Risale-i Nur'da geçen; "Madem çare-i necat budur. Senin yolunda o cüz'-i ihtiyarîden vazgeçiyorum" İfadesini nasıl anlamalıyız? Cüz'-i ihtiyarîden vazgeçmek ne demektir?
Cüz-i ihtiyariden vazgeçmek kadere tüm benliği ile teslim olmanın bir ifadesidir. Kendi cüz-i iradelerine dayanmaktansa Cenab-ı hakk’ın sonsuz kudret ve iradesine istinad etmenin gerekliğini anlatmaktadır. Bu ifadeler dünyada ihtiyacın çok ama insanın fakir olduğu, düşmanın çok ama insanın aciz olduğu dolayısıyla kendi güç, kuvvet, ihtiyar ve iradeleriyle bunlarla başa çıkılamayacağının bir anlatımıdır.
Yine bu ifade ile Üstad Hazretleri; Allah’ın kendisi hakkında murat ettiği her şeye, başına gelen her musibete ve sıkıntıya, kaderin kendisi hakkında verdiği her hükme razı olduğunu ve teslim olduğunu; cüz-i ihtiyarisine değil İlahî iradeye istinad ettiğini ve kendini tamamen O’na bıraktığını ifade etmektedir. Nitekim büyük zatlar öyle bir teslimiyet göstermişlerdir ki İmam-ı Gazzalî Hazretleri bunu şöyle dile getirmiştir; "Daire-i imkânda daha ahsen yoktur." ve “Hayır Allah’ın seçtiğindedir.”
Başta Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) ve diğer peygamberler ve onların varisleri olan Ahmed b. Hanbel, İmam Gazzali, Bediüzzaman Hazretleri vb. Allah’ın seçkin kulları öyle bir makamdadırlar ki Allah’ın lütfunu da kahrını da hoş görmüşler, kaderi asla tenkit etmemişlerdir. Aksine kendilerinin çok aciz ve fakir olduklarını idrak ederek; Allah’ın kendileri için seçtiği şeylerin kendileri için en hayırlı olacağını bilmişler, kendilerini tevekkül ile O'na bırakmışlardır. Uğradıkları zulümlerden, yaşadıkları sıkıntılardan, kendilerine isabet eden musibetlerden Cenab-ı Hakk’ın haberdar olduğunun ve tüm dizginlerin onun elinde bulunduğunun farkındadırlar. Bu yüzden kaderin onlar için çizdiği her şeye boyun eğmişler, son derece yüksek bir bağ ile teslim olmuşlar, kendi ihtiyar ve iktidarlarında Allah’ın ihtiyar ve iktidarına nisbeten bir güç, bir hikmet görememişlerdir. Üstadımızın buna işareten şöyle demiştir; “Yâ Rab! Tevekkülsüz, gafletle, iktidar ve ihtiyârıma dayanıp, derdime derman aramak için cihât-ı sitte denilen altı cihette nazar gezdirdim. Maatteessüf derdime derman bulamadım.”[1]
Mübarek zatlar Allah’ın kendileri hakkında taktir ettiği şeylerin bir hikmete ve rahmete tabi olduğunu da anlamışlardır. Allah’ın isim ve sıfatlarını anlamada öyle inkişaf etmişlerdir ki kâinatın her yerinde carî olan rahmeti, şefkati, adaleti, hikmeti aynelyakin, hakkalyakin görmüşlerdir. Bu sebeple başlarına gelen her hadiseye bu nazarla bakmışlar, itaat etmişlerdir. Küll-i iradeye boyun eğmekte öyle bir sır görmüşler, öyle lezzet ve zevk almışlardır ki Üstadımız gibi dua ederek kendi cüz’i iradelerinin karışmasını hiç istememişler, kendi hayatlarına iradeleri ile müdahalede ve tercihte bulunmaktan son derece imtina’ etmişlerdir. Üstadımız bu hakikate şöyle işaret etmiştir:
“Hâlbuki o cüz’-i ihtiyârî denilen silâh-ı insanî hem âciz, hem kısadır. Hem ayarı noksândır, îcâd edemez. Kesbden başka hiçbir şey elinden gelmez. Ne geçmiş zamana hulûl edebilir, ne de gelecek zamana nüfûz edebilir. Mâzî ve müstakbele âit emellerime ve elemlerime fâidesi yoktur.”[2]
Bediüzzaman Hazretleri’nin şu cümleleri büyük zatların teslimiyyetine ve tevekkülüne bir diğer örnektir;
“Şu meselede ben kaderin mahkûmuyum, ehl-i dünyanın mahkûmu değilim. Kadere müracaat ediyorum. Ne vakit izin verirse, rızkımı buradan ne vakit keserse, o vakit giderim.
Şu mânânın hakikati şudur ki: Başa gelen her işte iki sebep var: biri zâhirî, diğeri hakikî. Ehl-i dünya zâhirî bir sebep oldu, beni buraya getirdi. Kader-i İlâhî ise, sebeb-i hakikîdir; beni bu inzivâya mahkûm etti. Sebeb-i zâhîrî zulmetti, sebeb-i hakikî ise adalet etti. Zâhirîsi şöyle düşündü: "Şu adam ziyadesiyle ilme ve dine hizmet eder; belki dünyamıza karışır" ihtimaliyle beni nefyedip üç cihetle katmerli bir zulmetti. Kader-i İlâhî ise, benim için gördü ki, hakkıyla ve ihlâsla ilme ve dine hizmet edemiyorum; beni bu nefye mahkûm etti. Onların bu katmerli zulmünü muzaaf bir rahmete çevirdi.
Madem ki nefyimde kader hâkimdir ve o kader âdildir; ona müracaat ederim. Zâhîrî sebep ise, zaten bahane nev'inden birşeyleri var. Demek onlara müracaat mânâsızdır. Eğer onların elinde bir hak veya kuvvetli bir esbab bulunsaydı, o vakit onlara karşı da müracaat olunurdu.”[3]
[1] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 67
[2] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s.69
[3] Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 36