19. Söz Mucizat-ı Ahmediyye Risalesinin Dokuzuncu Reşha'sını kısaca açıklar mısınız?
19. Söz'ün 9. Reşhasını cümle cümle kısaca izah edelim. Şöyle ki:
Hem bilirsin: Küçük bir adam, küçük bir haysiyetiyle, küçük bir cemâatte, küçük bir mes’elede, münâzaralı bir da‘vâda hicâbsız, pervâsız; küçük, fakat hacâlet-âver bir yalanı; düşmanları yanında hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telâş göstermeden söyleyemez.
Hem bilirsin: Küçük bir adam, küçük bir itibarla, küçük bir toplulukta, küçük bir mes’elede, tartışmalı bir konuda utanmadan, korkmadan; küçük, fakat utanılacak bir yalanı, düşmanları yanında hilesini hissettirmeyecek derecede heyecanlanmadan ve telaşsız söyleyemez.
Toplum içerisindeki sıradan bir adam, küçük bir toplulukta ve sıradan bir meselede örneğin; adi bir hırsızlık yapsa ve hırsızlığı ortaya çıkacak olsa toplum arasında utanacaktır. Böyle bir durumda bile karşısındakilere hilesini hissettirmeden ve telaş göstermeden onları rahatlıkla kandıramaz. Elbette kendisini ele verecek bir durum onda hissedilir. Karşısındakiler onun yalan söylediğini en küçük heyecan veya telaşından anlayacaktır.
Şimdi bak bu zâta! Pek büyük bir vazîfede, pek büyük bir vazîfedâr… pek büyük bir haysiyetiyle,
Durum böyle iken, Peygamber Efendimiz (sav) öyle sıradan bir makam ile ortaya çıkmıyor. Peygamberlik gibi büyük bir iddia ve toplumun her kesimini ilgilendiren mühim bir vazife ile meydana çıkıyor. Üstelik çok büyük bir şeref, itibar ve onur sahibi olarak meydana çıkıyor. Elbette toplum içerisinde hiçbir saygınlığı olmayan insanın yalanı bile hemen anlaşılırsa peygamberlik gibi büyük bir vazife iddiasında bulunan bir insan, yalan konuşursa hemen anlaşılacaktır. Zira üstlendiği ve iddia ettiği vazife çok çok çok büyüktür.
Pek büyük emniyete muhtaç bir halde,
Malumdur ki korunmaya en muhtaç olan insan kimsesi olmayan, maddi gücü ve kuvveti bulunmayan insandır. Bununla birlikte insan hem zayıf hem de düşmanları çok ise, korunma ihtiyacı daha fazladır. Peygamber Efendimiz (sav) meydana çıktığında tek başınaydı. Her ne kadar amcasının himayesi altında olsa da maddi olarak onu tam himaye edecek kimsesi yoktu. Dolayısıyla korunmaya ziyadesiyle ihtiyacı vardı. Şimdi bu kadar yalnız ve savunmasız bir insan bir yalan uğruna kendini böyle büyük bir tehlikeye atar mı?
Pek büyük bir cemaatte,
İnsan yalanına birkaç kişiyi belli bir zaman için belki inandırabilir. Fakat koca bir topluluğu yalanıyla sürekli olarak kandırmak imkansızdır. Peygamber Efendimiz (sav) sadece bir kavme hitap etmiyor. Bütün insanlığa hitap ediyor. Sözlerinde en ufak yalan olsaydı elbette hem asrında yaşayan insanlar hem de günümüzdeki milyarlarca insan bunu hisseder ve görürlerdi. Çünkü O'nun (sav) hayatı herkesin hayatından daha fazla ve en ince ayrıntısına kadar dikkat ile inceleniyor.
Pek büyük bir husumet karşısında,
Peygamber Efendimize (sav) sadece kavmi düşman değildi. Yahudiler ve diğer ülkelerin kralları da O'nun (sav) aleyhindeydiler. Her an O'na (sav) zarar vermek ve öldürmek istiyorlardı. Nitekim Ebu Cehil ve diğer müşrikler çok defa O'nu (sav) öldürmeye teşebbüs ettiler fakat başaramadılar. Bunca düşman karşısında bir insan rahat bir şekilde yalan söyleyemez. Söylerse elbette yalanını karşı taraf hisseder.
Pek büyük meselelerde, pek büyük bir davada,
İnsan küçük bir meselede bile karşı tarafı kandırmakta güçlük çeker. Bunda başarılı olamaz. Halbuki Peygamber Efendimiz (sav) öyle sıradan bir meseleden bahsetmiyor. Kâinatı ve insanoğlunun kaderini ilgilendiren, geçmişi ve geleceği kapsayan meselelerden bahsediyor. Örneğin, kâinatın ve Âdem Aleyhiselamın yaratılışından tut, ta kıyamete, haşre, ebede dair meselelerden bahsediyor. Elbette küçücük, ehemmiyetsiz meseleler bile yalanı kaldırmazken böyle büyük meselelerden bahseden Zat’ta (sav) yalan ve hile olması imkânsızdır. Farz-ı muhal olsaydı insanların gözünden kaçmazdı.
Pek büyük bir serbestiyetle, bilâ-pervâ, bilâ-tereddüd, bilâ-hicâb, telâşsız,
O (sav), Pek büyük bir rahatlıkla, korkmadan, tereddüt etmeden, utanmayarak, telâşsız bir şekilde vazifesini yapmıştır.
Örnekte olduğu gibi yalan söyleyen insan kendisini ele verir. Ya utanır ya korkar ya telaş eder. Fakat Peygamber Efendimiz (sav) sözlerini söylerken bu emarelerin zerresi bile O'nda (sav) yoktu. Korkmadan, telaş göstermeden, çekinmeden sözlerini söylüyordu. Bu derece korkmadan telaşlanmadan kendinden son derece emin konuşan birinin sözlerinde hiç yalan olabilir mi?
Samîmî bir safvetle,
Samîmî ve halis bir şekilde
Yalan söyleyen adam samimiyetsizdir. Söylediği söze evvela kendisi inanmaz. Kendi sözlerine inanmadığı için riyakârca konuşur ve karşı taraftan da hilesi hemen hissedilir.
Peygamber Efendimiz (sav) ise söylediği sözlere en evvel ve en çok kendisi (sav) iman ediyor. "Allah’tan korkun!" dediği vakit en çok O (sav) korkuyor. "Allah’ı sevin!" dediği vakit en çok kendisi (sav) seviyor. "Namaz kılın!" dediği zaman en çok kendisi (sav) namaz kılıyor. Ve hakeza… Her söylediği şeyi en önce kendisi (sav) uyguluyor.
Karşısındakileri kandırmak isteyen bir kişi neden söylediklerini kendisi başta uygulasın ve neden samimi davransın?
Büyük bir ciddiyetle,
Yalan söyleyen insanın en büyük özelliklerinden biri de ciddiyetten uzak lakayt hareketleridir. Halbuki Sevgili Peygamberimizin (sav) hayatına baktığımızda ömrü boyunca tam bir ciddiyetle görevini yaptığını görüyoruz. Hiçbir sözünde ve hareketinde ciddiyetsizlik olmayan bir zât nasıl yalana tenezzül edebilir?
Hasımlarının damarlarına dokunduracak şedîd, ulvî bir sûrette söylediği sözlerinde hiç hilâf bulunabilir mi? Hiç hile karışması mümkün müdür?
Yalan söyleyen kişi karşı tarafa şirin gözükmek için sözlerini yumuşatmaya ve hafifletmeye çalışır. İşte Peygamber Efendimiz (sav) sözlerini söylerken karşısındakilerin özellikle de düşmanlarının ne kendine zarar vermesinden ne de O'nu (sav) kınamalarından korkuyordu. Kendisine ne emir olunduysa onu söylüyordu. Nitekim bununla ilgili Cenab-ı HakK Peygamberimize (sav) Hicr Suresi 94. Âyette “Emrolunduğun şeyi çatlatırcasına, çekinmeden söyle” demiştir. Peygamber Efendimiz (sav) de bu ilahi emri en güzel şekilde yerine getirmiştir.
Peygamber Efendimizin (sav) düşmanlarına karşı bu şiddetli tutumunun örneklerini siyer-i nebevide (asm) görebiliriz.
Birgün Peygamber Efendimiz (sav) Kabe’yi tavaf ederken müşrikler O'nu (sav) sözleriyle rencide ediyorlar, türlü türlü hakaretlerde bulunuyorlardı. Peygamber Efendimiz (sav) bu duruma çok sinirlendi ve tavafa devam ederken onlara yönelerek şöyle dedi: “Ey Kureyş topluluğu! Beni dinliyor musunuz? Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, size ölümü getirdim." Bu sözü, Kureyşlileri fena çarptı. Öyle ki herkes başında kuş varmış gibi sessizliğe büründü. Sözünden evvel O'na (sav) en sert davranan dahi O'na (sav) en güzel sözler kullanarak O'nu (sav) sakinleştirmek, kızmasını dindirmekle meşguldü. En kızgın kişi (Ebû Cehl), “Ey Ebû Kasım! Olgunluk göstererek geri dön. Allah’a ant olsun ki, sen cahil biri değilsin” dedi.[1]
Kellâ! اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْيٌ يُوحٰي
Elbette böyle bir zatın sözlerinde yalan ve hile olamaz. Nitekim Peygamber Efendimizin (sav) miracdan döndükten sonra anlattıklarına inanmayan müşriklere hitaben şu âyeti-i kerimeler nazil olmuştur:
“Battığı zaman yıldıza ant olsun ki, arkadaşınız (Muhammed haktan) sapmadı ve azmadı. O, nefis arzusu ile konuşmaz. Size okuduğu) Kur'ân ancak kendisine bildirilen bir vahiydir. (Kur'ân'ı) ona, üstün güçlere sahip, muhteşem görünümlü (Cebrail) öğretti.”[2]
Yine bu meseleye dair Abdullah bin Amr bin el-As (ra) anlatıyor:
Rasûlullah’dan (sav) öğrendiğimi yazıyordum, onları ezberlemek ve korumak istiyordum. Kureyş beni bundan men etti ve:
“−İşittiğin her şeyi yazıyor musun? Hâlbuki Allah Resulü (sav) de bir beşerdir hem kızgınlık hem de sükûnet hallerinde konuşur!” dediler.
Bunun üzerine yazmayı bıraktım ve durumu Rasûlullah (sav) Efendimiz’e arz ettim. Peygamber Efendimiz (sav) parmağıyla mübarek ağzını işaret ederek şöyle buyurdular:
“−Yaz, nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin olsun ki buradan haktan başka bir şey çıkmaz!”[3]
Evet hak aldatmaz, hakîkat-bîn aldanmaz. Hak olan mesleği hileden müstağnîdir; hakîkat-bîn gözüne hayâlin ne haddi var ki, hakîkat görünsün, aldatsın?
Evet hak aldatmaz, hakikati gören aldanmaz. Hak olan mesleği hileden uzaktır; hakikati görenin gözüne hayâlin ne haddi var ki, hakîkat görünsün, aldatsın?
Hak ve doğru olan insan aldatmaz. Hakikati görebilecek ferasette olan insanlar da aldanmazlar. İnsanın mesleği, davası, gittiği yol haksa, doğruysa neden yalana, hileye tenezzül etsin? Hakikati görebilecek ferasette olan insanlar özellikle de sahabe-i kiram ve yüz binlerce dikkatli evliya ve asfiyâlar asırlar boyu sürecek bir yalana nasıl kanabilirler? Nasıl bunca yıl gerçek olmayan, hayali olan bir şey onların gözüne hakikat görünsün?
Özet olarak bu reşhada Bediüzzaman Hazretleri, Peygamber Efendimizin (sav) doğruluğunu gayet kuvvetli bir delille veciz bir şekilde ispat etmiştir. Fakat meseleyi anlamak için zıtları birbirine çağrıştırmak nev’inden Peygamber Efendimiz (sav) hakkında “yalan, hile” gibi hoş olmayan kelimeler mecburen kullanmıştır ki mesele tam anlaşılsın. Peygamber Efendimizin (sav) doğruluğundan şüphe kalmasın. Nitekim hz. Üstad 26. Mektub'un Birinci Mebhas’ının haşiyesinde “Kur’ân-ı Hakîm, kâfirlerin küfriyâtlarını (inkarlarını) ve galiz (kaba) ta‘bîrâtlarını iptal etmek için zikrettiğine istinaden (dayanarak), ehl-i dalâletin fikr-i küfrîlerinin (dinsiz fikirlerinin) bütün bütün muhâliyetini ve bütün bütün çürüklüğünü göstermek için, şu ta‘birâtı (tabirleri) farz-ı muhâl sûretinde titreyerek kullanmaya mecbûr oldum.” Demiştir.
[1] Muhammed Yusuf Kandehlevî, Hayat’üs Sahabe, Yasin Yayınevi, İstanbul 2010, C.1 s.321
[2] Necm suresi 53/1-5
[3] Ebû Dâvûd, İlim, 3/3646