Bir Müslüman bütün Müslümanları sevmek zorunda mı? Çünkü kişi din olarak İslamiyeti seçmiş de olsa bizim çocuğumuza çok ciddi zarar vermiş olabilir, eşini öldürmüş olabilir, uyuşturucu satıcısı olabilir, işini kötüye kullanan doktor olabilir vs. Onu da sevmek zorunlu mudur? Sevmeden kasıt tam olarak nedir?
Müslümanlar olarak ortak noktalarımızın temelinde muhabbet vardır, sevgi vardır. Muhabbete en lâyık şey muhabbettir. Ve husûmete en lâyık sıfat husûmettir. Yani insanların toplum hayatını, birlikte yaşamasını temin eden ve insanlığı saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeğe ve muhabbete lâyıktır. Ve insanların toplum hayatını alt üst eden düşmanlık, her şeyden ziyade nefrete ve adâvete ve ondan çekinmeye müstehak, çirkin ve zararlı bir sıfattır.
Muhabbet, şu kâinatın varlık sebebidir. Kâinat büyük bir insan, insan ise küçük bir kâinat hükmündedir. Madem büyük bir insan olan kâinatın her bir unsuru muhabbet bağlarıyla, sevgi zincirleriyle birbirine bağlanmış. Ve madem kâinat ağacının en kıymetli meyvesi olan insanın kalbi, Allah sevgisi ve Allah’ın muhabbet ettiği şeylerin sevgisiyle doldurulmuş. Elbette küçük birer kâinat olan insanların husûsen Müslümanların kalplerinin de iman ve İslâmiyet’in ulvî muhabbetiyle birbirine bağlanması gerekmez mi?
Muhabbetin vesile olduğu ilişkilerden birisi arkadaşlıktır. Arkadaşlık, kimi zaman okul sıralarında kurulan bir ilişkidir. Kimi zaman askerde, asker arkadaşı olursunuz, birbirinize ‘tertip’ dersiniz; kimi zaman da hac ibadetini yerine getirirken “hacı arkadaşı” olursunuz.
Muhabbetin vesile olduğu ilişkilerden ikincisi kardeşliktir. Kardeşlik iki türlüdür: Birincisi, Nesebî kardeşlik. İkincisi, Din kardeşliği. Nesebî kardeşlik; aynı anne-babadan dünyaya gelmekle gerçekleşir. Fakat birbirinden farklı dilleri konuşsak, farklı ülkelerde yaşasak bile, yine ‘din kardeşi’ olabiliriz. Çünkü Allahü Teâlâ “Mü'minler ancak kardeştirler”[1] buyurmuştur.
İman bağı, nasıl ki bir mü'mini, bir ve tek olan kâinatın sultanına bağlıyor. İnsanı o sultana hizmetkâr ediyor, emirlerine itaatkâr ediyor. Aynen öyle de bu iman bağı o sultanın emrindeki mü'minlerin kalplerini de birbirine bağlamak gerektir. Evet, tevhid-i imanî (imandaki birlik), elbette tevhid-i kulübü, kalblerin birliğini ister. Ve vahdet-i itikad, inanç birliği dahi, vahdet-i içtimaiyeyi, sosyal ve toplumsal birliği gerektirir.
Mesela sen askerlik yaparken bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostane bir bağ kurarsın ve bir kumandanın emri altında beraber bulunmakla arkadaşane bir alâka tesis edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla kardeşâne bir münasebet hissedersin. Hâlbuki bir Müslüman imanın verdiği nur ile ve inancın verdiği şuur ile Müslüman kardeşine karşı Allah’ın isimleri adedince birlik alâkaları ve ittifak bağları ve kardeşlik münasebetleri kurar.
Meselâ, Her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mabudunuz bir, Rezzâkınız bir… bir bir, bine kadar bir bir.
Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, Kur’ân'ınız bir, kıbleniz bir... bir bir, yüze kadar bir bir.
Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir… ona kadar bir bir.
Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti gerektirir.
İman ve İslâmiyet bağı, kâinatı ve yıldızları birbirine bağlayacak derecede manevî zincirler gibi oldukları halde; ayrılığa ve düşmanlığa sebebiyet veren sebepler örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve zayıf şeylerdir. Şimdi birisi nefsin aldatmasına kapılıp bir mü'min kardeşine karşı hakikî düşmanlık etse ve kin bağlasa; o birlik bağlarına hürmetsizlik edip o bağları koparmış olmaz mı? Ve bu hal o binlerce muhabbet sebeplerini ve kardeşlik münasebetlerini yıkmak değil midir?
Hepimiz aynı dünyada yaşıyoruz. Bu dünyayı ve bizleri yaratan Rabbimiz bir, bize doğru yolu gösteren Peygamberimiz, kitabımız bir; kıblemiz bir, vatanımız bir… bir, bir, bir. Bu kadar birlik vesileleri varken bizim bir ve beraber olmamız gerekmez mi?
Bu bir, birler birbirine kuvvet verir. Çünkü iki tane bir, yan yana gelse 11 değerinde olduğu gibi üç tane bir yan yana gelse 111 kıymet ve kuvvetinde olur. Bizler de ayrı ayrı bir ferd olmak yerine omuz omuza vermiş, birbiriyle kenetlenmiş bir toplum olmalıyız.
Mü'minler bir vücudun azaları gibidir. Birbirine yardım ederler. Nasıl ki, bir elimiz diğer elin işine mani olmaz, dilimiz kulağımıza itiraz etmez. Belki vazifesine yardım eder. Öyle de, vücudu oluşturan azalar misali toplumu oluşturan bizler de bir ve beraber olmalıyız.
Sonuç Olarak;
Müslüman bir toplum içerisinde yaşayan ferdlerin her bir sıfatının da Müslüman olmasını bekleyemeyiz. Hususen kimi zaman bir Müslüman, insan olarak şaşırıp hata yapabilir, günah işleyebilir. Hatta bize zararı dokunacak bir hale düşebilir. Biz bu durumda kişiye değil davranışa düşman olmalıyız. Kişinin sahip olduğu iman ve İslâmiyet gibi hasenatı düşünüp varsa yanlış davranışlarını teraziye koyup öyle tartmalıyız. Çünkü mahşerde Rabbimiz hasenat – seyyiat durumuna göre hüküm vermektedir. Hasenatı seyyiatına (iyilikleri günahlarına) üstün geleni cennetine koymaktadır. Allah’ın adaleti böyle tecelli ederken biz de Müslüman kardeşimizi tüm iyi yönleri ve kusurları ile birlikte değerlendirmeliyiz. Kişiyi değil yanlış davranışı hedef almalıyız. Mümkünse ıslahı için çalışmalı ve kötü hallerden kurtulması için Allah’a dua etmeliyiz. Zira muhabbet hissi bir kalpte esas olsa o vakit düşmanlık hissi şefkate ve acımaya inkılap eder. Öyleyse biz bir Müslüman kardeşimize günahları - seyyiatı cihetiyle acırız, güzel hasletleri itibariyle severiz.
[1] Hucurât, 49/10.