Soru

Kardeş Katli ve Adalet-i İzafiye

Osmanlı padişahlarının kardeşlerini haksızca katlettiği söyleniyor. Osmanlı şeriatle yönetilen bir devlet olduğuna göre kimden fetva almışlar. O zamanın Şeyhülislamı veya alimleri neye dayanarak fetva vermiş?

Tarih: 1.12.2021 13:31:02
Okunma: 1193

Cevap

Adalet-i mahzâ: mutlak adalet, yani umumun menfaati için tek bir ferdin menfaati bile haleldar edilemeyen adalettir.
Bir masumun hakkı, bütün halk için dahi ibtal edilmez. Bir ferd dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenab-ı Hakk'ın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için ibtal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına rızasıyla olsa, o başka mes'eledir.

Adalet-i izafiye ise: Küllün selâmeti için, cüz'ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmağa çalışır. Fakat adalet-i mahza kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez, gidilse zulümdür." (15. Mektub)

 

“Osmanlılarda hükümet her icraatında, bunun mevcut hukuka uygun olup olmadığını hukukçu âlimlere sorarak onlardan fetvâ alırdı. Ulemâdan fetvâ sormak, mecburî değil, istişârî olmakla beraber, hükümet tasarruflarının meşruluğunu göstermesi bakımından çok ciddiye alınmış ve devletin sonuna kadar aksatılmadan tatbik edilen bir usûl olmuştur. Şehzâde idamlarının da hukuka uygun olduğu yolunda zamanın hukukçu âlimleri mütâlaa vermiştir.

Bunlardan bazılarının karşı çıkması bu tatbikatın gayrimeşru olduğunu göstermez. Çünki Peygamber efendimiz, hukukçu âlimlerin amelî meselelerdeki ihtilâfının, ümmete rahmet olduğunu söyler. Dolayısıyla bir meselede hukukçu âlimlerin görüşleri farklı olabilir. Birinin cevaz verdiği işe diğeri cevaz vermeyebilir. Bu durumda söz konusu görüşlerden birine uyanın yaptığı iş meşru olur. Çünki ictihad ile ictihad nakzolunmayacağı, yani bozulmayacağı, Mecelle kaidesidir. Kaldı ki bir iş hakkında fetvâ sorulmamış olsa bile, zamanın ulemâsının bu işe itirazda bulunmamaları,onu zımnen tasvip ettikleri mânâsına gelir. Ulemâ, hukuka aykırı gördükleri en küçük hâdisede, Yavuz Sultan Selim gibi celâlli bir padişaha bile itiraz ve ikazda bulunmaktan çekinmemişlerdir. Aynı zamanda her birisi büyük birer hukukçu olan tarihçiler, bu arada İbni Kemal (1534) gibi müftiyyü's-sekaleyn diye tanınan, kazaskerlik ve şeyhülislâmlık gibi ilmiye sınıfının en üst makamlarına çıkmış büyük bir hukukçu ve tarihçi âlim, bu şehzâde idamlarının, siyasî bakımdan doğru olduğu gibi, hukuken de meşru olduğunu açıkça ifade etmiştir. Yine Tarih-i Saf müellifi kazasker Bostanzâde Yahya Efendi (1639) de Sultan III. Mehmed'in kardeşlerini nizâm-ı âlem için öldürmesini hukukçu bir âlim sıfatıyla tasvib etmektedir31. Osmanlı hukukçu ve tarihçisi Nişancızâde Mehmed Efendi (1622), Şehzâde Yakub'un, saltanat vârisleri halk için zararlı şeyler yapabilir gerekçesiyle idam edildiğini söylüyor. Bu hukukçular, şayet bu idamlar hukuka aykırılık teşkil etseydi, zulme rızanın da zulüm olduğunu bilmeyecek kimseler değildi.
İşin bir başka yönü de, şehzâde katlinin tatbikindeki isteksizliktir. Nitekim Yavuz Sultan Selim, padişah olduktan sonra kardeşi Korkut'u öldürtmeyip, hatta kendisine Manisa ve Midilli vâliliğini vermiştir. Osmanlı padişahlarının dinî ve hukukî prensiplere, geleneklere gösterdikleri bağlılık bir yana; içlerinde tahta çıkmakta isteksizlik gösterenleri, tahttan feragat edenleri, tahttan indirilmeyi tevekkül ve rıza ile karşılayanları az değildir. Osman Gazinin vefatında büyük oğlu Alaeddin Paşanın (1333) kardeşi Orhan Gaziye padişah olması yolundaki ısrarları şâyân-ı hayrettir. Sultan II. Murad iki defa tahttan feragat etmiştir. Sultan İbrahim'in tahta geçerken gösterdiği istiğnâ ve oğlu Sultan IV. Mehmed'in tahttan indirildiğinde gösterdiği dikkat çekici tevekkül, kaynaklarda geçmektedir.

Hâdiseler, geçtikleri ve tarihî şahsiyetler de yaşadıkları zaman ve zemindeki şartlardan ayrı olarak ele alınırsa; büyük hatalara düşmek kaçınılmazdır. Bu sebeple her şeyi, yeri ve zamanını göz önünde tutarak değerlendirmek gerekiyor. Osmanlı tarihine ideolojik yaklaşımlarla, kardeş katli tatbikatını hemen hunharlık ve vahşilik, en azından egoizm olarak vasıflandırmak, meseleyi izah etmekten çok uzaktır. Nitekim, kardeş katlini sevimsiz ve hatta gayrımeşru görmekle beraber, Osmanlı Devleti'nin bekası bakımından faydalı bulanlar da çoktur.
Şehzâde katlinin hukukî temellerini İslâm hukukunun umumî prensipleri arasında bulmak da mümkündür. Nitekim Şeyhülislâm Hoca Sadeddin Efendi ve tarihçi vezir Karamanî Mehmed Paşa (1481), bu prensipleri kardeş katlinin hukukî delili olarak serdediyorlar26. Bu prensipler, asırlar sonra hazırlanan Osmanlı medenî kanunu Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye'nin Kavâid-i Külliyye başlığı altındaki ilk yüz maddesinde yer almaktadır:
Madde 26: "Zarar-ı âmmı def için zarar-ı hâs ihtiyar olunur" (Umumî zararı gidermek, kamunun, çoğunluğun zarara uğramasını önlemek için hususî zarar tercih edilir).
Madde 27: 4kZarar-ı eşedd, zarar-ı ehaff ile izâle olunur" (Şiddetli bir zararı gidermek için daha hafif bir zarara başvurulabilir).
Madde 28: "İki fesad teâruz etdikde ehaffi irtikab ile a'zamının çaresine bakılır" (İki kötülükle karşı karşıya gelindiğinde, hafif olanı işlenerek büyük olanının giderilmesine çalışılır).
Madde 29: "Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur" (İki kötülükten birini işlemek zorunda kalındığı zaman, hafif olanı tercih edilir).
Madde 30: "Der-i mefâsid, celb-i menâfiden evlâdır" (Kötülüklerin giderilmesi, iyiliklerin elde edilmesinden önde gelir).
Madde 58: "Raiyye,yani teb'a üzerine tasarruf maslahata menutdur" (Hükümdarın teb'ası üzerindeki tasarrufları, umumun menfaatine bağlıdır).

Burada bir sual vârid olabilir: Madem ki Mecelle medenî kanundur; öyleyse hususî hukuka dair meselelere tatbik edilir; bu maddelerde kasdedilen de mala dair zararlar olup şahsa verilen zararlar değildir. Bu suale son devrin en büyük hukukçularından Mahkeme-i Temyiz Reisi Ali Haydar Efendi (1937), Mecelle'nin en mükemmel şerhlerinden biri olan Dürerü'l-hükkâm adlı kitabında cevap veriyor ve bu küllî kaidelerin İslâm hukukunun yalnız muamelat değil, ibâdet, evlilik ve ceza gibi diğer kısımlarına da şâmil olduğunu ifade ediyor. Fıkıh kitaplarında konuyla alâkalı bir misal zikredilir: Düşman, Müslümanların üzerine taarruz etmiş ve bir takım Müslüman esirleri de siper yapmıştır. Atış yapılmadığı takdirde ülke düşman eline geçeceğinden bu siper edilen günahsız Müslüman esirlere, düşmana niyet ederek atış yapılır. Bunda maslahat, yani umumun menfaati vardır. Halbuki suçsuz bir Müslümanın katli caiz değildi. Sonra da düşmana atış yapılarak bertaraf edilir. Ancak eğer bu Müslüman esirler ölmesin diye atış yapılmadığı takdirde, bu sefer düşman ülkeyi işgal edecek, ülke halkıyla beraber neticede bu esirleri de öldürecektir.
İki türlü adalet telâkkisi vardır. Bunlardan adalet-i mahzâ da denilen mutlak adalet prensibine göre umumun menfaati için tek bir ferdin menfaati bile haleldar edilemez. Yukarıda geçen Mecelle prensipleri ise adalet-i izâfiyeyi göstermektedir. Bazen şartlar, adalet-i mahzâ yerine adalet-i izâfiyenin tatbikini icab ettirir. Şehzâde katli de bu çerçevede gerçekleşmiştir.”(Ekrem Buğra Ekinci,Osmanlı Hukukunda Kardeş Katli Meselesi, Prof. Dr.Fikret Eren'e Armağan, Yetkin Yayınları, s.1013-1015)

 

Ayrıca Bakınız

https://risale.online/soru-cevap/adalet-i-izafiye


Yorum Yap

Yorumlar