Kainatta olan biten çok küçük ve gözümüze gereksiz gibi gelen şeyleri de illa bir hikmete bağlı olarak mı düşünmeliyiz? Yoksa Cenab-ı Hakkın koyduğu âdetlerin neticeleri olarak mı görmeliyiz? Mesela bir yaprağın ağaçtan düşerken savrulup bir yere düşmesi gibi...
Allahu Teâlâ’nın bu dünyadaki bütün icraatleri, hem bir hikmetle, hem de kanunlarının içerisinde olarak meydana gelirler. Her bir hadisenin o şekilde cereyan etmesinde, Allah’ın, bizim bilemeyeceğimiz hususi bir muradı vardır.
Fakat insanlar çoğunlukla bu hikmetleri göremez. Belki de her olayın hikmetini bilmesi lazım da değildir. İnsanlar için gerekli olan şey, Allah’ın genel kanunlarını öğrenmek ve bu kanunlar dairesinde açık gizli pek çok hikmetlerle faaliyet gösterenin yalnız İlâhî kudret olduğunu, hiç bir teferruatın dahi tesadüfen meydana gelmediğini bilmektir.
Mesela verdiğiniz yaprak örneğinde, her tek yaprağın çok hikmetli kanunlar çerçevesinde ve Allah’ın kudreti, iradesi, bilgisi ve görmesiyle düştüğünü bilmemiz yeterlidir. Fakat o anda önümüze düşen bir yaprağın, ne için o anda düştüğünü ve ona özel hikmetinin ne olduğunu düşünmek yanlış olur. Çünkü bilemeyeceğimiz ve üzerimize vazife de olmayan gaybi bir şeye boşuna kafa yormuş oluruz. Ayrıca bu tarz düşünceler bazı evhamlara ve şeytanın vesveselerine kapı açabilir.
Risale-i Nur’da, en dağınık ve tesadüfî zannedilen şeylerin dahi aslında Allah’ın iradesi ve bilgisi dairesinde meydana geldiğini izah eden bazı bahisler vardır. Bu suale ışık tutması ümidiyle bir kısmını buraya alıyoruz:
“(De ki: “Ey mülkün (gerçek) sâhibi olan Allah! Dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden de mülkü çeker alırsın! Hem dilediğini azîz edersin, dilediğini de zelîl kılarsın! (Her) hayır (ancak senin) elindedir! Şübhesiz ki sen, her şeye hakkıyla gücü yetensin!)
İşte şu âyet Cenab-ı Hakk'ın, nev'-i beşerin (insanlığın) hayat-ı içtimaiyesindeki (toplum hayatındaki) tasarrufatını (icraatlerini) şöyle gösteriyor ki; izzet ve zillet (yükseklik ve alçaklık), fakr ve servet doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk'ın meşietine ve iradesine (istemesine ve dilemesine) bağlıdır.
Demek kesret-i tabakatın (hadsiz çoklukta şeylerin) en dağınık tasarrufatına kadar, meşiet ve takdir-i İlahiye iledir. Tesadüf karışamaz.” (25. Söz)
(Alttaki paragraf, Osmanlıca el yazması Risale-i Nur eserlerinde, aynı kelimelerin bir sahife içinde alt alta sıralanması ve bunun pek çok sayfalarda dikkat çekici bir şekilde göze çarpması demek olan tevafukların Allah’ın iradesiyle öyle yazdırıldığını izah etmektedir. Mesela el yazması 29. Söz yazıldıktan beş sene sonra hemen hemen bütün satır başlarının elif harfiyle başladığı, Üstad Bediüzzaman tarafından fark edilmiştir. Yazan bunun farkında olmadığına göre, demek ki burada tesadüf yoktur. Allah’ın irade ve lütfu ile olmuştur.)
“Her şeyde -ne kadar cüz'î (küçücük) de olsa- bir kasd ve iradenin cilvesi (görünmesi) bulunmasıdır; tesadüf, hakikî olarak olmamasıdır. Evet, kesretin en çok dağınık ve en ziyade tesadüfe verilen, kelimattaki hurufatın (kelimelerdeki harflerin) vaziyetleridir.
Hususan kitabette (yazmakta), madem hiç münasebeti olmayan ve ihtiyar-ı beşerî (insan iradesi karışmayan) karışmayan hurufatın (harflerin) vaziyetlerinde bir tenasüb (uyum), bir nizam (düzen) bulunuyor; elbette bir irade-i gaybî tahtında (görmediğimiz bir irade altında) vaziyetler veriliyor.
Hiçbir şey daire-i ilim ve kudretinden hariç (Allah’ın ilim ve kudretinin dışında) olmadığı gibi, daire-i irade ve meşietinden dahi hariç (dilemesi dışında) değildir ki; böyle cüz'î ve dağınık şeylerde dahi bir tenasüb gözetiliyor ve tanzim ediliyor.” (Kastamonu Lahikası)