Soru

İnsandaki Azaların Elem ve Lezzetleri / 2. Lem'a

2.Lem’ada geçen; "Ve o makine-i insaniyede yüzer âlet var. Her birinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazîfesi ayrı, mükâfâtı ayrıdır." cümlesini açıklar mısınız?  Nasıl insandaki her âletin elemi ayrı lezzeti ayrıdır?

Tarih: 13.05.2024 18:41:06
Okunma: 196

Cevap

Bu sualinizin cevabını, Sözler mecmuasında bulunan, 6. Söz isimli risaleden verelim.

Bediüzzaman Hazretleri burada insana verilen a’zâ ve duyguların nefis hesabına kullanıldığında elem ve ızdıraplarla dolu olacağını anlatır. Allah namına kullanıldığında ise hem bu dünya da hem de cennette kişiye daimi bir zevk vereceğini izah etmiştir.

6. sözde şöyle geçer:

“Her a‘zâ ve hâsselerin kıymeti birden bine çıkar. Meselâ, akıl bir âlettir. Cenâb-ı Hakk’a satmayıp, belki nefis hesabına çalıştırsan, öyle meş’ûm ve müz‘ic ve muacciz bir âlet olur ki, geçmiş zamanın âlâm-ı hazînânesini ve gelecek zamanın ehval-i muhavvifânesini senin bu bîçâre başına yükletecek, yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner."

Burada akıl gibi bir âletin tamamen dünyevi hevesler için kullanıldığında insana vereceği ızdıraptan bahseder.

İnsan, hayatı boyunca bazen mutluluklar bazen de üzüntülerle muhatap olur. Dünya hayatı bütünüyle düşünüldüğünde her zaman mutlu olamıyoruz. Bu durumu bazen kendi verdiğimiz kararlar neticesinde yaşıyoruz. Bazen de bir başkasının müdahalesi ile yaşıyoruz. Şahsi kararlarımızdan dolayı geçmişte yaptığımız hatalar veya günahlar her ne kadar mazide kalmış olsa da, hatırımıza geldiği anda pişmanlıklar ve eseflerle üzülüyoruz. Yine aynı akılla verdiğimiz güzel kararlar neticesinde, geçmişte yaptığımız güzel bir amel hatırımıza geldiği zaman mutlu oluruz. Nihayetinde her iki durumu kendi aklımız ve fikrimizle ölçüp biçip karar vermiş oluyoruz.

Akıl, insana verilmiş cihâzâtların içerisinde en büyüğüdür. İnsan, Kur’ân ve sünnet-i seniyenin nuruyla istikamette kalabilir. His ve hevesle hareket eden, Kur’ân ve sünnet-i seniye ölçüsünde hareket etmeyip sürekli nefsani arzuların peşinde olan bir akıl, kişiyi hatalara sevk eder. Hataların neticesinde pişmanlık duyar. Nihayetinde böyle bir akıl, Cenâb-ı Hakk’ın istediği şekilde istikameti bulamadığı için vahim neticeleri olur.

"İşte bunun içindir ki, fâsık adam, aklın iz‘âc ve ta‘cîzinden kurtulmak için gāliben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar."

Yani daima günahlarla iç içe olan bir adam, aklın gereği olan doğruluğu ve güzelliği yapmadığı için kendisini rahatsız edici vicdani ızdıraplarını ya da korkularını azaltmak ister ve bunun için de sarhoşlukla veya haram eğlencelerle azaplarından kurtulmak ister.

"Eğer Mâlik-i Hakîkî’sine satılsa ve onun hesabına çalıştırsan, akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinâtta olan nihâyetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sâhibini saadet-i ebediyeye müheyyâ eden bir mürşid-i Rabbânî derecesine çıkar."

Yukarıda bahsettiğimiz vicdânî rahatsızlıkları meydana getirecek bir akla sahip olmayıp, Allah’ı tanıyan ve O’nu razı etmeye gayret eden bir akla sahip olunsa; bu defa aynı cihâzât onu verenin de maksadına uygun kullanıldığı için kişiyi saadete sevk eden, ızdıraplarla boğulmak yerine ilimle, evrâd ve ezkar ile meşgul olup lezzet alan bir cihaz haline gelir. İşte böyle bir akıl ızdırap veren değil lezzet veren bir cihaz halini alır.

Bir misalde şöyle verelim. Yine altıncı sözde geçtiği gibi…

"Meselâ göz bir hâssedir (duygu organıdır) ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakk’a satmayıp, belki nefis hesabına çalıştırsan, geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyir ile, şehvet ve heves-i nefsâniyeye bir kavvâd derekesinde bir hizmetkâr olur."

Göz bize verilen ehemmiyetli bir duygu organıdır. Ruhumuz dış dünyayı bu organımız sayesinde izler ve lezzet alır. Cenâb-ı Hakk bu organımızla bizim hem işlerimizi görmemizi hem de mevcudata bakıp tefekkür ederek lezzet almamızı murad etmiştir ki bu sayede O’na olan muhabbetimiz artsın. Fakat bu gayeyi bilmeyen ya da ehemmiyet vermeyen cahil insan, gözünü sadece kendi nefsani arzuları için kullanarak ve devamı olmayan hem de bitecek bazı lezzetleri izlediği için o göz organı nefsin hesabına çalışan, kötü istekleri yerine getiren arsız bir organ olur. Bu o cihazımızın verilme sebebine terstir.

"Eğer gözü, gözün Sâni‘-i Basîr’ine satsan ve onun hesabına ve izni dâiresinde çalıştırsan, o zaman şu göz şu kitâb-ı kebîr-i kâinâtın bir mütâlaacısı ve şu âlemdeki mu‘cizât-ı san‘at-ı Rabbâniyenin bir seyircisi ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübârek bir arısı derecesine çıkar."

Eğer gözü kendi nefsani arzularımızın hesabına çalıştırmayıp bize onu verenin razı olacağı işlerde kullanmış olursak; şu yüksek vazifeleri yerine getiren bir cihaz ve memur olur.

1. Kitâb-ı kebîr-i kâinâtın bir mütâlaacısı: Yani şu içinde yaşadığımız büyük kâinatın araştırmacısı, onu okuyup anlamaya çalışan bir mütefekkir, gördüğü muhteşem düzendeki güzellik karşısında onları yaratanı bulan bir gözlemci ve bu âleme niçin gönderildiğini anlayan irfan sahibi bir memur olur…

2. Şu âlemdeki mu‘cizât-ı san‘at-ı Rabbâniyenin bir seyircisi: Yani varlık âleminde meydana gelen olaylardaki mucizevi hadiseleri okuyan bir cihaz olur.

Mesela: gökyüzünde acâib şekilde meydana gelen hadiselere bakar; bir yandan bulutları, sonra o bulutların içinden çıkan gök gürültüsü denilen şiddetli sesleri ve aşağıya doğru inmeye başlayan yağmur damlalarını seyreder. O bulutların bir yerden arş emri almış, intizamlı bir ordu gibi hareket ettiğini izler. Bu olayların kendi başına olamayacağını tefekkür eder. Bu vesile ile göz, ince bir sanatla yaratılan mevcudatın sevimli seyircisi olur…

3. Küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübârek bir arısı derecesine çıkar.

Yani, Allah’ın rahmetinin tecellisi olan çeşit çeşit çiçeklere bakar. Renklerinden ve şekillerinden hayranlıkla seyre dalar. Kokusu ayrı, rengi ayrı, şekli ayrı ve bunların hepsinin tek bir madde olan topraktan nasıl meydana gelebileceğini irdelemeye başlar. Binlerce varlığın tek bir maddeden (topraktan) varoluşunu akılsız, şuursuz ve kudretsiz toprağa veremez. Her şeyin sahibi olan Allah’ın bu kadar şeyleri mükemmelen yaptığını feyz içinde idrak eder ve hayretle hamd ederek lezzet alır…

Bir misal de dil için verelim…

"Meselâ dildeki kuvve-i zâikayı, Fâtır-ı Hakîm’ine satmazsan, belki nefis hesabına mide nâmına çalıştırsan, o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukūt eder."

Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı bütün yiyecek ve içecekleri anlayacak bir kabiliyete sahip olan cihâzâtımız dildir. Dil hem konuşmak hem de nimetlerdeki lezzetleri tatmaya yarayan bir uzvumuzdur. Dilin üzerinde bulunan 8 ila 10 bin kadar tarayıcı hücreler ne kadar özel ve mükemmel bir âlet olduğunu ispat eder. Bu kadar özellikte yaratılmış olan bu âlet, vücud varlığını giyen insanın, sadece midesine hizmet için verilmemiştir! İnsan sürekli zevk almak için yer ve içerse bir müddet sonra dil o insanın midesine gidecek gıdaları kontrol eden kapıcı gibi olur. Kapıcıyı daima lezzetli şeylere alıştıran insan hep onun istediğini vermekle midesine zulmetmiş olur. Zira mide gücü yeteceği kadar gıda isterken, sürekli lezzete alışmış olan dilin gönderdiklerini hazmetmeye çalışan bir makine gibi olur. Haliyle hiç durmadan çalışan bu makine bir yerde arıza verir. Dil lezzete mübtela olursa mide de ızdıraba düşer. Netice olarak dil nefis hesabına hareket ettiği için insanın bu yolla rahat bir nefes alması mümkün olmaz.

"Eğer Rezzâk-ı Kerîm’e satsan, o zaman dildeki kuvve-i zâika, rahmet-i İlâhiye hazinelerinin bir nâzır-ı mâhiri ve kudret-i Samedâniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar."

Yukarıda bahsettiğimizin tam tersine hareket ederek dili Cenâb-ı Hakk hesabına kullanırsak o zaman bu cihâzâtımız:

1. Rahmet-i İlâhiye hazinelerinin bir nâzır-ı mâhiri olur. Yani, Rabbimizin kendisine teşekkür etmek üzere bizler için yarattığı çeşit çeşit leziz güzelliklerin mahir bir tadıcısı olur. Allah’ın rahmet hazinesinin ne kadar geniş ve mükemmel rızıklarla dolu olduğunu bu defa dil ile tadarak anlar ve sonra şükreder.

2. Kudret-i Samedâniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar.

Yani, bu muhteşem lezzetlerin sadece mide için verilmediğini; kendisini tanıtmaya ve sevdirmeye çalışan cömert bir zatın mutfağında bulunan yiyecek ve içeceklerin gözlemcisi olduğunu anlar. Bu mutfak öyle bir mutfaktır ki her hangi bir insanın kudreti ve kuvveti böyle bir mutfağı hazırlamaya yetmez. Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve kuvveti ile bütün bağ, bahçe, tarla ve bostan gibi yerlerde pişmiş gibi hazır gıda maddelerinin yetiştirildiği yerlerdir. İşte bunları temâşâ eder, imanı ziyadeleşir ve lezzet alır.

Hülasa;

Göz, kulak, el, ayak, dil ve kalb vs. gibi insanda bulunan yüzlerce âlet yani cihâzâtlarımız var. Bu cihâzâtların gördüğü işler ayrı ayrı olduğu için hissettiği acılar ve lezzetlerde buna göre ayrı ayrıdır.

Göz baktığı bir güzellikten lezzet aldığı gibi kulak da işittiği güzel bir sesten, gözden daha farklı bir lezzet alır. Her ikisinin ayrı ayrı işler görmesi, alacağı lezzetler ve ızdırapları da farklı kılmıştır. Buna göre bütün vücudumuzu kıyas edebiliriz.


Yorum Yap

Yorumlar