Soru

Yedinci Reşha'nın Şerh ve İzahı / 19. Söz

19. Söz Mucizat-ı Ahmediyye Risalesinin Yedinci Reşha'sını kısaca açıklar mısınız?

Tarih: 22.11.2024 10:27:29

Cevap

19. Söz'ün 7. Reşhasını cümle cümle kısaca izah edelim. Şöyle ki:

Yedinci Reşha: İşte bak! Şu cezîre-i vâsiada vahşi ve âdetlerine mutaassıb ve inâdcı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def‘aten kal‘ ve ref‘ ederek, bütün ahlâk-ı hasene ile techîz edip, bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstâd eyledi.

İşte bak! Şu geniş Arap yarımadasında, cahiliyet devrinde vahşi ve âdetlerine aşırı bağlı, inatçı farklı kavimleri ne kadar kısa bir sürede vahşi olan âdet ve ahlaklarından kurtarıp bir çırpıda kökünden söküp atarak, onları tam bir güzel ahlak ile donatıp, bütün âleme öğretmen ve medeni ümmetlere üstad eyledi.

Dünyanın en büyük yarımadası olan Arap yarımadasında, İslâmiyet’ten önce yaşayan kabileleri incelediğimizde; kendi çocuklarını diri diri toprağa gömen, kan davalarıyla meşhur bir topluluğu görüyoruz. Kadınlara ve kölelere değer verilmiyor, İçki, fuhuş, kumar, sosyal adaletsizlikler, ırkçılık ve çapulculuk yaygındı. Örf ve âdetlerine körü körüne bağlı, atalarının dinlerine (putperestliğe) sorgusuz sualsiz tabi olunuyordu. Kabilelerin arasında yüz yıllar süren savaşlar vardı.

İslâmiyet ile öyle değiştiler ki İslâm’ın ruhuna uymayan âdetlerini ve kötü ahlaklarını, vahşi kanunlarını Peygamber Efendimize (sav) uymakla değiştirdiler. Halbuki İslâm’dan önce âdetlerine sımsıkı bağlı kimseler idiler. “Asr-ı Saadet’ten evvelki zamanlarda kalplerdeki katılık, merhametsizlik öyle bir hadde baliğ olmuştu (yetişmiş) ki, kocaya vermekten âr ederek kızlarını diri diri gömerlerdi. Asr-ı Saadet’te İslâmiyet'in doğurduğu merhamet, şefkat, insaniyet sayesinde, evvelce kızlarını gömerlerken müteessir olmayanlar (üzülmeyenler), İslâmiyet dairesine girdikten sonra karıncaya bile ayak basmaz olmuşlardı."[1]

Hz. Peygamberin (sav) yaptığı bu değişim ve dönüşümle İslâm öncesi dönemde vahşi, kaba ve cahil olan o topluluk, Peygamber Efendimize (sav) iman etmekle sahabe makamına çıkıp medeni milletlere/süper devletlere imam ve öğretmen oldular. Bir diplomat olup İslâm devletinin temsilcisi olarak diğer devletlerle ilişkiler kurdular.

Bak! Değil zâhirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir etti. Mahbûb-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbî-i nüfûs, sultân-ı ervâh oldu.

Bak! Kendini baskı ile onlara kabul ettirmek değil, belki akıllarını, ruhlarını, kalplerini, nefislerini fethederek rızalarıyla itaat etmelerini sağladı. Sevgili Peygamberimiz (sav) bütün mü'minlerin kalplerinin sevgilisi, akıllarının hocası, nefislerin terbiye edicisi ve ruhlarının sultanı oldu.

Gönül iklimleri aşk-ı peygamberi ile abad olmuş sahabeler Rasulullah'ın (sav) meclisinde otururken sanki başlarının üzerinde bir kuş varmış da, ses çıkarsalar veya kımıldasalar uçuverecekmiş gibi sükunet, huzur ve hürmet içinde durur,[2] Efendimiz (sav)’i büyük bir dikkatle ve anlamaya çalışarak dinlerlerdi. Ondan aldıkları dersleri ruhlarına ve kalplerine nakşederlerdi.

Sevgili Peygamberimiz (sav), baskı ve zorlama ile değil, akli ve mantıki izahlarla ikna olacakları şekilde insanları dinini tebliğ etmiştir. “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, ürkütmeyiniz.”[3] Düsturu ile hareket edip farklı kültürlerden, farklı kabilelerden gelen ve farklı seviyelerde olan insanlara anlayacakları şekilde karakter ve ihtiyaçlarına göre hitap ederdi.

Bu Reşha’da Peygamber Efendimizin (sav) nebevi eğitim metodu ve tebliğ vazifesinde başarılı olmasının sırları da anlatılmaktadır. Eğitimde ve tebliğde en önemli nokta kalplere girebilmektir. Kalplerde muhabbet olunca doğruyu ve yanlışı anlatmak yani öğreticilik daha etkili ve faydalı olur. Doğruyu ve yanlışı güzelce anlattıktan sonra yanlışı kaldırıp yerine doğruyu koymak yani terbiye kısmına geçmek gerekir. Böylece kişi kendisine tebliğde bulunan kişiyi canından aziz bilip nasihatlerinden tam istifade eder. Peygamber Efendimiz (sav) hem ahlakıyla hem de davranışları ile asrında çok sevilip takdir edilmiştir. Akrabalık bağlarını kuvvetli tutması, fakir ve düşkünlere el uzatması, mazlumları koruması vb. davranışlarıyla gönüller sultanıydı. Asla kimseye haksızlık etmez ve kaba davranmazdı.

Enes b. Malik, Rasulullah ile birlikte geçirdiği yılları ile ilgili olarak şöyle diyor: "Rasulullah'a on yıl hizmet ettim. Bu süre zarfında bana bir kez olsun asla 'üf' bile demedi. Yapmış olduğum bir şeyden dolayı 'bunu niye yaptın', terk ettiğim bir şeyden dolayı da 'bunu neden yapmadın' demedi. Rasulullah, insanlar içinde ahlakı en güzel olan idi. [4]. Böylece kalplerin sevgilisi, akılların hocası, nefislerin terbiye edicisi ve ruhların sultanı oldu.

“İşte Allah’tan bir rahmet iledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Hâlbuki kaba, katı kalpli olsaydın, elbette (onlar) etrafından dağılırlardı.”[5] Âyetiyle ifade edildiği gibi Sevgili Peygamberimiz (sav,) insanlara şefkatle yaklaşarak, kalplerini ve gönüllerini feth etmiştir.

Bunların neticesinde onlar Peygamber Efendimizi (sav) o kadar sevdiler ki "Anam babam ve tatlı canım sana feda olsun ya Resulallah!" diyerek ondan korktukları için değil ona olan sevgileri ile tabi oldular. Zira korku ile olsaydı o sevgi o asırda dahi bu kadar yayılmaz, hemen vefatıyla son bulurdu.

Peygamber Efendimiz (sav) o asırda en sevilen kişi olduğu gibi, bütün asırlarda dahi en sevilen kişi yine O’dur (sav). Günümüzdeki bütün Müslümanların en sevdiği, kalplerinin sahibi, akıllarının muallimi, nefislerinin terbiyecisi, ruhlarının sultanıdır. O’nun (s.a.v.) ismi anıldığında yürekler çarpar, eller hemen kalbe, diller hemen salavata yönelir. Yer yüzünde Peygamber Efendimizden (sav) başka böylesine sevilen bir insan olmamıştır, olmayacaktır. Bu sevginin kaynağı onun Allah’ın resulü olmasıdır. Hz. Peygamber (s.a.v.) insanlığı karanlıklardan aydınlığa, vahşetten saadete taşımıştır. Bu durum dahi O'nun (sav) peygamberliğinin en büyük delillerinden birisidir.


[1] Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtü’l - İ’câz Fî Mezânni’l – Îcâz, Altınbaşak Neşriyat, Isparta 2014, s.160

[2]  et-Taberani Süleyman b. Ahmed, el-Mu’cemu’l Kebir, nşr. Hamdi Abdü’l-Mecid es-Selefi, Beyrut, 1984, s.471.

[3] Buhâri, İlim 11, Edeb 80, Cihâd 164; Müslim, Cihâd 6-7. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 17

[4] Tirmizi, Birr ve Sıla, 69

[5] Âl-i İmrân 3/159


Yorum Yap

Yorumlar