Dünya hayatını sevmemek ve dünya hayatından kendimizi soğutmak ve ahiret merkezli bir hayat yaşamak için nasil bir yol takip etmeliyiz ?
Dünya hayatını sevmemek için;
1. Ölümü çokça düşünmek lazım. Zira; Resûlullah (a.s.m) bir hadiste mealen; “Lezzet ve zevkleri kesen (ona son veren) i çokça zikrediniz, yâni ölümü (çokça hatırlayınız).”[1] buyurmuştur.
2. Nefsin bir aldatmacası olan uzun yaşama duygusunun yanlışlığını anlamak gerekir. Zira ayet-i kerimelerde mealen; “Her nefis ölümü tadıcıdır; sonra ancak bize döndürüleceksiniz.”[2] “(Habîbim, yâ Muhammed!) Şübhesiz sen de ölecek olan bir kimsesin, onlar da ölecek olan kimselerdir!” buyurulmaktadır.”[3]
3. Dünya hayatının geçici olduğunu, asıl hayatın ahiret hayatı olduğunu anlamak gerekir. “Hâlbuki bu dünya hayâtı, bir eğlence ve bir oyundan başka bir şey değildir. Şübhesiz âhiret yurdu ise, elbette asıl hayat odur. Keşke bilselerdi!”[4]
“İnsan bir yolcudur. Sabâvetten (çocukluktan) gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre (dirilmeye), haşirden ebede kadar insanın yolculuğu devâm eder. Her iki hayâtın levâzımâtı, Mâlikü’l-Mülk (mülkün tek sâhibi olan Allah) tarafından verilmiştir. Fakat o levâzımâtı, cehlinden (câhilliğinden) dolayı tamâmen bu hayât-ı fâniyeye sarfediyor. Hâlbuki, o levâzımâttan lâekal (en az) onda birini dünyevî hayâta, dokuzunu hayât-ı bâkīyeye (ebedî âhiret hayâtına) sarf etmek gerektir. Acabâ birkaç memleketi gezmek için hükûmetten yirmi dört lira harcırah alan bir me’mur, ilk dâhil olduğu memlekette yirmi üç lirasını sarf ederse, öteki yerlerde ne yapacaktır? Hükûmete ne cevab verecektir? Böyle yapan bir kimse kendisine akıllı diyebilir mi?”[5]
Dünyaya olan bakış açsısı da önemli bir etkendir. Zira dünyaya Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının bir tecelli yeri olarak bakıldığında insanın imanını artırır. Bu nazarla dünyaya bakmak ve manasını okumak güzeldir. Bu nazar insanı dünyaya bağlamaz bilakis Cenab-ı Hakk’ı tanımaya ve sanatını tefekkür etmeye vesile olur.
Dünyaya ahiretin tarlası olarak bakmak, cennetin kazanılmasına bir vesile, Allah’ın rahmetinin bir çiçeği olarak görmek ve bundan dolayı daha çok sevap kazanmak için uzun yaşama arzusu güzeldir. Dünyaya bu şekilde bakmanın bir zararı yoktur. Dünyaya bu bakış açısıyla bakıp, ahiret için çokça çalışıp sevap kazanmak noktasında ömrünün uzun olmasını arzu etmek, dünyaya bağlılığı değil, Allah’a yaklaşmayı netice verir. Bunda da bir sıkıntı yoktur.
Dünyada ebedi kalacakmış gibi gaflet edip günahlara girmek, zulümler yapmak, Allah’ın emir ve yasaklarını unutup, nefsin ve hevesatın peşine düşmek kötüdür. Dünyanın bu yönüne dikkat etmek ve ondan mümkün mertebe kaçmak lazımdır. Dünyanın bu hali çirkindir. Çünkü fanidir. Yok olmaya mahkumdur. İnsana acıdan başka bir şey vermez. Bu şekilde dünyaya bağlanmak hataların en büyüğüdür. Zira gaflete sebep olup gerçek vazifenin unutulmasını netice verir. İnsanın en değerli sermayesi olan ve cenneti kazanmaya, Cemalüllahı görmeye vesile olacak olan ömrünü boşu boşuna harcamasına sebep olur. Bir ayette mealen: “Ey insanlar! Muhakkak ki Allah'ın va'di haktır. Öyle ise dünya hayâtı sakın sizi aldatmasın! Ve sakın o çok aldatıcı (şeytan), sizi (isyâna sürüklerken) Allah ('ın affına güvendirmek) ile kandırmasın!”[6]
Ayrıca:
İnsan bu dünyaya ibadet etmek ve Allah’ı tanımak için gönderilmiştir. Zira bir ayette mealen: “(Ben) cinleri ve insanları, ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım!”[7] buyurulmaktadır. “Bu âyet-i uzmânın (büyük âyetin) sırrıyla, insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gāyesi; Hâlık-ı Kâinât’ı (kâinâtın yaratıcısını) tanımak ve O’na îmân edip, ibâdet etmektir. Ve insanın vazîfe-i fıtratı (yaratılış vazîfesi) ve farîza-i zimmeti (boynunun borcu), ma‘rifetullah ve îmân-ı billahtır (Allah’ı tanımak ve îmân etmektir) ve iz‘ân (iyice anlamak) ve yakīn (şübhesiz bilmek) ile vücûdunu ve vahdetini (birliğini)tasdîk etmektir. Evet, fıtraten dâimî bir hayat ve ebedî yaşamak isteyen ve hadsiz emelleri (arzu ve istekleri) ve nihâyetsiz elemleri (acıları) bulunan bîçâre (çaresiz) insana; elbette o hayat-ı ebediyenin üssül’esâsı (temel esası) ve anahtarı olan îmân-ı billâh (Allah’a iman) ve ma‘rifetullâh (Allah’ı tanımak, Allah’ı bilmek) ve vesîlelerinden (insanı Allah’a ve iman hakikatlerine ulaştıran şeyler) başka olan şeyler ve kemâlâtlar, o insana nisbeten aşağıdır. Belki çoğunun kıymetleri yoktur.”[8]
Öncelikle insanın bu hakikati anlayıp bu dünyaya ne için geldiğini bilmesi lazımdır. Dünyaya ahiret hayatını kazanmak için, adeta bir memur veya tüccar olarak gönderilen insan vazifesini tamamlayıp, hizmetini bitirip, ticaretini yaptıktan sonra buradan ayrılacaktır. Bunu idrak eden insan dünyaya çok bağlanmaz. Zira Peygamber Efendimiz bir hadiste mealen; “Ben, dünya (nimetleri) ile beraber değilim. Benim dünya ile beraberliğim ancak bir ağacm altında biraz gölgelenip (dinlenip), sonra giden ve ağacı bırakan (yolcu) bir binici (nin ağaçla beraberliği) gibidir, buyurdu."[9] buyurmaktadır.
Allahu Teala Hazretleri, insanları hem ahiretlerini kazanmaları hem de dünya hayatlarını idare etmelerine kâfi gelecek duygu ve kabiliyetlerle donatarak yaratmıştır. İnsan ruhundaki bu duyguların bir kısmı şiddetli, bir kısmı nisbeten daha zayıf hislerdir. Bunların nasıl kullanılması gerektiğini Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade eder:
“Görüyorum ki, şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki, dünyayı bir misâfirhâne-i askerî telakkî etsin.Ve öyle de iz‘ân etsin. Ve ona göre hareket etsin. Ve o telakkî ile en büyük mertebe olan mertebe-i rızâyı çabuk elde edebilir. Kırılacak şişe pahasına, dâimî bir elmasın fiyatını vermez. İstikamet ve lezzetle hayatını geçirir. Evet, dünyaya âit işler, kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir. Bâkî umûr-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir. İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve harâretli muhabbet ve dehşetli hırs ve inâdlı taleb ve hâkezâ şedîd hissiyâtlar, umûr-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir. O hissiyâtı şiddetli bir sûrette fânî umûr-u dünyeviyeye tevcîh etmek, fânî ve kırılacak şişelere bâkî elmas fiyatlarını vermek demektir.
Şu münâsebetle bir nokta hatıra gelmiş, söyleyeceğim. Şöyle ki: Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fânî mahbûblara müteveccih olduğu vakit, ya o aşk kendi sâhibini dâimî bir azab ve elemde bırakır. Veyahud o mecâzî mahbûb, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için, bâkî bir mahbûbu arattırır. Aşk-ı mecâzî aşk-ı hakîkîye inkılâb eder. İşte, insanda binlerle hissiyât var. Her birisinin aşk gibi iki mertebesi var. Biri mecâzî, biri hakîkî. Meselâ, endîşe-i istikbâl hissi herkeste var. Şiddetli bir sûrette endişe ettiği vakit bakar ki, o endişe ettiği istikbâle yetişmek için elinde sened yok. Hem rızık cihetinde bir taahhüd altında ve kısa olan bir istikbâl, o şiddetli endişeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonra hakîkî ve uzun ve gāfiller hakkında taahhüd altına alınmamış bir istikbâle teveccüh eder. Hem mala ve câha karşı şiddetli bir hırs gösterir. Bakar ki, muvakkaten onun nezâretine verilmiş o fânî mal ve âfetli şöhret ve tehlikeli ve riyâya medâr olan câh, o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan hakîkî câh olan merâtib-i ma‘neviyeye ve derecât-ı kurbiyeye ve zâd-ı âhirete ve hakîkî mal olan a‘mâl-i sâlihaya teveccüh eder. Fenâ haslet olan hırs-ı mecâzî ise, âlî bir haslet olan hırs-ı hakîkîye inkılâb eder. Hem meselâ, şiddetli bir inâd ile ehemmiyetsiz, zâil, fânî umûrlara karşı hissiyâtını sarf eder. Bakar ki, bir dakika inâda değmeyen bir şeye, bir sene inâd ediyor. Hem zararlı, zehirli bir şeye inâd nâmına sebat eder.
Bakar ki, bu kuvvetli his, böyle şeyler için verilmemiş. Onu onlara sarf etmek, hikmet ve hakîkate münâfîdir. O şiddetli inâdı o lüzûmsuz umûr-u zâileye vermeyip, âlî ve bâkî olan hakāik-i îmâniyeye ve esâsât-ı İslâmiyeye ve hıdemât-ı uhreviyeye sarf eder. O haslet-i rezîle olan inâd-ı mecâzî, güzel ve âlî bir haslet olan hakîkî inâda, yani hakta şiddetli sebata inkılâb eder.
İşte şu üç misâl gibi, insanlar, insana verilen cihâzât-ı ma‘neviyeyi eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla isti‘mâl etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gāfilâne davransa, ahlâk-ı rezîleye ve isrâfât ve abesiyete medâr olur. Eğer hafiflerini dünya umûruna ve şiddetlilerini vezâif-i uhreviyeye ve ma‘neviyeye sarf etse; ahlâk-ı hamîdeye menşe’, hikmet ve hakîkate muvâfık olarak saadet-i dâreyne medâr olur. İşte tahmîn ederim ki, nâsihlerin nasihatleri şu zamanda te’sîrsiz kaldığının bir sebebi şudur ki, ahlâksız insanlara derler: “Hased etme, hırs gösterme, adâvet etme, inâd etme, dünyayı sevme, yani fıtratını değiştir” gibi, zâhiren onlarca mâlâyutâk bir teklîfte bulunurlar. Eğer deseler ki: “Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecrâlarını değiştiriniz!” Hem nasihat te’sîr eder. Hem dâire-i ihtiyârlarında bir emr-i teklîf olur."[10]
Bu cihetle dünya ve ahiret dengesini korumak, Rabbimizin emrettiği şekilde bir hayat sürmek için, iman hakikatlerini anlamak ve yaşamak gerekir. Bu noktada asrımızın en güzel bir tefsiri olan Risale-i Nur’dan istifade edilebilir.
Başta Peygamber Efendimiz (a.s.m) olmak üzere diğer peygamberlerin ve evliyaların hayatını okumak ve örnek almak çok faydalı olur. Bunun için M. Asım Köksal’ın Peygamberler Tarihi ve Büyük İslam Tarihi, Ahmed Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa eserleri okunabilir. Bu alanda yazılmış başka eserlerden de istifade edilebilir.
İbadeti hayatımızın merkezine almak, farz olan ibadetleri aksatmadan ve şartlarına riayet ederek eda etmek, bununla beraber başta Kur’an olmak üzere günlük belirli evrad ve zikirlerle ibadet hayatımızı zenginleştirmek, farz olan ibadetlerin yanında, cevşen gibi çok makbul duaları düzenli okumak, bu makbul dualarla Cenab-ı Hakk’a yakarışta bulunmak dünya ve ahiret hayatımız için çok faydalı olur.
Dünyanın geçici olduğunu, dünya zevklerinin kısa sürede geçeceğini ve insanın boynuna günahlarını yükleyeceğini, ebedi hayatta bunun çok zararlarının olacağını bilmek lazımdır. Bu da iman hakikatlerini iyice bilmek ve ibadetlerle mümkün olmaktadır. Zira Peygamber Efendimiz bir hadiste mealen; “Dünya, mel'ûn (yâni Allah katında kabule şayan olmaktan, O'nun iltifatından uzak) dır. Dünyadaki şeyler de mel'ündur. Ancak Allah'ı anmak, Allah'ın sevdiği (veya Allah'ı anmaya yakın, uygun) şeyler, âlim ve ilim öğrenen (in dînî ilimlerle meşguliyetleri) bu hükmün dışındadır.”[11] buyurmuştur.
Sonuç olarak; Dünya hayatını mutlu geçirmenin ve ahireti kazanmanın yolu, şu dünyada her bir insan kendisini bir misafir kabul etmeli. Vazifeli bir asker gibi kendini görmeli. Dünyanın ahiret için bir eğitim yeri olduğunu düşünmeli. Dünyanın sahibi olan Allah’ın emirlerine göre yaşamalı. Ev sahibinin işine karışmamalıdır. Meşru sınırlar içinde olan zevkler ise, insanın mutlu bir hayat sürebilmesi için kâfidir. Evet “Helâl dâiresi geniştir. Keyfe kâfî gelir. Harama girmeye hiç lüzûm yoktur. Ferâiz-i İlâhiye ise hafiftir, azdır. Allah’a abd ve asker olmak, öyle lezzetli bir şereftir ki, ta‘rîf edilmez. Vazîfe ise, yalnız bir asker gibi, Allah nâmına işlemeli, başlamalı ve Allah hesabıyla vermeli ve almalı ve izni ve kanunu dâiresinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse istiğfâr etmeli. “Yâ Rab! Kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emânetini kabzetmek zamanına kadar bizi emânette emîn kıl. Âmîn!” demeli ve ona yalvarmalı.”[12]
[1] İbn Mace, “Zühd”, 21. (4258).
[2] Ankebût, 29/57.
[3] Zümer, 39/30.
[4] Ankebût, 29/64.
[5] Mesnevî-i Nûriye, 213.
[6] Fâtır, 35/5.
[7] Zâriyât, 51/56.
[8] (Şuâ’lar-1, 95.
[9] İbn Mace, “Zühd”, 3. (4109).
[10] Mektubat-1, 24-25.
[11] İbn Mace, “Zühd”, 3. (4112).
[12] Sözler, 14.