Soru

"Evet, ben kendim gördüm, lüzûmsuz bir merak ile, mütedeyyin iken âmî bir adam, -beride ilme mensubiyeti varken- eskiden beri İslâm düşmanı olan bir kâfirin mağlûbiyetiyle ağlamak derecesinde bir mahzûniyet ve Âl-i Beyt’ten seyyidler cemâatinin bir kâfire karşı mağlûbiyetinden mesrûriyetini gördüm. Böyle âmî bir adamın alâkası, bir geniş dâire-i siyâset hâtırı için, böyle kâfir bir düşmanı mücâhid bir seyyide tercîh etmek, acaba dîvâneliğin ve aklı dağıtmaklığın en acîb bir misâli değil midir? "

Kastamonu Lahikası'nda (s. 36) geçen bu kısmı nasıl anlamalıyız? Kimlerden bahsedilmektedir? 

Tarih: 17.03.2025 10:55:48

Cevap

Bahsi geçen konu Hazret-i Üstad’ın Kastamonu’da iken (1936-1943 yılları arasında) zorunlu ikameti zamanında kaleme alınmış bir mektupta yer almaktadır.

2. DÜNYA SAVAŞI VE İSLAM ÜLKELERİ

O tarihlerde dünya siyasetinde en mühim hadise, 1939'da başlayıp 1945'e kadar süren İkinci Dünya Savaşı’dır. Bu savaşta Alman ve İngilizlerin başını çektiği iki ittifak karşıya karşıya gelmiş ve bu ittifaklarda 30’dan fazla ülke yer almıştır.

Çok katı ve zorba bir hükümet olan[1] İngilizler; Mısır, Pakistan, Tunus, Cezayir gibi birçok İslâm ülkesini sömürgesi altında tutuyordu. Almanların başını çektiği Mihver İttifakı ilk başta ciddi ilerleme sağladı.

Bunu fırsat bilen Müslüman ülkeler sömürgeden kurtulmak ve bağımsızlıklarını kazanmak için harekete geçtiler. Seyyidler cemâati olarak ayağa kalktılar.[2] Ancak daha sonra Almanların mağlubiyeti ile bu girişimler neticesiz kaldı.

O dönemde Türkiye her ne kadar tarafsız olsa da son evrede devlet politikası olarak İngiltere tarafında yer aldı. Mevcut hükümet bu yönde taraftarlığı ile kamuoyunu etkisi altına almıştır. 

Hazret-i Üstad’ın kendisine sorulan bir sualin cevabında, bu iki askerî ittifakın taşıdığı misyonu şu beyanlarıyla ifade etmektedir:

Îsevîlik dini ve o dinden gelen âdât-ı müstemirresini (devam eden adetlerini) muhâfaza hesabına çalışan bir hükûmet ile (Almanlar), resmî i‘lânıyla, zulmetli, pis menfaati için dinsizliğe ve bolşevizme yardım edip tervîc eden (revaç veren) diğer bir hükûmet ki (Ruslar), yine hasîs menfaati için İslâmlarda ve Asya’da dinsizliğin intişârına tarafdâr olan fitnekâr ve cebbâr hükûmetlerle (İngilizler) muhârebe eden…”

“Resmî i‘lânıyla, “Allah’a istinâd edip dinsizliği kaldıracağım, İslâmiyet’i ve İslâmları himâye edeceğim” diyen bir hükûmet (Almanya) yüz milyon küsûr iken, dört yüz milyona yakın nüfusa hükmeden bir diğer devlete (İngiltere) ve dört yüz milyon nüfusa yakın ve onun müttefiki olan Çin’e ve Amerika’ya ve onlar ise zahîr ve müttefik oldukları olan Bolşeviklere (Rusya) gālibâne…”

“Eğer küre-i arzın (yeryüzünün) dört -Avustralya nazara alınmamış- kıt‘aları içinde en küçüğü olan Avrupa’nın ve bu kıt‘anın da dörtte biri olmayan bir hükûmetin memleketi (Almanya); ekser Asya, Afrika, Amerika, Avusturalya’ya karşı gālibâne harp ederek (ilk evrede galib idi, ancak son evrede mağlup oldu)…”[3] 

Hatta bahsi geçen tarihlerde İnebolu Hüsrevi Nazif Çelebi ağabey Müslümanların mezkûr mücadelesi hususunda istikametli müspet tavrına karşı “Almancı” iftirasına maruz kaldığını Hazret-i Üstad’a yazdığı bir mektubunda şöyle beyan eder:

“Bu içinde bulunduğumuz Alman ve İngiliz harbinin bidâyetinden, devamı müddetince, hadsiz zındıka ve münâfıkların hiç yoktan, sebepsiz olarak şahsıma bir isnâdât olsun için, gerek münevver fikirli âlim ve gerekse câhil, mülhid, hemen hemen birkaç dostlarım müstesnâ, memleket halkı ve kudsî hizmetimden küstürmek için, شَيْطَانٌ عَلَيْهِ مَا يَسْتَحِقُّ   (Şeytan ki, müstehak olduğu şeyi bulsun) bütün memleket halkını iğfâl ederek (yanıltarak) aleyhime tahrîk etmiş olacaktır ki, “Nazîf, muhâlif bir siyâsetle ittihâd-ı İslâma tarafdâr eder, siyâset propagandası yapıyor” zihniyetini şiddetle aleyhimde, memleket halkına ve erkân-ı hükûmete kadar sirâyet ettiriyorlar (bulaştırıyorlar). Ve bütün şeytanların tecessüsleri (casuslukları) tahrîk edilmiş, güya aleyhdârlarım benden bir intikam almak hasebiyle, gıyâbımda hem müdhiş cereyânı şiddetlendirmek için, kendilerince menfûr telakkî (nefret) ettikleri “Almancı” nâmıyla hakāretlere ma‘rûz bırakmaktan çekinmediler. Halbuki ben lillâhilhamd Risâle-i Nûr’un irşâdıyla, hakāik-i îmâniye ve Kur’âniyeyi bütün kâinâtın fevkinde gördüğümden ve i‘tikād ettiğimden, değil küre-i arzdaki cereyânlara, belki bana verilse de bütün dünya saltanatına da âlet edemem.”[4] 

Bu itibarla "eskiden beri İslâm düşmanı olan bir kâfirin mağlubiyetiyle" den maksat İngiltere olup savaşın ilk evresinde İngiltere mağlup vaziyette idi.  "Âl-i Beyt’ten seyyidler cemâati" olarak kastedilen Cemâat-i İslâmî Hareketi’dir.

LÜZUMSUZ MERAKLI İLİM EHLİ ZÂT KİMDİR?

Böyle kâfir bir düşmanı mücâhid bir seyyide tercîh ederek dîvâneliğin ve aklı dağıtmaklığın en acîb bir misâli olan ilim ehli bu zâtın ismini Bediüzzaman Hazretleri belirtmemiştir.  Bu durum Üstad Hazretleri’nin eserlerinde takip ettiği bir usüldür. Buna dair külliyatta birçok misal gösterilebilir. Birkaç tanesini makam gereği ifade edelim.

Hatta benim arkadaşlarımdan bazıları, yüz hakikat dersini benden işittiği ve kalben tasdîkle beraber, bana karşı da fazla hüsn-ü zannı ve irtibâtı varken, kalbsiz ve bozuk bir adamın ehemmiyetsiz ve riyâkârâne iltifâtına kapıldı. Onun lehinde, benim aleyhimde bir vaz‘iyete geldi. “Fesübhânallâh!” dedim. “İnsanda bu derece sukūt olabilir mi? Ne kadar hakîkatsiz bir insan idi” diye o bîçâreyi ...” [5]

“Bir zaman sinnen, cismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi: “Namaz iyidir, fakat hergün hergün beşer def‘a kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor.” O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim. İşittim ki, aynı sözleri söylüyor. Ve ona baktım, gördüm ki, tembellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım, o zât o sözü, bütün nüfûs-u emmârenin nâmına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir.” [6]

“Bir zaman, bu garazkârâne tarafgîrlik neticesi olarak gördüm ki, mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyâsîsine muhâlif bir âlim-i sâlihi, tekfîr derecesinde tezyîf etti. Ve kendi fikrinde olan bir münâfığı, hürmetkârâne medhetti. İşte siyâsetin bu fenâ neticelerinden ürktüm.” [7]

“Bir zaman, Allah rahmet etsin, mühim bir zât, kayığa binmekten korkuyordu. Onun ile beraber bir akşam vakti İstanbul’dan köprüye geldik. Kayığa binmek lâzım geldi. Araba yok. Sultan Eyûb’e gitmeye mecbûruz. Israr ettim. Dedi: “Korkuyorum, belki batacağız.” (…) Aklı başına geldi. Titreyerek kayığa bindirdim.”[8] 


[1] Emirdağ Lahikası, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, c. 4, s. 353.

[2] “Güney Asya’daki en etkili ve en iyi teşkilâta sahip İslâmî hareket olan Cemâat-i İslâmî Ağustos 1941’de, İngiliz sömürgesi olan Hindistan’da İslâmî uyanışı başlatmak isteyen Seyyid Ebü’l-A‘lâ el-Mevdûdî’nin çağrısı üzerine yetmiş beş delege tarafından Lahor’da kurulmuştur.”  https://islamansiklopedisi.org.tr/cemaat-i-islami.

[3] Kastamonu Lahikası, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 100-101.

[4] Kastamonu Lahikası, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 46.

[5] Lemalar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 74-75.

[6] Sözler, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 93.

[7] Mektûbat, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, c.1, s. 113.

[8] Mektûbat, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, c.2, s. 300.


Yorum Yap

Yorumlar