"Evet îmânlı fazîlet; medâr-ı tahakküm olmadığı gibi, sebeb-i istibdâd da olamaz. Tahakküm ve tagallüb etmek, fazîletsizliktir." (Lemalar, 179 ) Bu cümlede geçen "İmanlı fazileti" açabilir misiniz?
İMAN NEDİR?
Sözlükte bir insanı söylediği sözde tasdik eylemek, inanmak, iz’an ve kabul ile sadık kalma, teslim ve boyun eğme, güvenmek, tevazu ve muhtaç olduğunu göstermek, kabul etmek, bir insanın emniyetini sağlamak anlamında kullanılmaktadır.
İman, dînin zaruriyatını (uyulması zorunlu olan emir ve yasakları) kalp ile tasdik ve dil ile açık ve net olarak beyan etmektir. Taftâzânî’ye göre ise; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın tebliğ ettiği dinin zaruriyatını tafsilî, zaruriyatın dışında kalanları da ana hatlarıyla tasdik etmekten hâsıl olan bir nurdur.
Bediüzzaman Hazretlerine göre pek çok ulvî, latif, leziz hakikatler imandan tecelli etmektedir. İmanda büyük bir saadet, nimet ve rahat bulunmaktadır. İman, cennetin manevî bir çekirdeğini taşımaktadır. Emniyet ve selamet yalnız imandadır.[1]
Tahakküm ve tagallüb; yakın manalarla “zorla hüküm sürme” anlamındadır. Fazilet ise; “ahlâkî meziyetlerin hepsine birden verilen isim, erdem” olarak ifade edilmektedir.
İMANLI FAZİLET
İman olmaksızın faziletin olası durumu nedir? sorusu ile konuyu açıklamaya çalışalım.
Bu meyanda Hazret-i Üstad’ın Barla'da iken, Refet Bey’in “Müslim-i gayr-i mü’min (imanı olmayan müslim) ve mü’min-i gayr-i müslimin ma‘nâsı (İslâm'ı yaşamayan mü’min) nedir?” suâline verdiği cevab şöyledir:
“Bidâyet-i hürriyette (2. meşrutiyetin ilk zamanlarında) İttihâdçılar içine girmiş dinsizleri görüyordum ki, İslâmiyet ve şerîat-ı Ahmediye (asm), hayat-ı ictimâiye-i beşeriye (sosyal hayat) ve bilhassa siyaset-i Osmaniye için, gāyet nâfi‘ (faydalı) ve kıymetdar desâtîr-i âliyeyi câmi‘ (önemli kuralları içermiş) olduğunu kabul edip, bütün kuvvetleriyle şerîat-ı Ahmediyeye (asm) tarafdâr idiler. O noktada Müslüman, yani iltizâm-ı hak (hakkı lüzumlu görme) ve hak tarafdârı oldukları halde, mü’min değildiler. Demek, ‘müslim-i gayr-i mü’min’ ıtlâkına (tabirine) istihkāk kesb (hak kazanma) ediyordular.
Şimdi ise, frenk (Avrupa) usûlünün ve medeniyet nâmı altında bid‘atkârâne ve şerîat-şikenâne (dinin esaslarını yıkan) cereyânlara tarafdâr olduğu halde, Allah’a, âhirete, Peygambere îmânı da taşıyor ve kendini de mü’min biliyor. Madem hak ve hakîkat olan şerîat-ı Ahmediyenin (asm) kavânînini (dinin esaslarını) iltizâm etmiyor ve hakîkî tarafgîrlik etmiyor, gayr-i müslim bir mü’min oluyor.”[2]
Şu hâlde, İslâm’ın bir kısım emirlerini toplum hayatında lüzumlu görerek şahsen önemseyen, uygulayan, savunan kimseler dine uzak hatta iman etmeyenler arasında görülebiliyor. Söz gelimi bu kimseler adalet, insanın temel hak ve hürriyeti, temizlik, çalışkanlık, zulmün karşısında durma gibi birçok İslâmî değeri çok güçlü savunabiliyor. Bu kimseler İslâm’ın faziletinden az da olsa faydalanır. İman etmemiş olması bu mâni değildir. Ancak bütüncül olarak bakıldığında birçok noktada imandan hissesiz olması onu dünyada dahi ızdırap içinde bırakır. Mesela; ahirete giden yakınlarının yok olduğu düşüncesi -unutmak için olanca çabası olsa da- onu içten içe yakar, adeta mahveder.
Bediüzzaman Hazretleri buna binaen “Îmânsız İslâmiyet sebeb-i necât olmadığı gibi, İslâmiyetsiz îmân da medâr-ı necât olamaz.”[3] demektedir.
KUVVE-İ GADABİYE
Allah’ın insan ruhuna yerleştirdiği etkin kuvvelerden biri olan gadab/öfke duygusunun yaratılışça herhangi bir haddi hududu yoktur. Bu itibarla bu duyguyu istikamette kullanmak ile ancak adalet tesis edilebilir ve her türlü tahakküm (zorla hükmetmek) ve tagallüb (zorbalık) önlenebilir.
Bediüzzaman Hazretleri bu hususa şöyle dikkat çeker;
“Kuvve-i gadabiyenin tefrît (olması gerekenden aşağı) mertebesi cebânettir ki (korkaklık), korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrât (gereğinden fazla ileri) mertebesi tehevvürdür (çok fazla öfkelenme) ki, ne maddî ve ne ma‘nevî hiçbir şeyden korkmaz. Bütün istibdâdlar (baskılar), tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsûlüdür. Vasat (olması gereken) mertebesi ise şecaattir (cesaret) ki, hukuk-u dîniye ve dünyeviyesi için canını fedâ eder, meşrû‘ olmayan şeylere karışmaz.”[4]
Dolayısıyla gadab kuvvemizin istikametli kullanımı ancak imana dayanan bir düşünce ile mümkündür.
Hz. Üstad’ın Lemaat Risalesi’nde bunun olmazsa olmaz olduğunu şöyle beyan eder:
“Hem icrâ-yı adâlet, din nâmına olmalı, tâ akıl ve kalb vicdânı, ruh ile de beraber müteessir olsunlar (etkilensinler), imtisâl de etsinler (uysunlar). Yoksa yalnız kanun nizâm nâmına olsa, yalnız müteessir olur vehm-i insânî (insanın şüphe ve kuruntusu). Hem vehim-âlûd (kuruntuyla karışık) bir aklı müteessir ediyor.”[5]
[1] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 3-5.
[2] Bediüzzaman Said NursiBarla Lahikası, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 355-356.
[3] Bediüzzaman Said Nursi, Mektûbât, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 26.
[4] Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtü’l İ’câz, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 20.
[5] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 373.