kendi adına Allah'a takdim etme arzusu ile sınırsız hâle getirmesidir. 3 Şükr-ü Fıtrî; rızka duyulan iştah, istek ve rızıkla alınan lezzetin tabii olarak ifade ettiği, yaratılıştan gelen doğal şükür hâlidir. 4 Bediüzzaman, İşaret-ül İcaz, Hayrat Neşriyat, s. 14- s17Bediüzzaman, Mektubat, Hayrat Neşriyat, s, 250 - s 283 - Sözler, s, 307Bediüzzaman, Sözler, Hayrat Neşriyat, s 151Bediüzzaman, Asayı Musa, Hayrat Neşriyat, s 256

4

Seyyid Ahmed Rifai Hazretleri'nin Hayatı ve Makamı

Seyyid Ahmed Rifai Hazretleri, 1118 yılında Bağdat ile Basra arasında bulunan Bataih bölgesinde Ümmüabide köyünde dünyaya gelmiştir. Rifai Hazretleri henüz 7 yaşındayken babasını kaybetmiştir. Seyyid Rifai Hazretlerinin eğitimini devrin büyük sufilerinden olan dayısı Mansur el-Betaihi üstlenmiştir.[1]Seyyid Ahmed Rifai Hazretleri küçük yaşlarda ilim tahsiline başlamıştır. Ali Ebü'l-Fazl el-Vâsıtî ve diğer bazı âlimlerden ilim tahsil etmiş ve icazet almıştır. Kendisine icazet veren hocası Ali Ebü'l-Fazl el-Vâsıtî Rifai Hazretlerine olan sevgisini şöyle dile getirmiştir:Herkes üstadıyla ben ise talebem Rifai ile iftihar ederim.Rifai Hazretleri himayesi altında bulunduğu dayısı Mansûr el-Bataihîden de ders almış onun irşad halkasına dâhil olmuştur. [2] Pek çok İslam âlimi güzel meziyetlerinden dolayı bir kısım hâsud (hasetçi) kimseler tarafından hasete maruz kalmıştır. Bu haset belasından dolayı Ahmed Rifai Hazretleri de bir takım sıkıntılar çekmiştir. Pek çok defa halifeye şikâyet edilmiş ve hatta hakkında tahkikat yapılmıştır. Bu iftiraların ve şikâyetlerin sonucunda bizzat halife tarafından tayin edilen memurlar Seyyid Ahmed Rifai Hazretlerinin çalışmalarını yakından takip etmişlerdir. Sünnete ve şeriata uymadığına dair atılan iftiraların aslı olup olmadığını araştırmak için gelen tahkikat komisyonu halifeye şu raporu sunmuştur:Bu seyyid ve müritleri sünnet yolunda değillerse yeryüzünde sünnet üzere hareket eden hiç kimse kalmamış demektir.Bu rapor üzerine halife yaptırdığı tahkikattan dolayı özür dileyen bir mektup göndermiştir.[3]Ahmed Rifai Hazretleri 1160 yılında talebeleriyle birlikte hacca gitmiştir. Vazifesini ifa ettikten sonra Medine-i Münevvere'yi ziyaret için yola koyulmuştur. Medine'yi uzaktan görünce hürmet maksadıyla devesinden inmiş yürüyerek Resul-i Ekrem (sav) Efendimizin huzuruna varmıştır. Ravza-i Mutahhara'ya girdiğinde Resul-i Ekrem (sav) Efendimizin kabr-i şerifi önüne gelmiş ve “es-Selâmü aleyke yâ ceddî!” diyerek selâm vermiştir. Orada bulunanlar Resul-i Ekrem (sav) Efendimizin “Aleyke's-selâm yâ veledî!” sözüyle selama karşılık verdiğini duymuşlardır.  Bu hal karşısında vecde gelen Ahmed Rifai Hazretleri Resul-i Ekrem (sav) Efendimizin huzurunda diz çöküp şu meşhur şiirini okumuştur:Uzakta iken benim yerime varıp toprağını öpsün diye sana ruhumu gönderiyordum; şimdi bu devlet bedenime de nasip oldu; uzat elini de dudaklarımla öpeyim.Bunun üzerine Resul-i Ekrem Efendimizin kabrinden dışarıya bir el uzanmış ve Ahmed Rifai Hazretleri hürmetle kabr-i şeriften uzanan eli öpmüştür.[4] Bu hadiseye şahit olanlar arasında Hayât b. Kays el-Harrânî ve Adi b. Müsâfir gibi zatlarla beraber oldukça kalabalık bir cemaat de vardı. Ahmed er-Rifâî hazretlerinin tarihçe-i hayatını yazan müellifler pek çok şahit ismi sayarak bu menkıbeyi mütevâtir bir haber şeklinde kaydetmişlerdir.[5]Ahmed er-Rifai, dört büyük kutubdan biri olarak bilinir. Rivayete göre Bağdad'da yaşayan Gavs Ahmed b. Halef vefat edince, bu makam Seyyid Ahmed er-Rifai'ye teklif edilir. O ise büyük bir tevazu ile Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in huzuruna yönelerek bu görevden affını ister. Bunun üzerine makam Seyyid Abdülkadir Geylani Hazretlerine verilir. Abdülkadir Geylani Hazretlerinin vefatından sonra aynı görev tekrar Ahmed Rifai Hazretlerine teklif edilir ve bu defa kabul eder. On altı yıl kadar bu makamda bulunur. Kutbiyyet makamı kendisine iki kez takdim edildiği için “Ebu'l-Alemeyn” (iki sancak sahibi) unvanıyla anılmıştır.[6]Öncüsü olduğu tarikat bir süre Rifaiyye, Ahmediyye ve Batâihiyye adlarıyla anılmakla birlikte sonraları sadece Rifaiyye adı ile kullanılır olmuştur. Ahmed Rifai Hazretleri şiddetli bir ishal hastalığı sonunda 23 Eylül 1182 yılında vefat etti. Türbesi Bağdat'ın güneyinde Vâsıt yakınlarındadır.[7][1] Yunus eş-Şeyh İbrahim es-Samarrai, es-Seyyid Ahmed er-Rifai Hayatı-Eserleri, (trc. Münir Atalar), Ankara-1995, s. 12.[2] Şeyh Abdülkerim bin Muhammed er-Rafiî, Sevadü'l-ayneyn fî menâkıbi'l-gavs ebi'l-alemeyn, Mısır 1301, s. 6.[3] Çakır, Abdullah. El Yazması İki Menakıb-ı Seyyid Ahmed er-Rifai , "inceleme ve karşılaştırma" İstanbul, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2007.s,13[4] Celâleddîn Abdurrahmân Suyûtî, eş-Şerefü'l-muhattem fî m âmenn-allâhü bihî alâ veliyyi'sseyyid Ahmed er-Rifâî min takbîli yedi'n-Nebî , (trc. Hayri Kaplan), Ankara 2002, s. 9-10.[5] Çakır, Abdullah, A.g.e.,s,13-14[6] İmâm Celâleddîn Abdurrahmân Suyûtî, A.g.e., s. 13.[7] Takiyyüddîn Abdürrahmân b. Abdülmuhsin el-Vâsıtî, Tiryâku'l-muhibbîn fî tabakāti'l-meşâyihi'l ârifîn, Mısır 1304, s.37

6

Kitap Yazarken Mitolojik Motifleri Kullanmanın Dini Hükmü

Kitap yazarken peri, simurg/anka gibi mitolojik varlıkları kullanmak caiz midir? Peri kelimesinin mecusî kökenli, simurgun ise mecusiliği yüceltme ihtimali olduğu söyleniyor. Oğuz destanlarındaki yedi başlı ejderha motifiyle 7, 3, 9 ve 40 gibi rakamlar eski inançlarda kutsal kabul edilse de Dede Korkut, Saltuknâme gibi Müslüman destanlarında da geçiyor. Bu unsurları hikâyede “düşman” olarak kullanmak sakıncalı mı? Ayrıca bazı Anadolu anlatılarında zulmeden devler insanı “kurban” diye ister; bu kelimeyi değiştirirsek inanç boyutu ortadan kalkar mı?

13

Çağın Aynası; Bediüzzaman ve Risale-i Nur

"Envâr-ı Muhammediye'yi ve maârif-i Ahmediye'yi ve füyûzât-ı şem'-i İlâhîyi en müşa'şa' bir şekilde parlatması; ve Kur'ânî ve hadîsî olan işârât-ı riyâziyenin kendisinde müntehî olması; ve hitâbât-ı Nebeviyeyi ifade eden âyât-ı celîlenin riyâzî beyânlarının kendi üzerinde toplanması delâletleriyle o zât, hizmet-i îmâniye noktasında risâletin bir mir'ât-ı mücellâsı ve şecere-i risâletin bir son meyve-i münevveri ve lisân-ı risâletin irsiyet noktasında son dehân-ı hakîkati ve şem'-i İlâhînin hizmet-i îmâniye cihetinde bir son hâmil-i zîsaadeti olduğuna şübhe yoktur." Risale-i Nur'da 15. Şua'da geçen bu ifadeleri izah eder misiniz ?

173

Tevrat ve İncil'de Sahabe Efendilerimizin Vasıfları

Tevrat, İncil ve Zebur'un ifadeleri, Kur'ân gibi mucizevî bir üstünlüğe (i'câz) sahip olmadığından ve sürekli olarak tercümeden tercümeye aktarıldığından, içlerine pek çok yabancı kelime karışmıştır. Ayrıca, o kitapların âyetleri, müfessirlerin yorumları ve yanlış anlamlandırmaları ile karıştırılıp birbirine girmiştir. Buna ek olarak, bilgisiz veya kötü niyetli bazı kişilerin bozmaları (tahrifât) da eklenmiştir. Bu sebeplerden dolayı, o kutsal kitaplardaki değişiklikler ve bozulmalar artmıştır. Buna rağmen Hüseyin Cisri Hazretleri Sevgili Peygamberimiz (sav) ve onun ashabından haber veren 114 ayeti kitabında toplamıştır. Tahrif ve bozulamalar, tercüme üstüne tercümeler olmasa idi demek ki daha nice âyetler bulunacaktı. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şöyle dile getirmektedir:Tevrat, İncil ve Zebur'un ibâreleri, Kur'ân gibi i'câzları olmadığından, hem mütemâdiyen tercüme tercüme üstüne olduğundan, pek çok yabânî kelimeler içlerine karıştı. Hem müfessirlerin sözleri ve yanlış te'vîlleri, onların âyetleriyle iltibâs edildi. Hem bazı nâdânların ve bazı ehl-i garazın tahrîfâtı da ilâve edildi. Şu sûrette o kitaplarda tahrîfât ve tağyîrât çoğaldı.1 Öncelikle Kur'ân bize sahabele efendilerimizin eski kitaplarda övgü ile bahsedildiğini şu âyet ifade etmektedir:"Muhammed Allah'ın Resûlüdür. Ve onun beraberinde bulunanlar; kâfirlere karşı çok şiddetli, kendi aralarında gayet merhametlidirler; onları çokça rükû eden kimseler ve çokça secde eden kimseler olarak görürsün; (onlar) Allah'tan bir lütuf ve bir rıdvân isterler. Secde eserinden olan alâmetleri yüzlerindedir. Bu, onların Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları ise, bir ekin gibidir ki filizini çıkarmış, sonra onu kuvvetlendirmiş, sonra kalınlaşmış da gövdesi üzerine dikilmiştir; bu hâl ekincilerin hoşuna gider; bu benzetme, kâfirleri onlarla öfkelendirmek içindir. Allah, onlardan îmân edip sâlih ameller işleyenlere bir mağfiret ve büyük bir mükâfât va'detmiştir.”2 Bu âyette sahabelerin geçmiş kitaplardaki vasıfları şöyle maddelenebilir:1. Kâfirlere karşı şiddetlidirler.2. Kendi aralarında merhametlidirler.3. Çokça rükû ve secde ederler.4. Allah'tan lütuf ve rızasını isterler.5. Yüzlerinde secde izi vardır.6. Gitgide çoğalırlar.Ebussuud Efendi tefsirinde İncil'de şöyle yazıldığını ifade etmektedir:Öyle bir kavim gelecek ki, ekin gibi bitecekler ve iyiliği emredip kötülüğü men'edecekler.3 İmam Suyutî ise tefsirinde İbn Abbâs'ın "...İşte bu, onların Tevrat'ta anlatılan vasıflarıdır. İncil'de de şöyle vasıflandırılmışlardı..." âyetini açıklarken şöyle demiştir:Yüce Allah henüz gökler ile yeri yaratmadan önce onların vasıflarını Tevrât ve İncil'de zikretmiştir.4 Katâde şöyle demektedir: Muhammed'in (sallallahu aleyhi vesellem) ashâbı İncil'de de filizini çıkarmış ekinler şeklinde vasıflanmışlardır ki o zamanlar Hz. İsa'ya şöyle denilmiştir:Zaman gelecek ekinlerin filiz vermesi gibi bir topluluk türeyecek ve içlerinden de iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir grup çıkacaktır.5 Bediüzzaman Hazretleri ise geçmiş mukaddes kitaplarda sahabeye işaret eden ayetler hususunda şöyle demektedir:Hem Sûre-i Feth'in âhirinde ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِی التَّوْرٰیةِ hükmünü tasdîkan, Tevrat'da Fârân dağlarından zuhûr eden peygamber'in Sahâbeleri hakkında şu âyet var:  Kudsîlerin bayrakları beraberindedir. Ve ânın sağındadır. Kudsîler nâmıyla tavsîf eder. Yani Onun Sahâbeleri kudsî, sâlih evliyâlardır.6 Yani Fârân bölgesi veya Paran Çölü, Mekke ve çevresidir. Burada ortaya çıkan peygamberin sahabeleri ise Kudsîler olarak aktarılmaktadır. Bu ifade onların peygamberlerine sadık, destekçi (sağında) ve hakkı yüceltenler (bayrakları beraberinde) olduğunu gösterir. "Kudsî" (Kutsal), bu kişilerin iman ve amelleriyle temizlenmiş, dürüst (salih) ve Allah katında yüksek bir mertebeye sahip Allah dostları (evliya) olduğunu gösteren bir sıfattır. Hüseyin Cisri Hazretleri ise şunları aktarmaktadır:Mesela, Hazreti Eş'iya'ın (a.s.) "Allah insanlığa Sina'da teveccüh etti. Sairde tecelli buyurdu. Paran dağlarında zuhur edip kemaliyle ortaya çıktı. Onun yanında tertemiz dostları olacaktır. Ve sağ elinde ateşten iki ağızlı balta bulunacaktır:' sözündeki üçüncü fıkra ahir zaman peygamberi Efendimiz Hazretlerine tamamen sadık ve yüce hallerine mutabıktır.7  "Onun yanında tertemiz dostları olacaktır" sözü de Peygamberimizin bütün kusurlardan arınmış bulunan ailesinin ve ashabının ona yakınlıklarını beyandan ibarettir. Onların bu yüce vasfı haiz oldukları inkâr edilemez.8 Bununla beraber Hz. Muhammed (asm) Efendimizin ümmetine işaret eden âyetler de aynı zamanda sahabelere işaret etmektedir. Buna misal olarak Bediüzzaman Hazretleri şunları aktarmaktadır:İncil'de Îsâ'dan sonra gelen ve İncil'in birkaç âyetinde Âlem Reîsi ünvânıyla müjde verdiği nebînin ta'rîfine dâir, مَعَهُ قَضٖیبٌ مِنْ حَدٖیدٍ یُقَاتِلُ بِهٖ وَاُمَّتُهُ كَذٰلِكَ İşte şu âyet gösteriyor ki, sâhibü's-seyf ve cihada me'mûr bir peygamber gelecektir. قَضٖیبٌ حَدٖیدٌ kılıç demektir. Hem ümmeti de onun gibi sâhibü's-seyf , yani cihada me'mûr olacağını Sûre-i Feth'in âhirinde, وَمَثَلُهُمْ فِی الْاِنْجٖیلِ كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْئَهُ فَاٰزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوٰی عَلٰی سُوقِهٖ یُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِیَغٖیظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ âyeti, İncil'in şu âyeti gibi, başka âyetlerine işâret edip Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm , sâhibü's-seyf ve cihada me'mûr olduğunu İncil ile beraber i'lân ediyor.9 İncil'de, Hz. İsa'dan (as) sonra gelecek olan ve İncil'in bazı ayetlerinde "Âlem Reisi" unvanıyla müjdelenen peygamberin tanımına dair, şu ayet bulunmaktadır: Çünkü (kadîbun hadîdün) tabiri, kılıç anlamına gelir. Ayrıca, onun ümmetinin de onun gibi kılıç sahibi, yani cihadla görevli olacağı, Feth Sûresi'nin sonunda yer alan ayetle de açıklanmaktadır. Başka bir işaret ise şöyledir:Mîşâîl nâmıyla müsemmâ Mîhâîl peygamberin kitabının Dördüncü Bâb'ında şu âyet var:  Âhirzamanda bir ümmet-i merhûme kāim olup, orada Hakk'a ibâdet etmek üzere mübârek dağı ihtiyâr ederler. Ve her iklîmden orada bir çok halk toplanıp Rabb-i Vâhid'e ibâdet ederler. Ona şirk etmezler. İşte şu âyet, zâhir bir sûrette dünyanın en mübârek dağı olan Cebel-i Arafât ve orada her iklîmden gelen hacıların tekbîr ve ibâdetlerini ve ümmet-i merhûme nâmıyla şöhret-şiâr olan ümmet-i Muhammediyeyi ta'rîf ediyor.10 Yani Mihail peygamberin kitabının Dördüncü Bölümü'nde şu âyet bulunmaktadır: "Âhir zamanda, merhamet edilmiş bir ümmet (Ümmet-i Merhûme) ortaya çıkacak ve orada (o bölgede) Allah'a ibadet etmek için mübarek bir dağı seçecekler. Ve dünyanın her ikliminden oraya çok sayıda insan toplanacak, tek olan Rabb'e ibadet edecekler ve O'na şirk (ortak) koşmayacaklar." Bu âyet, en mübarek dağ olan Arafat Dağı'nı (Cebel-i Arafât), o dağda her yerden gelip toplanan hacıların tekbir ve ibadetlerini ve "Merhamet Edilmiş Ümmet" ünvanıyla şöhret kazanmış olan Muhammed Ümmetini (İslam ümmetini) anlatmaktadır.Tevrat ve İncil'de Peygamberimiz/Önceki Peygamberlerin Peygamberimiz'e Delil OlmasıPeygamber Efendimizin (sav) Peygamberlik DelilleriHüseyin Cisri Hazretleri ve Kitabındaki İşaretlerBediüzzaman Hazretleri, Zülfikar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 291Fetih, 48/29Ebussuud Efendi, İrşâdü'l-Akli's-Selîm, Darû'l İhya, Beyrut 1341, c.7, s.115Suyuti, ed-Durrü'l Mensur, Darû'l Fikr, Beyrut 1341, c.7, s. 546Suyuti, ed-Durrü'l Mensur, Darû'l Fikr, Beyrut 1341, c.7, s. 546Bediüzzaman Hazretleri, Zülfikar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 295Bu ibare, miladi 1844 senesinde Londra'da basılan Tevrat'ın Arapça Tercümesi, Tesniye Kitabı 33. babında mezkurdur. (33. bab/1-4)Hüseyin Cisri, Risâle-i Hamidiyye, terc ve şerh. Manastırlı İsmâil Hakkı, Sufî Yayınları, İstanbul 2008, s. 74Bediüzzaman Hazretleri, Zülfikar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.295Bediüzzaman Hazretleri, Zülfikar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.295

31

"Zarara Rızâsıyla Girene Merhamet Edilmez. Ve Lâyık Değildir" Hükmünün İzahı

Risale-i Nur'da ilgili cümle şöyle geçmektedir:Hem nev'-i insanın ekseriyetini teşkîl eden ihtiyârlardan ve hastalardan sorunuz. Elbette ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretler ile, Eyvâh Gençliğimizi bâd-ı hevâ , belki zararlı zâyi' ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız diyecekler. Çünki beş-on senelik gençliğin gayr-i meşrû' zevki için, dünyada çok seneler gam ve keder; ve berzahta azâb ve zarar; ve âhirette cehennem ve sakar belâsını çeken adam, en acınacak bir hâlde olduğu hâlde اَلرَّاضٖی بِالضَّرَرِ لَا یُنْظَرُ لَهُ sırrıyla hiç acınmaya müstehak olamaz. Çünki zarara rızâsıyla girene merhamet edilmez. Ve lâyık değildir. Cenâb-ı Hakk bizi ve sizi, bu zamanın câzibedâr fitnesinden kurtarsın ve muhâfaza eylesin. Âmin1Zarara rızâsıyla girene merhamet edilmez sözü, kişinin kendi iradesiyle yanlış olduğunu bildiği bir duruma girmesi hâlinde, sonradan yaşadığı olumsuzluklardan dolayı başkalarından acıma veya yardım beklememesi gerektiğini vurgular. Bir davranışın sonuçlarını bile bile göze alan kişi, o sonuçlarla yüzleşmeye hazır olmalıdır.Günlük hayatta bunun pek çok örneğine rastlarız. Mesela, bir öğrenci düşünelim: Sınav tarihi haftalar öncesinden bellidir, ailesi ve öğretmenleri düzenli çalışması gerektiğini söyler. Buna rağmen öğrenci çalışmak yerine zamanını oyunla, gezmeyle geçirirse sınavdan kötü not aldığında kimse ona yazık oldu diyemez. Çünkü o, uyarılara rağmen kendi tercihiyle bir zarara doğru yürümüştür. Bu durumda kişi hem sorumluluğu hem de sonucu üstlenmiş olur.Benzer şekilde, trafikte aşırı hız yapan bir sürücü de buna örnektir. Trafik kuralları ortadadır, hız sınırını aşmanın tehlikeli olduğu herkes tarafından bilinir. Buna rağmen araç sahibi kendi isteğiyle hız yapar ve sonunda ceza yerse ya da kaza geçirirse, bu durumda neden böyle oldu? diye yakınmak yersizdir. Çünkü o, bile bile tehlikeye adım atmıştır.Sosyal ilişkilerde de bu sözün karşılığı vardır. Güvenilir olmadığı bilinen bir kişiye sırlarını emanet eden biri düşünelim. Çevresindekiler onu uyarır: Bu kişiye dikkat et, daha önce başkalarının sırlarını da açığa çıkardı. Ama kişi tüm uyarılara rağmen aynı davranışı sürdürürse ve sonunda sırrı ifşa edilirse, artık başkalarının merhamet etmesini bekleyemez. Çünkü kendi tercihinin sonucuyla yüzleşmektedir.Metinde de ifade edildiği gibi, ihtiyarlar ve hastalar, geçmiş yıllarını düşündüklerinde çoğunlukla büyük bir pişmanlıkla konuşur. Gençliğimizi boşa harcadık, heveslerle tükettik; sakın bizim yaptığımız gibi yapmayın. Çünkü kişi gençliğinde aldığı yanlış kararların sonuçlarını sadece birkaç yıl değil, bazen tüm ömrü boyunca çeker. Birkaç senelik gayr-i meşru zevkler için hem dünyada sıkıntı, hem berzahta azap, hem de âhirette ağır bir sorumlulukla karşılaşır. Bu nedenle gençlikte bile isteye yapılan yanlış tercihler, sonrasında büyük bir yük hâline gelir. Aynı şekilde bir insan, Allah'ı, ahireti, hesabı, cennet ve cehennemi bildiği halde nefsinin istekleri uğruna bunları görmezden gelip, günahları bile bile tercih ediyorsa, başına gelen sıkıntıdan dolayı ona acımayı gerektirmez. Çünkü kişi, ahirette zarar görme ihtimalini bilmesine rağmen kendi eliyle o kapıyı açmıştır. En acınacak durumda bile olsa, bile isteye hataya yürüdüğü için merhamet hakkını kendi eliyle zayıflatmıştır.Allah'ın Rahmet ve Gazabından Fazla Tahassüs HatadırBediüzzaman, Kastamonu Lahikası, Hayrat Neşriyat, Isparta, 2016, s. 206