Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin Kastamonu'da çektiği sıkıntılar nelerdir? Ne gibi saldırılara maruz kalmıştır?
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, kendisine zulmen verilen, “bir sene on beş gün hapis ve bir sene de gözetim altında bulundurulma” cezasının hapis kısmını Eskişehir’de tamamlayıp tahliye edilmiştir. Eskişehir’den tahliye edilen Hazret-i Üstad, bir senelik Kastamonu’da gözetim altında bulundurulma cezasının tatbiki için Kastamonu’ya götürülmüştür. İlk üç ay Çarşı Karakolu’nda kaldıktan sonra, karakolun tam karşısında, pencereleri karakola bakan ve daimî gözetleme altında bulunabileceği ve kirasını da kendisinin ödediği bir eve nakledilmiştir. Artık yedi buçuk sene (13 Mayıs 1936 – 20 Eylül 1943) boyunca Risale-i Nur’un yeni Medrese-i Nûriye’si bu ahşab ve eski ev olmuştur.
Daha önceden olduğu gibi Kastamonu’da da Hz. Üstad sıkı takip ve gözetim altında tutuluyordu. Her hareketi kontrol ediliyordu. Nuri isminde bir komiser zaman zaman Hz. Üstad’a eziyet ediyor, üç günde bir gelip odasını arayıp tarıyordu. Daha sonra ilâhi bir tokat yiyerek Hz. Üstad’dan özür dilemek zorunda kalmıştır.
Gizli din düşmanları Kastamonu’da Hz. Üstad’ı zehirlemeye devam etmişlerdir. Bediüzzaman Hazretleri’nin Kastamonu’da daimî hizmetinde bulunan ve onunla en çok görüşme şerefine kavuşan talebelerinden Çaycı Emin (ra), hatıralarında şöyle bahsetmektedir:
“Sık sık dağa, kıra gitmek onun vazgeçilmez âdetlerindendi. Hancı Mehmed isimli bir zat, her zaman kendisine bir at verirdi. Dağa atla gidip gelirdi. Yine böyle bir gidişte, Mehmed Feyzi kardeşimize de haber gönderiyor, gelip bana yetişsin diye. Dağda birisi bir yiyecek vermiş. Onunla zehirlemişler, orada hastalanıp düşmüş. At oradan ayrılıp dönüp şehre gelmiş. Tam o sırada Mehmed Feyzi kardeşimizin kapısı vuruluyor. ‘Efendi Hazretleri seni çağırıyor!’ diye sesleniyorlar. Feyzi kardeşimiz kapıya bakınca, hiç kimseyi göremiyor. Bu hal tam üç defa devam ediyor. Üçünde de hiç kimseyi göremeyen Mehmed Feyzi Efendi, kalkıp atın kaldığı hana geliyor, bakıyor ki at içeride, fakat Üstad yok. Mehmed Feyzi hemen dağa gidiyor. Üstad’ı yolda yarı baygın vaziyette buluyor. Bu arada Üstad biraz gözünü açıyor; ancak; ‘Feyzi kardeşim beni zehirlediler. Biri tanıdığım adamdı, beni o zehirledi’ diyebiliyordu. Mehmed Feyzi Üstad’ı alıp, tekrar atla eve getiriyor. Günlerce hasta yattı. ‘Cevşen’in tesiriyle, Allah’a şükür, zehirleri tesir etmedi bana! Sadece kulağımda ağırlık yapıyor’ diyordu.
Yine Çaycı Emin’in (ra) hatıralarında şöyle geçmektedir:
Bediüzzaman’ı hangi vilayete göndermişlerse, oraya, onunla devamlı uğraşacak, ona eziyet ve sıkıntı verecek bir vâliyi de peşinden gönderiyorlardı. Avni Doğan da işte bu vâlilerden biriydi. Risaleleri, mektubları kömürlüğe, odunların altına saklıyorduk. Bir gün, gelen mektubların hepsini ele geçirmişlerdi. Eve baskın yaptılar; her tarafımızı aradılar, taradılar, hatta o kadar ki, saatin kapaklarını bile açıp baktılar. Mehmed Feyzi’yi, kardeşim Bahri’yi ve beni karakola götürüp epey sıkıştırdılar: ‘Siz gizli cemiyet kuruyorsunuz. Kimlerle haberleşiyorsunuz?’ diye sıkıştırdılar. Bizleri ayrı ayrı odalara hapsettiler. ‘Müdür Bey, Risale-i Nur’un hakikatleri dünya değil, âhirete bakar. İsterseniz size biraz okuyayım’ dedim. İman, Kur’ân hakikatlerinden başladım okumaya. Müdür biraz dinledi. Sonra hiddetle: ‘Siz beni de zehirleyeceksiniz’ diye dinlemek istemedi.
Sonra evlerimizdeki aramalarda benim sandıkta biraz paralarım vardı. Bu paralar üzerinde çok durdular. Bizi bu yüzden sıkıştırdılar. Bilhassa Vâli Avni Doğan ‘Bu paraları nereden buldun? Bu paralar gizli teşkilâtın paralarıdır’ diyordu. ‘Memleketimden geldiğim zaman, bu kadar param vardı. Ben on-on beş nüfusa bakarım. Bu kadar nüfusun elbette, iki bin lira parası olur’ dedim. Daha sonra ‘Benim maddî durumumu isterseniz Ahlat Kaymakamlığı’ndan sorun’ dedim. Bizi mahcup edecek, hiç bir suç aleti ve suçluluk delili bulamayınca, devamlı bu iki bin lira para üzerinde durdular. Avni Doğan daha önceleri de Üstad’la çok uğraşırdı. Sık sık evine baskınlar düzenlerdi. Bir defasında da yine tevhide dair yazdığı bir risalesini alıp gitti. Onun bir sûretini bir daha alamadık.”
BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ’NE SU-İ KASD
Gizli din düşmanları ömrü boyunca defalarca Hazret-i Üstad’ı zehirleyerek vücudunu ortadan kaldırmaya çalışmışlardır. Sürgün yaşadığı bütün vilayetlerde ve girdiği hapislerde ya aşı yapma bahanesiyle veya yiyeceklerine gizlice zehir katarak yaptıkları zehirleme su-i kasdları yirmiyi geçmiştir. Fakat her defasında, bu zehirlerin tesirinden Allah’ın hıfzıyla, okuduğu Cevşen ve Evrad-ı Kudsiye gibi dualar bereketiyle kurtulup hayatta kalmıştır. Bu duaların muhafazasını bir yerde şöyle ifade eder: “Münafık düşmanlarımın maddî ve mânevî zehirlerine karşı gerçi Cevşen ve Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibend beni ölüm tehlikesinden, belki yirmi defa kudsiyetleriyle kurtardılar.”[1]
Kastamonu’da kaldığı yedi buçuk sene müddetinde Bediüzzaman Hazretlerine mükerreren (pek çok kez) zehir verildi. Değişik yollarla, tekrar tekrar verilen bu zehirlerden Allah’ın muhafazası sayesinde daima kurtuluyordu. Bir insanın, bir değil, iki değil, üç değil, ömrü boyu yirmiyi aşkın zehirlemelerden kurtulması gerçekten hayret edilecek bir durumdur. Onu zehirleyen düşmanları da bu hale çok şaşmış olmalıdırlar. Bu acîb şahsiyetin bir türlü hakkından gelemiyorlardı!
Daha önce bahsi geçen zehirlenme hâdisesi gibi çilekeş Üstad Hazretlerini Kastamonu’da gerçekleşen diğer bir zehirlenme vakasını ve ondan gelen şiddetli hastalığını Isparta’ya gönderdiği bir mektubda şöyle haber vermişti:
“Bu Ramazan-ı Şerif’in başında doktorun ihbarıyla ve kuvvetli emarelerin delaletiyle ve birden hararet kırk dereceden geçmesiyle tebeyyün eden (açığa çıkan), zehirlemekten gelen şiddetli hastalık hengâmında, (…) Risale-i Nur’un o üç kerâmetli risaleleri, öyle hârika bir himâyet ve muhafazaya vesile ve o zehirlendirmeye panzehir ve tiryak oldu ki, bu hale muttali olan bizler şimdi de hayretteyiz. Güya hiçbir hastalık yokmuş gibi, gâyet kuvvetli, hem şiddetli tokatlar vurarak o düşmanlık vaziyeti dostluğa çevrildi. Hem adliyenin büyük memurları ve taharri komiserleri, şiddetli taharri ve müsadere için geldikleri halde; elliden ziyade kitablardan hiçbirine el uzatmadan, yalnız o risalelerin kerâmetlerini kısmen dinleyerek onların mânevî himayeti altında risaleler muhafaza edildi. (…) Hastalık devam ediyor, fakat tahammül haricinde değil. O musibet de, Risale-i Nur’un parlak neşriyatına tevakkuf vermek için idi.”[2]
Bu konunun geniş izahı için bkz; Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, C. 2, s. 591-625.