Soru

12. Mektup 1. Sual

12. Mektubun giriş kısmını ve 1. Sualini izah eder misiniz?

Tarih: 27.12.2020 15:07:37
Okunma: 2878

Cevap

‘’Azîz kardeşlerim, O gece benden suâl ettiniz. Ben cevabını vermedim. Çünki mesâil-i îmâniyenin münâkaşa sûretinde bahsi câiz değildir. Siz münâkaşa sûretinde bahsetmiştiniz.’’

Bediüzzaman Hazretleri burada her daim kendimize esas edinmemiz gereken çok mühim bir düsturu hatırlatıyor. İmana ve Kur’an’a dair meselelerin münâkaşa suretinde yani karşılıklı çekişme ve kavga ile tartışılmasının caiz olmadığını söylüyor. Zira münakaşada ölçü ve mizan yoktur. Nefis ve hissiyat ön plandadır ve münakaşa eden kişiler kendilerini haklı gösterme çabasında olduklarından hak-hakikat ve insaf düsturları göz ardı edilmiş olur. Haliyle münâkaşa hak namına değil de his ve nefis hesabına neticelenmiş olur. Bu hususta İmâm-ı Şâfiî Hazretleri de “Münâkaşa câiz değildir,” demiştir. Öyleyse imana dair meseleleri akıl, kalp ve ruh merkezli olarak müzâkere, mütâlaa ve münâzara usulleriyle konuşmalıyız. Ta ki insaf düsturuyla hak ve hakikatin ortaya çıkması mümkün olsun.

‘’Şimdilik bu münâkaşanızın esası olan “Üç Suâlinize” gayet muhtasar bir cevab yazıyorum. Tafsîlini Eczâcı Efendi'nin isimlerini yazmış olduğu Sözler’de bulursunuz. Yalnız kader ve cüz’-i ihtiyârîye âit Yirmi Altıncı Söz hatırıma gelmemişti. Size söylememiştim. Ona da bakınız.’’

Burada cevaplanan hakikatlerin kader ve cüz-i irade ile ciddi alakası olduğu için Üstad Hazretleri 26. Söz Kader Risalesi’nin de ciddi bir şekilde mütalaa edilmesini istiyor.

‘’Fakat gazete gibi okumayınız.’’

Üstad Hazretleri Risale-i Nur’un derslerini mütalaa ederken ‘’Gazete gibi okumayınız’’ diyerek Risale-i Nur’daki yüksek imanî derslerin tennî ve dikkatle mütalaa edilmesi gerektiğini, gazete gibi üstünkörü, rastgele okunmaması gerektiğini ihtâr etmektedir. Aksi halde hakkıyla istifade edilemeyeceği aşikârdır.
Risale-i Nur, iman ve Kur’an hakikatlerini, asrımız insanlarının akıl ve kalplerinde oluşan şüpheleri giderecek derecede kuvvetli ve ikna edici izahlarla ders verir. Hem o hakikatlerin anlaşılması hem de ortaya konulan mantık örgüsünün hakkıyla kavranabilmesi için itina göstererek okunmalıdır.
Bunun için Risaleleri mütalaa ederken aceleci olmamalı, daha fazla sayfa okumak yerine daha çok manayı anlamayı tercih etmelidir.

‘’Eczâcı Efendi'nin o Sözler’i mütâlaa etmesini havâle ettiğimin sırrı şudur ki: O çeşit mes’elelerdeki şübheler, erkân-ı îmâniyenin zaafından ileri geliyor. O Sözler ise, erkân-ı îmâniyeyi tamamıyla isbat ederler.’’

Bu ifadeden, eğer ki insanın imana dair meselelerde şüphesi varsa bunun sebebinin imanın rükünlerindeki zafiyetten geldiğini anlıyoruz. Hakiki, kâmil bir imandan elbette şüphe ve vesvese ortaya çıkmayacaktır. Kuvvetli iman dersleriyle imanlar taklitten tahkike çıktıkça şüphe ve vesveseler de izale olup kaybolacaktır. Risale- i Nur’daki hakikatler ise bütünüyle iman ve Kur’an hakikatlerini iki kere iki dört eder katiyetinde izah ve ispat ederek hakiki, yakînî, sarsılmaz kuvvetli bir imanı kişiye kazandırdığından, iman esaslarıyla alakalı en ufak bir şüphe ve vesvese artık kalmayacaktır.

‘’Birinci Suâliniz: Hazret-i Âdem’in (as) cennetten ihracı ve bir kısım benî-âdemin cehenneme idhâli ne hikmete mebnîdir?’’

Dünyada yaratılıp sonrasında pek çok hikmete binaen cennete yerleştirilen Hz. Âdem (as), şeytanın kandırmasıyla yasak meyveden yiyerek Havva validemizle beraber yeryüzüne indirilmiştir.  Elbette dünyaya gönderilişleriyle birlikte Âdemoğlunun çetin bir imtihanı da başlamış oldu. Bu imtihanın neticesinde pek çok insan cehenneme girmeyi hak ettiler. O vakit akıllara şu tarz sualler gelecektir;

  • Hz. Âdem neden cennetten dünyaya gönderildi?
  • Hem Âdem (as) cennette kalsa idi pek çok insan cehennem ehli olmayacaktı?
  • Hz. Âdem’in cennetten dünyaya gönderilme hadisesinde Rabbimizin muradı ve hikmeti neydi?

Hz. Üstad’ın cevabına geçmeden önce birkaç hususu izah etmek gerekir. Şöyle ki;

İhraç neden bir günahla oldu? Dünyaya direkt geliş olamaz mıydı? Cennette günahın işi ne? Yarın insanlar Hz. Âdem`e senin yüzünden cennetten olduk demezler mi? Bu ve benzeri sualleri kısaca izah etmek gerekir.

Öncelikle şunu belirtelim ki, Cenâb-ı Hakk'ı sınırlayan herhangi bir şey olamaz. O dilediğini yapar. Hz. Âdem'in cennetten çıkarılışı elbette başka bir yol ile de olabilirdi. Ama Cenâb-ı Hak bu şekli irade etmiş. O'nun pek çok hikmetini bilmediğimiz icraatı olduğu gibi bu tarz ihracın da elbet bizim bilemediğimiz pek çok hikmetleri vardır.

Bir başka nokta ise, Hz. Âdem’in işlediği hatayı bildiğimiz büyük günahlar gibi düşünmemeliyiz. Hz.  Âdem’in (as) hatası hakkında tefsirlerde çok geniş izahlar mevcuttur. Cenâb-ı Hak bir ağaç çeşidini yasakladığı halde Hz. Âdem yasağı bir fert için anladı ve hata etti. Veya yasağın üzerinden çok zaman geçince unuttu ve o meyveden yedi. Veya o güne kadar Allah adına yalan yere yemin eden birini görmediğinden şeytana aldandı.

Bu gibi ihtimalleri düşünerek Hz. Âdem’in hatasının bizim anladığımız büyük günah ve Cenâb-ı Hakk’ın emrine açık ve kasdî bir muhalefet olmadığını düşünmek gerekir.  Belki de,  “Ebrarın hasene saydığını mukarrebin seyyie sayar” kaidesiyle O’nun hatasının evla olanı terk etmek nev’inden olduğunu düşünmek edebe daha uygun olacaktır.

İnsanların cennetten çıkmalarına sebep olduğu için Hz. Âdem’e itirazlarına gelince: Bu mevzuda sahih hadislerde geçen bir ifade var. Hz. Musa, Hz. Âdem’e aynı itirazı yönelttiği zaman Hz. Âdem (as): ‘’ Benim suçum yasak meyveyi yemekti. Cennetten çıkarılmam ise Cenâb-ı Hakk’ın takdiri idi.” Diyerek kendisini müdafaa etmiştir. Hatta Peygamberimiz (asm) bu hadiseyi anlattıktan sonra “Âdem Musa’ya galip geldi.” demiştir. Cenâb-ı Hak dileseydi bu hataya başka bir ceza da verebilirdi. Dolayısıyla hiç kimse bu konuda Hz. Âdem’e sitem edemez.

Cenâb-ı Hak insanın dünyaya gönderilmesini irade ettiyse bunu başka bir sebebe de bağlayabilirdi. Bu mevzuda cennetten çıkarılmamıza sebep olduğu için Hz. Âdem’e itiraz etmek yerine dünyaya gönderilmemizin hikmetlerini düşünüp ona göre hareket etmek daha doğru olacaktır. Unutmayalım ki cennetten çıkarılıp dünyaya gönderilmeseydik istidatlarımız inkişaf etmez, terakki ve tedenni olmaz, melekler gibi sabit bir makamda kalırdık. Bu cihetti düşündüğümüzde Hz. Âdem’in cennetten çıkarılmasının rahmet olduğunu söyleyebiliriz. (Bu kısım ileride detaylı izah edilecek)

Bir önemli husus ise; yukarıda geçtiği üzere Hz. Âdem ile Havva validemizin ilk imtihanları gıda ile başlamıştır. Yasak meyveden yiyerek pek çok hikmetlere binaen cennetten dünyaya gönderildiler. Bu netice, insanoğlunun ilk imtihanını helâl gıda veya yemekle kaybetmesi anlamına gelir. Ve helâl olmayan gıdanın insanı cennetten mahrum bırakacak kadar önemli olduğuna işaret eder. Helal gıda hassasiyetini de buradan kısaca vurgulamış olalım.

‘’Elcevab: Hikmeti tavzîftir.’’

Hz. Âdem’in dünyaya gönderiliş gayesini bir kelime ile anlatacak olsaydık her halde ancak bu kadar güzel bir şekilde ifade edilebilirdik. Tavzîf; vazifelendirme, görev verme, anlamlarına gelmektedir. Demek Hz. Âdem, Rabbimiz Allah tarafından mühim vazifeleri görmek üzere bu dünyaya gönderilmiştir. Yoksa kendi isteği ve tasarrufu ile değil. Her ne kadar Hz. Âdem beşeriyeti icabı (Hz. Âdem, o günahı işlediğinde, henüz peygamberlikle vazifelendirilmemişti)  işlediği bir hata neticesinde yeryüzüne indirilmiş ise de bunu asıl takdir eden Cenâb-ı Allah’tır ve bunda büyük hikmetler vardır.

Kur’an-ı Kerim’de, “Ve Rabbin meleklere: “Muhakkak ki ben yeryüzünde bir halife kılacağım.” demişti. (Melekler de): “Orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Biz seni, hamd ile tesbih ve seni takdis ediyoruz.” dediler. (Rabbin de): “Muhakkak ki ben, sizin bilmediklerinizi bilirim.” buyurdu..” (Bakara Sûresi, 30) Yüce Rabbimiz bu âyet-i kerimede, Hz. Âdem’in yaratılış gayesini apaçık bir şekilde bildirmektedir.

‘’Öyle bir vazîfe ile me’mur edilerek gönderilmiştir ki, bütün terakkiyât-ı ma‘neviye-i beşeriyenin ve bütün isti‘dâdât-ı beşeriyenin inkişâf ve inbisâtları; ve mâhiyet-i insaniyenin bütün esmâ-yı İlâhiyeye bir âyîne-i câmia olması, o vazîfenin netâicindendir.’’

Hz. Âdem’in vazife ve me’muriyetine bakıldığında aynı zamanda insanın yaratılış gaye ve hikmetlerini de anlamış oluyoruz. Rabbimize her daim hamd ve tesbih eden sayısız melekler varken meleklerin kendisine secde ettikleri insanın yaratılması ve de dünyaya gönderilmesi elbette Rabbimizin sonsuz hikmetiyledir. Evet, insanın mahiyetine baktığımız zaman insanın ahsen-i takvim üzere yaratıldığını görürüz. Yüce Allah, "Gerçekten (biz) insanı, en güzel bir biçimde (ahsen- takvimde) yarattık!" (Tin, 95/4) buyurmaktadır. Gerek fizikî ve cismanî bakımdan, gerek ahlâk ve maneviyat itibariyle ve ruhanî bakımdan insan en güzel bir kıvama erebilecek en güzel bir biçimde yaratılmıştır. (Elmalı Tefsiri, Tin Suresi)

İnsan, koca kâinatın küçük bir numûnesi, misâl-i musaggarı ve hulâsası suretinde yaratılmıştır. Koca incir ağacına nokta gibi çekirdeğini fihrist ve zübde yapan Cenâb-ı Hak, insanı dahi kâinatın çekirdeği hükmünde yaratmıştır. İnsanı büyütmüş olsak her şeyiyle bir kâinat olacaktır. Peki nasıl?

Maddeler halinde izah edelim:

1- İnsan madde itibariyle kâinatın bir küçük misâlidir. Maddi âlemdeki tüm elementlerden birer numûne insanda vardır.

2- Yine manevi âlemlerin her birinden birer numûne dahi insanın mahiyetine takılmıştır. Âlem-i emirden ruh, âlem-i misâlden hayal insana verildiği gibi kalp, sır ve daha nice duygu ve hisler, o âlemlerden insana takılmış küçük numûnelerdir.

3- İnsan sahip olduğu pek çok zahirî ve batınî cihazları ve hisleriyle Cenâb-ı Hakk’ın bütün isimlerine ayine olabilecek bir fıtratta yaratılmıştır. Bu noktada koca kâinatta tecelli edip görünen Allah’ın güzel isimleri tek başına cami’ bir istidâta sahip insanda dahi tecelli edebilir. İnsanı bu denli koca kâinatla eşdeğer kılan hatta daha da üstüne çıkaran sır ise, insanda her âlemle irtibat kuracak cihaz ve duyguların varlığı en önemlisi de Rabbimizin bütün isimlerini bir derece bilip tanıyıp âyinedârlık yapabilecek ene gibi bir emânet-i kübrâyı omuzlamış olmasıdır.

4- Yine insan külli niyeti ve nihayetsiz i’tikâdı ile bütün varlıkların ibadet ve şükürlerini kendi namına Allah’a takdim edebilecek bir istidatta yaratılmıştır.

İşte tüm bu istidatların ortaya çıkıp gelişebilmesi, a’lây-ı illiyyine yükselip arzın halifesi olabilmesi, âlemlerin Rabbine tam bir muhatap olup manen meleklerin dahi fevkine çıkabilmesi için ve daha pek çok hikmetler ve vazifeler için Âdem (as) dünyaya gönderilmiştir. Bu suretle insanın ruhunda yerleştirilmiş bu geniş istidatlar ortaya çıkıp gelişerek insanlığın güneşleri, ayları, yıldızları mesabesinde olan yüz binler Peygamberlerin, milyonlar evliyaların, milyarlar asfiyâ, muhakkik ve salih kullar meydana gelmesine sebep olmuştur.

‘’Eğer Haz­ret-i Âdem (as) cennette kalsa idi, melek gibi makamı sâbit kalırdı. İsti‘dâdât-ı beşeriye inkişâf etmezdi. Halbuki yeknesak makam sâhibi olan melâikeler çoktur. O tarz ubûdiyet için insana ihtiyaç yok.’’

Âdem (as) Rabbimiz tarafından dünyaya gönderilmeyip cennette kalsaydı, orada şeytan ve şerler olmadığı için haliyle manevi cihat ve mücadele de olmayacaktı. O zaman insanın mahiyetindeki sayısız istidatlar ortaya çıkmayacaktı. Bu haliyle insanın meleklerden çok daha yüksek fıtratta yaratılışı, büyünüyle hikmetsizliğe dönüşecekti.

Çünkü insanın makamı sabit kalacağından adı insan olan fakat mahiyeti itibariyle meleklerden farkı olmayan bir varlık olacaktı. Halbuki Rabbimizin sabit makam sahibi, ne emir olunsa yerine getiren, isyansız her daim ibadet eden şerefli kulları yani melekleri çoklukla vardır. Melekler gibi ibadet edecek sabit makamlı bir insana ise hikmet tahtında elbette ihtiyaç yoktur.

‘’Belki hikmet-i İlâhiye nihâyetsiz makamâtı kat‘ edecek olan insanın isti‘dâdına muvâfık bir dâr-ı teklîfi iktizâ ettiği için, melâikelerin aksine olarak, muktezâ-yı fıtratları olan ma‘lûm günahla cennetten ihraç edildi.’’

Sonsuz hikmetiyle balığı suda yüzmeye, kuşu havada uçmaya uygun olarak yaratan Cenâb-ı Hak, insanı dahi nihayetsiz makamları kat’ edip a’lây-ı illiyyine çıkabilmesi için sahip olduğu istidatlarına uygun olarak dünyaya göndermiştir.

Nasıl ki portakal çekirdeğinin ağaç olabilmesi, Gelincik tohumunun çiçek olabilmesi, Güvercin yumurtasının kuş olabilmesi için uygun şartlar gerekir. Öyle de insanın fıtratına yerleştirilen kıymetli cevherlerin, istidatların ortaya çıkıp gelişebilmesi için de uygun bir ortama ihtiyaç vardır. Cennet ise yapısı ve yaratılışı itibariyle insanın bu gelişimine uygun değildir. Dünya ise, insanın manevî terakkisine vesile olacak en uygun bir tarzda yaratılmıştır. Zira dünya, insan için yaratılmıştır.

Bu yüce hikmet için Hz. Âdem ve Havva validemiz, insanoğlunun fıtratının gereği olan hataya meylederek yasak meyveden yiyerek bu dünyayı şereflendirmişlerdir.

İnsanoğlu bu dünyada, başta nefis ve şeytan olmak üzere pek çok şer ve musibetlerle mücadele ve cihâdı neticesinde mahiyetindeki istidatları ortaya çıkarıp geliştirerek makâm-ı mahbûbiyete yani Allah’ın sevgisini kazanma makamına kadar terakki edebilir. Küfür ve dalâleti tercih etmesiyle birlikte “Küfür, mâhiyet-i insaniyeyi yıkar, elmastan kömüre kalb eder(dönüştürür).” Düsturunca nihayetsiz bir tedenni ve sükûta yani maddi ve manevi gerilemeye, düşüşe ve esfel-i sâfiline yani manen aşağıların en aşağı mertebesine kendini atmış olur.

‘’Demek Hazret-i Âdem’in (as) cennetten ihracı ayn-ı hikmet ve mahz-ı rahmet olduğu gibi, küffârın da cehenneme idhâlleri haktır ve adâlettir. Onuncu Söz’ün Üçüncü İşareti’nde denildiği gibi, çendân kâfir az bir ömürde bir günah işlemiş. Fakat o günah içinde nihâyetsiz bir cinâyet var. Çünki küfür, bütün kâinâtı tahkîrdir. Kıymetlerini tenzîl etmektir. Ve bütün masnûâtın vahdâniyete şehâdetlerini tekzîbdir. Ve mevcûdât aynalarında cilveleri görünen esmâ-yı İlâhiyeyi tezyîftir. Onun için mevcûdâtın hakkını kâfirden almak üzere, mevcûdâtın sultanı olan Kahhâr-ı Zülcelâl’in kâfirleri ebedî cehenneme atması, ayn-ı hak ve adâlettir. Çünki nihâyetsiz cinâyet nihâyetsiz azabı ister.’’

Buraya kadarki izahlar, Hz. Âdem’in cennetten çıkarılıp dünyaya gönderilmesinin tam bir hikmet ve rahmet, sayısız maslahat ve güzellikler için olduğunu ispat içindi.

Şimdi sualin ikinci kısmına geçersek;  kâfirlerin dahi cehenneme girmeleri tam bir hakkaniyet ve adalet tecellisidir. Zira küfür ve inkâr içinde nihayetsiz bir cinayet vardır. Elbette nihayetsiz bir azabı gerektirir.

Şöyle ki; küfür ve dalâlet, görüldüğü ve zannedildiği gibi basit ve ehemmiyetsiz günahlardan değildir. Küfür, kalbe ait bir sıfattır. İnsanın ruh ve kalbini söndürür, karanlıklar içinde bırakır. Bir kibrit yakmakla binlerce hektar orman küle döndüğü, bir tuşa basmakla bir bombanın koca şehri mahvettiği gibi; kâfir de küfrüyle Allah’ı ret ve inkâr eder. Haliyle Allah ile varlıklar arasındaki irtibatı küfrüyle kopararak mahlukattaki ilahi isimlerin nakışları olan sanatları Allah’a vermeyip tesadüfe havale eder. Ya da kendi kendine olmuş kabul eder veyahut da tabiat eseridir, diye kabul eder. Bu noktadan kâfir küfrüyle bütün kâinatı tahkîr ve aşağılamış olur.

Bir diğer cinayetleri ise, sanatlı ve hikmetli olan bütün varlıkların Allah’la olan irtibatlarını inkâları sebebiyle göremedikleri için bütün varlıkların halleriyle, sanatlı muhteşem yaratılışlarıyla ve muntazam vazifeleriyle her daim Allah’ın varlık ve birliğine olan sayısız delillerini de yalanlamış olur. Vazifesiz, hikmetsiz, abes ve başıboş olarak addettiği varlıkların zikir ve ibadetlerini anlayamadıkları için, zerrelerden yıldızlara kadar bütün varlıkların vahdâniyete (Allah’ın birliğine) olan şehadetlerini inkâr edip umum varlıkların hukuklarına tecavüz etmiş olur.

Kâfirlerin daha da büyük cinayetleri ise; bu âlem ve içindeki mahlukât, bütünüyle Rabbimizin güzel isimlerinin tecellisiyle meydana gelmiştir. Rabbimiz, kendi cemal ve kemalini bildirmek ve tanıttırmak için tüm varlıkları sanatlı, nakışlı ve mükemmel bir surette yaratmış ve yaratmaktadır. Haliyle mikro âlemden makro âleme kadar her şey kabiliyeti nispetince esmây-ı İlâhiyeye yani Allah’ın güzel isimlerine ayinedârlık etmektedirler. İşte kâfir küfrüyle Allah’ı ret, varlıkları da hakir ve değersiz gördüğünden mevcudat üzerinde parlayan esmây-ı İlâhiyeyi de aşağılayıp hakaret etmiş olur. Allah’ın nihayetsiz isim ve sıfatlarına hakareti içeren sonsuz bir cinayeti işlemiş olur.

Nasıl ki yüzlerce koyunu parçalayan canavarı serbest bırakmak ve binler ma‘sûmların hukuklarını çiğneyen bir zâlimi affetmek, bir tek yolsuz merhamete karşılık, yüzler bîçârelere yüzler merhametsizliktir.

Aynen öyle de, cehennem hapsine girenlerden olan kâfir, mutlak küfrüyle hem esmâ-yı İlâhiyenin hukukuna inkâr ile tecâvüz, hem o isimlere şehâdet eden mevcudatın şehâdetlerini yalanlamakla hukuk­larına tecâvüz, hem mahlukatın o esmâya karşı tesbihkârâne yüksek vazîfelerini inkâr etmekle öyle büyük bir cinayet ve zulüm işler ki, asla affa kabiliyeti kalmaz. Bu noktadan o kâfiri cehenneme atmamak, bir yersiz merhamete karşılık, hukuklarına taarruz edilen sayısız da‘vâcılara karşı çok büyük bir merhametsizlik ve zulüm olur. 

Madem küfür, sınırsız hukuka tecâvüzdür. Elbette hesapsız bir cinâyettir. Öyle ise kâfiri, sonsuz bir azaba müstehak eder. 

Kâfirler için, yaşasın cehennem!  Zalimler için yaşasın cehennem!


Yorum Yap

Yorumlar