"Veraset-i Ahmediye ile ism-i a'zam zılline mazhar bir mü'min, kendi kabiliyeti itibariyle kemmiyetçe bir Nebinin feyzi kadar sevab alıyor denilse hilaf-ı hakikat olamaz. Kemiyetce bir nebinin feyzi kadar sevap alıyor" ne demek, izah eder misiniz?
Bu ehemmiyetli suali cevaplamadan önce, bu tarz meselelerin anlaşılmasına hizmet edecek bazı temel esasları izah etmeye çalışalım.
Bediüzzaman Hazretleri 24. Söz namındaki risalesinde, insanfız ve dikkatsiz bazı kimselerin özellikle bazı rivayetleri öne sürerek insanların akıllarını karıştırmaya çalıştıklarını dile getirerek, tenkit ettikleri noktalarla alakalı harika izahlar yapmaktadır. Bu rivayetlerin bazıları şunlardır:
“Kim iki rek‘at namazı filan vakitte kılsa, bir hac kadardır.” (Tirmizi, c.2, sf. 481)
“Bir güzel söz, bir abdi âzâd etmek gibi bir sadaka-i azîmenin yerine geçer.” (Etterğib vetterhib c.3 sf.489)
‘’Kim … bunu okursa, kendisine Musa (as) ve Harun’un (as) sevaplarının misli verilir.’’ (Mecmuatül Ahzab, Şazeli Cildi, sf.263)
‘’Verâset-i Ahmediye (asm) ile İsm-i A‘zam zılline mazhar bir mü’min, kendi kābiliyeti i‘tibâriyle, kemiyetçe bir nebînin feyzî kadar sevap alıyor.’’
Hz. Üstad bu risalesinde, belirli zamanlarda halis bir niyetle yapılan ibadetlerin sevaplarıyla ilgili yaklaşım tarzının nasıl olması gerektiği üzerinde durulmaktadır. Bu tarz rivayetlerin imkân itibarıyla genellik ifade ettiğini, gerçekleşme itibarıyla ise herkesi kapsamadığını şöyle dile getirmektedir: “İşte iki rekât namaz bâzı vakitte bir hacca mukabil (karşılık) geldiği hakikattir. Her bir iki rekât namazda bu mânâ külliyet ile mümkündür. Demek şu nev’deki rivâyetler, vukuu bilfiil dâimî ve küllî değil. Zîrâ, kabulün mâdem şartları vardır; külliyet ve dâimîlikten çıkar. Belki, ya bilfiil muvakkattır, mutlaktır; veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehâdisteki (hadislerdeki) külliyet ise, imkân itibariyledir.” (Sözler, 138)
Aynı metinde; dünyadaki ölçülerle ebedi âleme ait işlerin ve sevapların tartılamayacağını, buranın en büyüğünün ahiretin en küçüğüne bile denk gelmeyeceğini dile getiren Bediüzzaman Hazretleri; ‘’Hem de şu âlemin mikyâsıyla (ölçüleriyle) âlem-i ebedînin şeyleri tartılmaz. Buranın en büyüğü, oranın en küçüğüne muvâzî (denk) gelemez. Sevâb-ı a‘mâl (amellerin sevabı) o âleme baktığı için, dünyevî nazarımız ona dar geliyor. Aklımıza sığıştıramıyoruz.’’ diyerek bu tür rivayetlere doğru bakışın nasıl olması gerektiğini ifade eder.
Nasıl ki; hayatında hiç padişahı görmemiş, dağdan şehre inmemiş bedevi câhil bir adam, padişahın haşmetli saltanatını dar, sınırlı fikriyle kavrayamadığı için padişahını köy ağası tarzında belki biraz daha büyükçe bir ağa olarak düşünür ve bilir. Öylede bizler, dünya nazarıyla, dar fikrimizle, âhirete yönelik amellerin hakiki sevaplarını o bedevî adam kadar da düşünemiyoruz.
Bu esasların ölçüsüyle, gerek okunan bir vird neticesinde Hz. Musa (as) ve Harun’un (as) sevaplarının verilmesini, gerek güzel bir sözün bir köle azad etmek kadar ecri olduğunu, bazen bir tek kelime ve tesbihin söylenmesi ile altmış senede açılmamış saadet hazinelerini açan bir anahtara sahip olunduğunu, hem ism-i a‘zam’a mazhar olan Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin bir âyette mazhar olduğu İlâhî feyzin, belki bir peygamberin bütün feyzî kadar olabildiğini ve verâset-i Ahmediye (asm) ile ism-i a‘zam zılline mazhar bir mü’minin, kendi kabiliyeti itibariyle, kemiyetçe bir nebînin feyzî kadar sevap alabileceği hakikatlerini anlamış oluruz.
Tüm bu izahlara ilaveten, bu tür rivayetleri doğru, kolay ve yerinde anlayabilmek adına, aşağıda izah edeceğimiz tarzda bir bakış açısına da sahip olmamız gerekir. Şöyle ki: Mesela; ‘’Verâset-i Ahmediye (asm) ile İsm-i A‘zam zılline mazhar bir mü’minin, kendi kābiliyeti i‘tibâriyle, kemiyetçe bir nebînin feyzî kadar sevap alabileceği’’ meselesinde Sevgili Peygamberimizin (sav) getirdiği iman ve Kur’an hakikatlerinin varisleri olarak O’nun (sav) açmış olduğu nurani caddede yüz binlerce seçkin kullar, evliya ve asfiyâ makamlarına çıkmışlar ve çıkmaktadırlar. Peygamberimiz (sav) ism-i a’zama mazhar olduğu için bu nuranî caddede giden mü’minler de ism-i a’zamın tecellilerine asıl itibariyle olmasa da gölgesine ve feyizlerine verâset-i Ahmediye (asm) itibariyle mazhar olarak kabiliyetleri miktarınca kemiyyeten bir feyiz ve sevap kazanabilmeleri mümkündür.
Bir peygamberle, Peygamberimizin varislerinden olan bir veli ya da muttaki bir mü’minin sevaplarını hakiki olarak kıyaslamamız elbette mümkün değildir. Bu tür rivayetlerdeki teşbihlerle, bildiklerimizle bilemeyeceklerimizi anlamak adına bir kıyaslama yapılmaktadır. Yani maksat; bizim malumumuz olup tahmin edebildiğimiz sevap ölçüsüyle meçhûlümüz olan yani bilemediğimiz hakiki ecir ve savapları bir nebze olsun anlayabilmektir.
Deniz yüzü ile su katresinin, güneşin yansımasını göstermeleri bakımından farkları yoktur. Aynı güneşi aynı hususiyetleri ile yansıtırlar. Fark keyfiyettedir. Denizin kabiliyeti ile katrenin kabiliyeti elbette kıyasa gelmez. Öyle de, bir peygamberin deniz gibi olan ruh aynasında aks eden sevabın mahiyeti ile bir mü’minin katre hükmünde olan ruh aynasına aks edip tecelli eden sevabın mahiyeti aynıdır. Mâhiyetçe ve kemiyetçe birdirler. Keyfiyet ise, tamamen kabiliyete tâbidir. 1 gr elmas ile 1 gr kömür kemiyetçe, ağırlık olarak eşittir. Mahiyetleri yani kimyasal yapıları itibariyle de aynıdır. Ancak keyfiyeten yani değer ve kıymet olarak aralarında çok büyük bir fark vardır ve asla kıyaslamaya gelemezler.
Son olarak Hz Üstadın aynı metindeki ifadeleriyle cevabımızı tamamlamış olalım; ‘’Hem de sevap ve fazîlet, nûr âlemindendir. O âlemden bir âlem, bir zerreye sığışabilir. Nasıl ki bir zerrecik bir şişede, semâvât, nücûmuyla (yıldızlarıyla) beraber görünebilir. Öyle de, niyet-i hâlisa ile, şeffafiyet peydâ eden bir zikirde veya bir âyette, semâvât gibi nûrânî sevap ve fazîlet yerleşebilir.’’ (Sözler, 139)
Demek bu tarz rivayetlerde kastedilen sevaplar; imkân itibarıyla genellik ifade eden ancak gerçekleşme itibarıyla herkesi kapsamayan ve sadece dünyevî nazarla bizim tahmin edebildiğimiz sevaplardır. Hakiki miktarları değildir. Teşviğin muhatabı olan kişinin zihin ve hayal dünyasında hayal ettiği sevaplara ait miktarın verileceğidir. Sevap ve faziletin nur âleminden olduğuna vurgu yapan Bediüzzaman Hazretleri, nur âleminde bir âlemin, bir zerreye sığışabileceğini belirtir. Onun ifadesince, nasıl ki bir zerrecik şişede, semâvât gökteki yıldızlarla beraber görünebilir. Öyle de, halis bir niyet ile şeffaflık kazanan bir zikir veya âyet içinde gökler büyüklüğünde nurânî sevap ve fazilet yerleşebilir.
Ayrıca bakınız;
https://risale.online/soru-cevap/yasin-suresinin-harfleri