...ve küfür ve isyan ile ve seni va‘dinde tekzîb etmekle senin azamet-i kibriyâna dokunan ve izzet-i celâline dokunduran ve ulûhiyetinin haysiyetine ilişen ve şefkat-i rubûbiyetini müteessir eden ehl-i dalâleti ve ehl-i küfrü, haşrin inkârında onları tasdîk etmekten yüz binler derece mukaddessin. Buradaki şefkat-i rububiyetin müteessir olmasını nasıl anlamalıyız? Cenab-ı Hakk kendi yarattıklarından müteessir olur mu?
Buradaki “şefkat-i rububiyyetin mütessir olması” ifadesini teşbih ve mecaz olarak anlamalıyız. Çünkü Cenab-ı Hak, yarattıklarının hiçbirine benzemez. Yarattıklarından hiçbirinin özelliği de O’na(cc) benzemez. Çünkü “O” (c.c) “muhalefetün-lil havadis” tir. Hiçbir mahluk "O" nun zatını zihnen veya aklen hayal edemez. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de "Her ne ki senin aklına geliyor, işte Allah Teâlâ onun gayrısıdır" buyurmuştur. Demek ki bu tarz ifadeleri bu minval üzere değerlendirmeliyiz.
Fakat soruda üstadımızın bu mecazi ifade ile ne kastettiği soruluyorsa, şöyle bir izah yapılabilir;
Allah-u Teâlâ insanlara hadsiz bir şefkat ve merhamet göstermesine rağmen insanların bu şefkat ve merhametten bi-haber olmaları veya onu kabul etmemeleri büyük bir nankörlük ve ihanettir. İnsanların bu kadar nimet ve lütuflara karşı kayıtsız kalması ve tövbeye yanaşmamaları da Allah-u Teâlâ’yı keyfiyetini bilmediğimiz ve idrakinden yoksun olduğumuz bir tarzda bir nevi üzmüş, hiddetlendirmiş ve gazaba getirmiştir. Hâlbuki Allah kullarına karşı çok merhametlidir. Fakat onlar bu rahmete layık hareket etmeyerek ve bu rahmetin kadrini bilmeyerek isyan etmişlerdir. O rahmetten kendi iradeleri ile uzaklaşmışlardır. Onlar bu şefkat ve merhamete layık hareket etmedikleri için de ahirette bu davranışlarının cezasını çekeceklerdir. Ayet-i Kerime’de “Onlardan birçoğunun, (sana ve müminlere olan kızgınlıklarından dolayı) inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin kendileri için takdim ettiği (amel) ne kötüdür ki (bu amelleri yüzünden), Allah onlara gazab etmiştir ve onlar, o azâb içinde ebedî olarak kalıcıdırlar.”(Sure-i Maide,80) Ayette geçen “gazab” kelimesinden kastedilen mana ile üstadımızın burada kastettiği mana aynıdır.
Cenab-ı Hak, bütün noksanlık ve nakisiyet bildiren hallerden münezzehtir. Yarattığı mahlûkatına bütünüyle benzemekten de beridir. Cenab-ı Hak üzülmek, mahzun olmak, dövünmek gibi hasletlerden müberradır. Bunun yanında insan, Allah’ın bütün isimlerinin tecellisini kendisinde gösteren bir aynadır. İnsan kendisinde bulunan cüzi ve sınırlı ilmiyle(marifetiyle) Allah’ın her şeyi kuşatan ilmini, Alîm isminin tecellisini görür ve gösterir. Azıcık kudretiyle, Allah’ın sonsuz kudretine ve Kadîr ismine ayinedarlık eder. Kendisinde bulunan bu cüz’i ve sınırlı özelliklerden yola çıkarak Allah’ın nihayetsiz isim ve sıfatlarının tecellisine ayna olur. İşte bu noktada Allah, kendisini tanıtmak, isim ve sıfatlarını bildirmek için insana bazı latifeler vermiştir. İşte insan bu latifeler marifetiyle Allah'ın varlık ve birliğini anlamaya çalışarak marifetullaha ulaşır.
Örneğin insanda kıskançlık, izzet ve gayret sahibi olmak gibi özellikler vardır. Cenab-ı Hak’ın da keyfiyeti bizce meçhul olan kendisine mahsus izzeti, kıskanması, gayreti, vardır. O'nun ulûhiyetini tekzip etmek, gayretine ve celaline dokunur. Zât-ı akdes'ine has ve ulûhiyetine yakışır şekilde izzeti, gayreti, kıskanması da mevcuttur.
Allah-u Teâlâ (c.c) “Allah ‘in eli onların elleri üstündedir” gibi ayetlerde insanların meseleleri daha iyi anlaması için teşbih temsil ve mecaz gibi unsurları kullanmıştır. Bu yöntemi hadislerde de görmekteyiz. Mesela kulun tövbesi ile alakalı bir mevzuda sevgili peygamberimiz (s.a.v) şöyle bir misal ile insanları hakikate yakınlaştırmıştır. “Muhakkak ki, Allah’ın, mümin kulunun tövbesinden (tekrar geri gelip sonsuz rahmetinin kapısına sığınmasından) duyduğu sevinç, şöyle bir adamın duyduğu sevinçten çok daha fazladır: Üzerinde yiyecek ve içeceği bulunan devesi de yanında olan bir adam, hayat tehlikesi bulunan kurak bir çölde, biraz uyur. Uyandığında, devesinin kaybolduğunu görür. Aramaya koyulur, fakat bir ara öyle bir susar ki (takati kesilir). İçinden der ki: artık daha önce bulunduğum yerime dönüp, gelecek ölümü beklemek üzere uyuyayım! Derken, başını kolunun üzerine koyup ölümü beklemeye başlar. Uykudan uyandıktan sonra, üzerinde azığı, yiyecek ve içeceği bulunduğu hâlde, devesinin yanı başında durduğunu görür. İşte, Allah’ın, mümin kulunun tövbesinden duyduğu sevinç, bu adamın devesini ve azığını bulmaktan duyduğu sevinçten daha fazladır.”(Müslim, Tevbe, 3)
Risale-i nurlarda da şu tabirleri görmekteyiz.
“Elbette o Zât-ı Vâcibü’l-Vücûd’un vücûb-u vücûduna ve kudsiyetine lâyık bir tarzda ve istiğnâ-yı zâtîsine ve gınâ-yı mutlakına muvâfık bir sûrette ve kemâl-i mutlakına ve tenezzüh-ü zâtîsinemünâsib bir şekilde hadsiz bir şefkat-i mukaddesesi ve nihâyetsiz bir muhabbet-i münezzehesi vardır. Elbette o şefkat-i mukaddeseden ve o muhabbet-i münezzeheden gelen hadsiz bir şevk-i mukaddes vardır. Ve o şevk-i mukaddesten gelen hadsiz bir sürûr-u mukaddes vardır. Ve o sürûr-u mukaddesten gelen, ta‘bîri câiz ise, hadsiz bir lezzet-i mukaddese vardır. Ve elbette o lezzet-i mukaddese ile beraber, hadsiz onun merhameti cihetiyle fa‘âliyet-i kudreti içinde, mahlukatlarının isti‘dâdlarının kuvveden fiile çıkmasından ve tekemmül etmesinden neş’et eden, o mahlûkātın memnuniyetlerinden ve kemâllerinden gelen zât-ı Rahmân-ı Rahîm’e âit, ta‘bîri câiz ise, hadsiz memnûniyet-i mukaddese ve hadsiz iftihâr-ı mukaddes vardır ki; hadsiz bir sûrette, hadsiz bir fa‘âliyeti iktizâ ediyor.” (Tılsımlar Osmanlıca 68)
“İkinci Remiz’de beyân edildiği gibi, Zât-ı Vâcibü’l-Vücûd’un kudsiyet ve istiğnâ-yı kemâline muvâfık bir tarzda ve ona lâyık bir sûrette hadsiz bir muhabbet, nihâyetsiz bir şefkat, gayetsiz bir iftihâr-ı mukaddes, -tabiri câiz ise- hadsiz bir memnuniyet, bir sevinç, -tabirde hata olmasın- hadsiz bir lezzet-i mukaddese, bir ferah-ı münezzeh şuûnât-ı rubûbiyetinde bulunur ki, onların âsârı bilmüşâhede görünüyor.” (Tılsımlar Osmanlıca 77)