Dinimizin, Kur’ân’dan sonra ikinci ana kaynağı Peygamber Efendimiz’in (sav) hadisleridir. Bir Müslüman’ın, hadis âlimlerince sahih olarak kabul edilen bir sözü sırf kendi aklına sığmadığı için inkâr etmesi, İslâm ile asla bağdaşmaz. Nitekim Rabbimiz birçok ayetinde bu gerçeğe dikkat çekmiştir:
"Kim peygambere itâat ederse, böylece muhakkak Allah’a itâat etmiş olur." 1
"Ve şübhesiz ki sen, elbette dosdoğru bir yola rehberlik ediyorsun. Göklerde ne var, yerde ne varsa kendisinin olan Allah’ın yoluna! Dikkat edin! (Bütün) işler ancak Allah’a döner." 2
"Eğer (o peygamber), bize isnâd ederek bazı sözler uydursaydı, (biz) onu mutlakā kuvvet(li bir azab)la yakalardık! Sonra elbette onun can damarını keserdik!" 3
"Ve (o, nefsinin) arzu(sun)dan konuşmuyor! O (söyledikleri) bildirilen vahiyden başka bir şey değildir." 4
Bu ayetler açıkça gösteriyor ki, Peygamberimizin sahih hadislerini inkâr etmek, kişinin imanını tehlikeye düşürebilir.
Ne Kur’ân’da ne de sahih hadislerde akla gerçekten ters düşen bir şey bulunması mümkün değildir. Çünkü akla ters demek, gerçeğe uymayan, yanlış bir şey demektir. Oysa Cenâb-ı Hakk'ın son dini olan İslâm, böyle bir eksiklikten tamamen uzaktır. Zira Allah, hem kitabını hem de Resulünü koruyacağını bizzat vaat etmiştir:
"Muhakkak ki o Zikr’i (Kur’ân’ı) biz indirdik ve muhakkak onu koruyucu olan da elbette biziz!" 5
“Ve Allah, seni insanlardan muhâfaza edecektir.” 6
Müslüman’ın görevi, Kur’ân ve sünneti, yani hadisleri, şüphe duymadan kabul etmektir. Önce doğruluğunu tasdik etmeli, sonra anlamaya çalışmalıdır. Eğer kendi aklıyla kavrayamazsa, tefsir ve hadis kaynaklarına başvurmalıdır. Buna rağmen tatmin edici bir cevap bulamazsa, yine de sarsılmamalı ve “Ben bilemesem de elbette bir izahı vardır” demelidir.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu konuda şöyle der:
“Aklın hilâf-ı hakîkat gördüğü bir hadîsin inkârına kalkışma. “Ya bir tefsîri, ya bir te’vîli, ya bir ta‘bîri vardır” de, ilişme.” 7
Üstad Hazretleri bununla ilgili şöyle bir örnek verir:
Bir vakit bir vakit huzûr-u Nebevîde, derin bir ses işitildi. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti ki, “Bu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp da, ancak bu dakika cehennemin dibine düşen bir taşın gürültüsüdür.” İşte bu hadîsi işiten, hakîkate vâsıl olmayan, inkâra sapar. Halbuki yirmi dakika o hadîsten sonra kat‘iyen sâbittir ki, biri geldi, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a dedi ki: “Meşhur münâfık, yirmi dakika evvel öldü.” Yetmiş yaşına giren o münâfık, cehennemin bir taşı olarak bütün müddet-i ömrü tedennîde, esfel-i sâfilîne, küfre sukūttan ibâret olduğunu, gayet belîğāne bir sûrette Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm beyân etmiştir. Cenâb-ı Hakk, o vefat dakikasında o sesi işittirip ona alâmet etmiştir. 8
Buradan da anlaşılacağı üzere ilk bakışta akla ters gibi görünen hadislerde mutlaka bir açıklama vardır. Mümin’e düşen görev; inkâr değil teslimiyet, reddetmek değil anlamaya çalışmaktır.
Nisâ, 4/80
Şûrâ, 42/52-53
Hâkka, 69/44-46
Necm, 53/3-4
Hicr, 15/9
Mâide, 5/67
Bediüzzaman Said Nursi, sözler, Hayrat Neşriyat, Isparta 2016, s. 140
Bediüzzaman Said Nursi, sözler, Hayrat Neşriyat, Isparta 2016, s. 133