Soru

Irkçılık ve tebliğ

Müslüman olduğu halde ırkçılık yapan birini uyarmanın en güzel yolu nedir?

Tarih: 18.07.2011 19:42:25
Okunma: 5693

Cevap

milliyetçilik

Dine ve maneviyata dayanan müsbet olan İslamî milliyetçilik ise, bir buçuk milyar insanın kardeşliğini ve muhabbetini sahibine kazandırır. Hem kabir kapısına kadar değil, Cennette ebedi olarak devam edecek bir kardeşlik ve muhabbeti ve onlara şefaatçi olmak, faatlerinden istifade etmek ve âhirete gitse bile geride kalan Müminlerin dua ve sevablarından kazanmak gibi daha birçok faydaları kazandırır.

Birbirinizi tanımanız ve sosyal hayata ait olan ilişkilerinizi bilmeniz için sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yarattım. Yoksa birbirinizi inkâr ederek yabancı gibi bakmak ve düşmanlık etmeniz için sizi kabile kabile yaratmadım.” (Hucurat Sûresi, 13)

Bu âyet-i kerimenin ifade ettiği tanışma ve yardımlaşma düsturunu Risale-i Nur’lardaki açıklamalara göre şöyle ifade edebiliriz:

Nasıl ki bir Ordu kolordulara, tümenlere, tugaylara, alaylara, taburlara, bölüklere, takımlara, mangalara ayrılır. Ta ki her askerin ayrı ayrı ve birçok ilişkileri ve o ilişkilere göre görevleri tanınsın ve bilinsin. Ve o ordunun fertleri yardımlaşma düsturuyla devleti için gerçek bir vazifeyi yerine getirsin. Bu sayede toplum hayatı düşmanın saldırısından kurtulsun. Yoksa ordunun böylece kısımlara ayrılması, bir bölüğün diğer bir bölüğe karşı rekabet etmesi ve bir taburun diğer bir tabura düşmanlık etmesi için değildir.

Aynen bunun gibi, İslamî toplum, milletlere ve kabilelere ayrılmış büyük bir ordudur. O orduyu birbirine bağlayan birlik ve beraberliklerini oluşturan, Hâlık’ı (yaratanı), Râzık’ı (rızık vereni) ve Cenâb-ı Hakk’ın bin bir esması, peygamberi, kitabı, kıblesi, memleketi gibi binden fazla birlik bağları vardır. Bütün bu bağlar, Müslümanların kardeşlik ve muhabbetlerini, birlik ve beraberliklerini gerektirmektedir.

İşte bu kadar ortak noktaları oluşturan birler, müminler arasındaki kardeşliği, muhabbeti ve birliği gerektiriyorlar. Demek Müslümanların kabile ve taifelere ayrılmaları, yukarıdaki ayetin ilan ettiği gibi tanışmak ve yardımlaşmak içindir. Birbirini inkâr etmek ve birbirine düşman olmak için değildir.

Evet, ihtilaf ve düşmanlığı netice veren, çakıl taşları gibi ehemmiyetsiz sebeplere binaen, müminler arasındaki muhabbeti, birlik ve beraberliği ve din kardeşliğini bozmak, bütün bu birlik bağlarını hiçe saymaktır. Aynı zamanda ehemmiyetsiz olan sebepleri, iman ve İslamiyet gibi birlik ve beraberliği gerektiren sebeplerden üstün tutarak o bağlara karşı bir hürmetsizlik ve isyan etmektir.

Maalesef bu zamanda milliyetçilik fikri çok ileri gitmiştir. Özellikle aldatıcı Avrupa zalimleri, bu fikri Müslümanlar arasında menfi bir şekilde çokça uyandırıyorlar. Ta ki Müslümanları parçalayıp yutsunlar.

Milliyetçilik fikri iki kısma ayrılmaktadır. Birisi, İslamiyet’in kabul etmediği ırkçılıktan ibaret olan menfi milliyetçiliktir. Bu kısım, uğursuz ve zararlıdır. Başkasını yutmakla beslenip kuvvet alır. Diğer milletlere düşmanlık ederek hayatını devam ettirir. Uyanık davranır. Böylesine bir milliyetçilik ihtilafa ve karışıklığa sebep olur.

Onun içindir ki, hadis-i şerifte ferman edilmiş:

 Yani “İslamiyet kendinden önceki cahiliye denilen şirk ve küfür dönemine ait ırkçılığı kökünden kesip atmıştır.” (Buhârî, ahkâm:4)

 

“Irkçılığa davet eden bizden değildir.” (Ebu Davud)

“Irkçılık üzere savaşan bizden değildir.” (Ebu Davud)

“Irkçılık üzere ölen bizden değildir.” (Ebu Davud)

Bu hadislere dair âlimler: “Buradaki ırkçılıktan maksat kişinin kavmine, ister haklı ister haksız olsun, yardım etmesidir. Haksızlık noktasında yardım etmek haram olduğundan, o haramı helal kabul ederek ırkçılık yaparsa dinden çıkar. Haram olduğunu bile bile yaparsa, günaha girer.  Peygamberimizin yolundan hakkıyla gitmemiş olur.” demişlerdir.

Yine Peygamberimiz ferman etmiş: “En hayırlınız kavmi günaha girmedikçe (İslamiyeti yaşamaları için) onları müdafaa edendir. (Ebu Davud)

Kur’ân-ı Kerim de ferman etmiş:

“Kâfirler, kalplerine cahiliyet taassubundan (menfi milliyetçilikten) ibaret olan o gayreti yerleştirdiklerinde, Allah, Resûlünün ve Mü’minlerin üzerine (kalplere huzur veren) sükûnet ve emniyetini indirdi ve onları takvâ sözüne (kelime-i şehadete) bağlı kıldı. Zaten onlar buna çok lâyık ve ehil kimselerdi. Allah ise her şeyi hakkıyla bilendir.” (Fetih Sûresi, 26)

İşte yukarıdaki hadis-i şerifler ve ayet-i kerîme kesin bir şekilde menfi milliyeti ve ırkçılık fikrini reddederek kabul etmiyorlar. Çünki ikinci kısım milliyetçilik olan yüce İslamî milliyetçilik ona ihtiyaç bırakmıyor.

Evet, hangi ırk var ki, bir buçuk milyar ferdi bulunsun? Ve o ırkçılık fikri İslamiyet yerine, fikir sahibine bu kadar kardeşi, hem ebedi kardeşi, kazandırsın?

Bir zaman tıp fakültesinde okuyan Ali isminde bir kardeşimiz, arkadaşlarıyla birlikte bize misafir olarak geldi. Sohbet esnasında:

“Ağabey ben süper bir ülkücüyüm. Ona göre konuşup sohbet edelim.”dedi.

Mert konuşmasından dolayı takdir ederek:

“Dine, vatana ve millete düşman birisi de olabilirdin. Allah’a şükür ki böyle birisi değilsin.” dedim.

Sohbetimize devam ederken dedim ki:

“Ali kardeş, pazarcılık yapan bir ticaret erbabını düşünelim. Aynı günde iki semtte pazar var. İkisinden birisine gitmek mecburiyetinde. Birisine gitse günde ancak 300 milyon kazanabilecek. Diğerine gitse bir buçuk milyar kazanabilecek bir durum var. İkisinden birisini tercih etmeye mecburdur. Sen o pazarcının yerinde olsan ne yaparsın.” dedi ki:

 

“Ağabey akıl var mantık var.  Elbette bir buçuk milyar kar getiren pazar tercih edilir.” ben de:

“Aklı başında olan bir kimse 300 milyon kârı bir buçuk milyara

hiç tercih eder mi? dedim.

“Hayır, asla etmez.” dedi.

“Acaba Dünya’da safkan Türk olarak kaç milyon insan vardır?” dedim. O da:

“300 milyon civarında vardır.” dedi.

“Pekâlâ, Dünya’da ne kadar Müslüman bulunur?” dedim.

“Türklerin de içinde bulundukları, yaklaşık bir buçuk milyar Müslüman vardır.”dedi.

“Aynen bu misal gibi milliyetçiliğin kazandırdığı kâr olarak bir insan topluluğu vardır. O topluluğun sağlamış olduğu kardeşlik ve muhabbetten kaynaklanan bir lezzet ve zevk vardır. Eğer o milliyetçilik dinle ve maneviyatla alakası olmayan menfi milliyetçilik denilen ırkçılıktan ibaret bir durumda olursa, bütün o topluma karşı sahibine kazandırdığı kardeşlik ve muhabbet ancak kabir kapısına kadar devam eder.

Fakat dine ve maneviyata dayanan müsbet olan İslamî milliyetçilik ise, bir buçuk milyar insanın kardeşliğini ve muhabbetini sahibine kazandırır. Hem kabir kapısına kadar değil, Cennette ebedi olarak devam edecek bir kardeşlik ve muhabbeti ve onlara şefaatçi olmak, şefaatlerinden istifade etmek ve âhirete gitse bile geride kalan müminlerin dua ve sevablarından kazanmak gibi daha birçok faydaları kazandırır. Üstelik bu müsbet milliyetçiliği yaptığın takdirde, o Müslümanların arasında Türkler de bulunduğundan, onlara karşı muhabbet ve kardeşliğini kaybetmediğin gibi muhabbetini sonsuzlaştırıyorsun. Şimdi düşün. Aklı başında olan bir insan bu ikisinden hangisini tercih etmelidir? Kararı sen ver.”

O samimi olan arkadaşımız sohbetimizden sonra ayrılıp gitti. Ertesi gün sohbete tekrar geldi.

“Nerelisin” diye sordum. İlini söyledi. Hangi milletten olduğunu sordum. Hemen ellerini kaldırarak:

“Elhamdülillah ben Müslümanım!” dedikten sonra:

“Hani dün anlatmıştınız ya, onun için bu cevabı verdim.” dedi ve Çerkezlerden olduğunu söyledi.

Bu hâdise, düşünen her Müslüman için geçerli bir hakikattir. Rabbim bizi hissiyatımıza mağlup eylemesin. Hak ve hakikati yaşayan kullarından eylesin. Âmin.

 

“İslamiyet kendinden önceki cahiliye denilen şirk ve küfür dönemine ait ırkçılığı kökünden kesip atmıştır.”

Hadîs-i Şerif

 

“Ey ehl-i iman!

Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz,

aklınızı başınıza alınız! İhtilafınızdan istifade eden zâlimlere karşı اِنَّمَا الْمُومِنُونَ اِخْوَةٌ (Muhakkak mü'minler

kardeştir. HUCURÂT, 13) kal'a-i kudsiyesi içine

giriniz; tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza

ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.

Malûmdur ki; iki kahraman birbiriyle boğuşurken; 
bir çocuk, ikisini de dövebilir. Bir mizanda 
iki dağ birbirine karşı müvazenede bulunsa; 
bir küçük taş, müvazenelerini bozup onlarla oynayabilir. Birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte ey ehl-i iman! 
İhtiraslarınızdan ve husumetkârane tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner, az bir kuvvetle ezilebilirsiniz.”

 

Irkçılığın zararları

Nasıl ki aç canavarı sevmek onun merhametini kazanmak değil;  bilakis onun iştahını açar. Seven kişiyi parçalar, yer. Sonra da dişlerinin ve tırnaklarının kirasını istediği gibi bu milletleri parçalayıp yiyen zâlim güçler de dişlerinin ve tırnaklarının kira bedeli olarak o memleketlerin gelir kaynaklarına el koyuyorlar.

Câhiliye denilen müşriklere ve kâfirlere ait ırkçılık, birbirine dayanıp yardım eden gaflet, dalâlet, riyakârlık ve zulümden yoğrularak oluşturulmuş bir macundur. Bunun için milliyetçiler, milliyeti ilâh kabul ediyorlar. Hamiyet-i İslâmiye denilen müsbet İslâmî milliyetçilik ise iman nurundan bütün âleme aksedip dalgalanan bir nurdur.

İslâmiyet ve insanlık, tarihte ırkçılıktan dolayı pek çok zarar görmüştür. Bu zararlardan ders almamız gerekir. Mesela Emevî Devleti ırkçılık fikrini siyasetlerine karıştırdıklarından hem âlem-i İslâmı küstürdüler, hem kendileri de çok felaket çektiler. Bilhassa 19. asırdan itibaren Avrupa’daki milletler ırkçılık fikrini çok ileri sürdüklerinden, Fransa ve Almanya’nın çok zararlı daimî düşmanlıklarını netice vermekle beraber, Birinci Dünya Savaşı’ndaki korkunç hâdiseler dahi menfî milliyetçiliğin insanlara ne kadar zararlı olduğunu gösterdi.

Aynı zamanda dessas ve aldatıcı İslâm düşmanları, bin seneden fazla İslâm milliyetçiliği ile birbirine bağlı olan Müslümanları mağlup edemedikleri halde,  ancak aramıza ırkçılık ve nifak tohumlarını atmakla, yeryüzünün yarısına hâkim olan Müslümanları ve Osmanlı Devletini bölüp parçalayarak mağlup etmişlerdir. Halen de ırkçılık ve hizipçilik denilen bu tahribatçı silahı Müslümanlar arasında kullanmaktadırlar. Şu anda yaşanan bunun çok örnekleri vardır.

Sudan’daki kabileler ve umum Afrika’daki kabile ve devletler, Filistin’deki gruplar, Irak’taki ırklar ve mezhepler, Afganistan’daki hizipler vs. zâlim güçler hile ve aldatmakla, bu grupların ve milletlerin hepsini münâfıklıkla birbirine düşürerek aralarındaki katliâmlara sebep oluyorlar. Irz ve namus başta olmak üzere bütün mukaddesâtını ayaklar altına alıyorlar.

Nasıl ki aç canavarı sevmek onun merhametini kazanmak değil;  bilakis onun iştahını açar. Seven kişiyi parçalar, yer. Sonra da dişlerinin ve tırnaklarının kirasını istediği gibi bu milletleri parçalayıp yiyen zâlim güçler de dişlerinin ve tırnaklarının kira bedeli olarak o memleketlerin gelir kaynaklarına el koyuyorlar. Acaba Müslüman bir grup veya millet, kendi kardeşi olan grup veya milletin sıkıntısından kurtulmak için bu canavar zâlimleri, nâmahremin girmemesi lazım gelen vatanına davet etmek mahiyetinde milliyetçilik veya hizipçilik yaparsa, kendi milletine ve memleketine o düşmanlardan daha büyük düşmanlık etmiş olmaz mı? Düşünen her Müslüman’ın, Irak’ın şu andaki halini göz önünde bulundurarak, bu soruya cevab bulması icap eder diye inanıyorum.

Peygamber Efendimiz ferman etmiş: “En hayırlınız kavmi günaha girmedikçe (İslâmiyeti yaşamaları için) onları müdafaa edendir.” (Ebû Dâvud)

Bu hadis-i şerifin ifade ettiği gibi bir milletin birlik ve beraberliğini muhafaza etmesi, hayırlı işlerde yardımlaşması, maddî ve manevî haklarını temin etmesi noktasında günahlardan ve zararlardan o milletin kurtulmasına çalışmak denilen İslâmi ölçülere uygun olan müsbet bir milliyetçiliği yapmak o toplumun hayatını devam ettirmek için gereken bir ihtiyaçtır.  Fakat bu tarzda olan milliyetçilik İslâmiyeti muhafaza eden kale hükmünde olmalıdır ve ona hizmet etmelidir; İslâmiyet’in yerine geçmemelidir. Çünkü İslâmiyet’in kazandırdığı kardeşlik içinde binler kardeşlik ve fayda vardır. Kabir ve ahiret âleminde de o kardeşlik sonsuza kadar devam eder. Onun için milli kardeşlik hissi ne kadar kuvvetli de olsa İslâm kardeşliğinin bir perdesi hükmünde olabilir. Yoksa onu İslâmiyet’in yerine geçirmek o kalenin taşlarını içindeki elmas cevherlerin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak gibi ahmakçasına bir divaneliktir.

“İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyet’e kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı (hücümları) def ettiniz.”

(Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki)Allah ileride(onların yerine) öyle bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever.(o bahtiyar insanlar) mü’minlere karşı alçak gönüllü, (tahribatçı)kâfirlere karşı şiddetlidirler. Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir dil uzatanın kınamasından korkmazlar.) (Mâide Sûresi: 5, 54.)

Âyetin övdüğü kavim olmaya layık oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve Avrupalı gibi bu milletin ahlâkını bozmaya çalışan münafıkların hilelerine uyup şu âyetin başındaki tehdide maruz kalan bir millet olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız.

Dikkat çeken bir durumdur ki, Türk milleti İslâm milletleri içinde nüfusça en fazla olduğu halde, dünyanın her tarafında bulunan Türkler ise Müslümandır. Diğer milletler gibi Müslim ve gayr-ı Müslim olarak iki gruba ayrılmamıştır. Nerede bir Türk toplumu varsa Müslüman’dır. Macarlar ve Bulgarlar gibi Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten de çıkmışlardır. Artık onlar Türk olarak değil; Macar ve Bulgar olarak bilinmektedirler.

Hâlbuki küçük sayılabilecek kabilelerde dahi aynı kabileye mensub Müslüman olan ve olmayan vardır.

“Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme.”

Yani ey Türk kardeş! Özellikle sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyet’le karışıp kaynaşmıştır. İslâmiyet’ten ayırmak mümkün değildir. Milliyetini İslâmiyet’ten ayırırsan mahvolursun. Geçmişte, Osmanlının uyguladığı adalet ve bıraktığı miras gibi onunla iftihar ettiğin, şan ve şerefine vesile olan bütün güzellikler ve başarılar İslâmiyet’in defterine geçmiştir. Bu başarıları ve eserleri yeryüzünde hiçbir kuvvet silemediği halde, sen şeytanların vesvese ve hileleriyle onları kalbinden silme.

Bir vakit üç çocuk koydukları hedefe nişan alıyorlarmış. Birincisi atıp vurunca sevincinden: “Ben Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Talha (ra)’nın torunuyum!” diyerek övünmüş. İkinci çocuk da hedefi vurunca: “Ben şehid Osman (ra)’ın torunuyum!” Diyerek övünmüş. Üçüncü çocuk dahi atıp hedefi vurunca, düşünmüş, dedelerinin içinde meşhur birisini bulamayınca: “Ben Allah’ın peygamberi hazreti Âdem’in torunuyum!” Diyerek övünmüş.


Evet, bu çocuktan ders almak icap eder. Çünki insan nesli maymundan veya başka bir hayvandan gelmemiştir. Bütün insanlar aynı anne-babadan meydana gelmiştir. Allah katında farkları yoktur. Ancak insanları farklı kılan takvadır; yani Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirip yasaklarından sakınmaktır.

                                                                                                                                            irfan mektebi dergisi


Yorum Yap

Yorumlar

Üstad Cemil Meriç'in dediği gibi Biyolojik bir vahdet değil bu.Ne kanla ilgisi var, ne kafatasıyla İnananlar kardeştir...
Gönderen: YASİN BAŞKABAK
Tarih: 10.12.2013 00:21:41