Soru

20. Lema'nın 1. Noktası'nın 1. Sebebi'nin Şerh ve İzahı

20.Lema' nın 1. Noktası'nın 1. Sebebi'ni izah eder misiniz?

Tarih: 14.12.2024 22:51:43

Cevap

Birinci Sebeb: Ehl-i hakkın ihtilâfı hakîkatsizlikten gelmediği gibi, ehl-i gafletin ittifâkı da hakîkatdârlıktan değildir.

Ehl-i hakk’ın ittifak edemeyip, birbirleriyle ihtilafa düşmeleri onların yanlış ve hakikatsiz bir mesleklerinin olmasından değildir. Ehl-i dünya, ehl-i gaflet, ehl-i dalalet (hakikatten uzak olanlar) ve ehl-i nifak (münafıklar) arasındaki ittifak da haklılıktan veya hakikatin peşinde olmaktan kaynaklanmamaktadır.

Belki, ehl-i dünyânın ve ehl-i siyâsetin ve ehl-i mekteb gibi hayat-ı ictimâiyenin tabakātında birer muayyen vazîfe ile ve hâs bir hizmetle meşgul olan tâifelerin ve cemâatlerin ve cem‘iyetlerin vazîfeleri taayyün edip ayrılmış. Ve o vezâif mukābilinde alacakları maîşet noktasındaki maddî ücret ve hubb-u câh ve şân ve şeref noktasında teveccüh-ü nâstan (Hâşiye 1) alacakları ma‘nevî ücretleri taayyün etmiş, ayrılmış. Müzâhame ve münâkaşayı ve rekābeti intâc edecek derecede bir iştirâk yok. Onun için, bunlar ne kadar fenâ meslekte de gitseler, birbiriyle ittifâk edebilirler.

Bu grupların her birinin hayat içinde belirlenmiş, dünyevî ve maddî vazifeleri vardır. İş bölümü yapılmış, maddî ve manevî menfaatler belirlenmiş ve herkes bu vazife çerçevesinde hareket etmektedir. Rekabet ortamı doğuracak bir karışıklık veya müzahame (sıkışıklık) söz konusu değildir.

Ehl-i Dünya ve Ehl-i Gafletin İttifak Sebebi

Ehl-i dünya (dünyevî işler peşinde koşanlar) ve ehl-i siyaset (siyasi işlerle uğraşanlar), toplumdaki rollerinin netleşmiş olması sebebiyle birbirleriyle çatışmazlar. Her biri, belirli bir görevde, belli bir hedef doğrultusunda ilerler.

Örneğin: Ehl-i dünya, kazanç peşinde koşarken; siyasiler şan ve şeref, ehl-i mektep ise ilim veya meslekî bir hizmetle meşguldür. Herkesin hedefi ve alacağı maddî ve manevi ücret bellidir. Dolayısıyla, ihtilafa yol açacak bir sebep bulunmamaktadır. Bu yüzden ne kadar yanlış bir yolda olurlarsa olsunlar, bu gruplar rekabetsiz bir şekilde ittifak edebilirler.

Bu grupların ittifakı bir hakikat arayışından değil, menfaatlerin ve görev dağılımının net olması sebebiyle ortaya çıkar. Dünyaya ait çıkarlar söz konusu olduğunda, farklı fikirlerde de olsalar rahatlıkla birleşebilirler. Menfaatleri icabı, aralarındaki ihtilafı bir kenara koyarak ortak çıkarlar etrafında birleşirler. Çünkü onların hedefleri maddîdir ve bu hedefler dünyaya dair fayda sağlamaktır. Menfaatperestlik, aralarındaki ittifakı kolaylaştırır. Dünya malı, makam, şöhret gibi menfaatler, ihtilafı unutturur. Bu tür toplulukların ittifakı, aslında bir menfaat ittifakıdır.

Ama ehl-i dîn ve ashâb-ı ilim ve erbâb-ı tarîkat ise, bunların herbirinin vazîfesi umuma baktığı gibi, muaccel ücretleri de taayyün ve tahassus etmiyor ve her birinin makam-ı ictimâîde ve teveccüh-ü nâsta ve hüsn-ü kabûldeki hisseleri de tahassus etmediğinden, bir makama çoklar nâmzed olur. Ve maddî ve ma‘nevî her bir ücrete, çok eller uzanabilir. O noktadan müzâhame ve rekābet tevellüd edip, vifâkı nifâka, ittifâkı ihtilâfa tebdîl eder.

Vazifelerin Umuma Bakması

Ehl-i din (din adamları), ashab-ı ilim (âlimler) ve erbab-ı tarîkat (tasavvuf ehli) gibi grupların hizmet alanları geniş ve umumi olduğu için, herkesin görev sahası net çizgilerle ayrılmamıştır.

Örneğin bir âlim, toplumun her kesimine hitap eder; bir mürşid veya din adamı da geniş bir topluluğa rehberlik eder. Bu durum, herkesin benzer bir alanda çalışmasına ve birbirleriyle doğal bir rekabet içine girmesine neden olabilir.

Dolayısıyla maddî ve manevî hizmet alanları iç içe geçmiştir ve vazife sahaları ayrışmamıştır. Bu, hizmette müzahameye (çarpışmaya) ve rekabete sebep olur.

Muaccel (Pek Hızlı) Ücretlerin Belirgin Olmaması

Ehl-i dünya ve ehl-i siyasetin ücretleri (maddi kazanç, makam, şöhret) açık ve net olduğu için bu alanlarda görev paylaşımı rahattır. Fakat Ehl-i din, ilim ehli ve tarikat erbabının maddî ücretleri ya da manevî karşılıkları (sevap, halkın teveccühü, makam, itibar) belirgin değildir.

Bu grupların hizmetleri ve gayretleri için maddî bir karşılık değil, manevî bir teveccüh söz konusudur. Ancak bu teveccüh, herkes tarafından arzulanır ve bir makam için birçok kişi namzet (aday) olabilir.

Birçok Elin Aynı Şeye Uzanması

Ehl-i hak olanların hedefi, maddî değil manevî ve uhrevîdir. Onların gayesi Allah rızasını kazanmak, hakikate hizmet etmek ve insanları irşad etmektir. Bu hedefler yüksek ve kutsal olduğu için, bazen herkes bu gayeye ulaşmanın kendi yoluyla mümkün olduğunu düşünebilir.

Dinî hizmet, sadece bir şahıs veya belirli bir grup için değil, tüm insanlara yönelik bir hizmettir. Bu yüzden her bir grup veya şahıs, “ben daha fazla hizmet edebilirim” düşüncesiyle hakka sahip çıkmaya çalışır. Bu da rekabeti artırır. Bu rekabet, bir hakikatsizlikten değil, hakikate daha fazla sahip çıkma gayretinden doğar.

Rekabet ve İhtilafın Doğması

Bir makama veya bir hizmete çok kişinin talip olması, nefis devreye girdiğinde müzahame (yer kapma çabası) ve rekabet doğurur. Bu rekabet, vifakı (birliği) nifaka (ayrılığa) çevirir. İttifakı ihtilafa dönüştürür. Kişiler, hakikate hizmet etme gayesiyle başladıkları yolda, gurur ve enaniyet sebebiyle birbirlerini kıskanabilir, küçük görebilir veya kendini öne çıkarmaya çalışabilirler. Böylece, hizmette birlik bozulur ve hizmet engellenir.

Şeytan, ehl-i dalaleti kendi hallerinde bırakır, çünkü onlar zaten doğru yoldan sapmışlardır. Ancak ehl-i hak ve vifak üzerinde daha çok uğraşır. Çünkü onların birliği, hakikatin yayılmasına ve insanların doğru yolu bulmasına sebep olacaktır.

Şeytan bu birliği bozmak için, nefsi ve gururu kullanır. Böylece hak ve hakikati savunanlar arasında ihtilaf çıkarır. Bu ihtilaf:

“Benim fikrim daha doğru”,

“Benim yolum hakikate daha uygun”,

“O benden daha aşağıda” gibi düşüncelerle beslenir.

Aslında ehl-i hak için ittifak bir zorunluluktur, çünkü hakikat tektir ve ona ulaşmanın yolu dayanışma ve birlikten geçer. Ancak nefis ve şeytanın araya girmesi, bu ittifakı zorlaştırır.

İşte bu müdhiş marazın merhemi ve ilacı, ihlâstır. Yani hakperestliği nefisperestliğe tercîh etmekle ve hakkın hâtırı, nefsin ve enâniyetin hâtırına gālib gelmekle اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلَي اللّٰهِ sırrına mazhar olup, nâstan gelen maddî ve ma‘nevî ücretten istiğnâ (Hâşiye2) etmekle وَمَا عَلَي الرَّسُولِ اِلَّا الْبَلَاغُ sırrına mazhar olup, hüsn-ü kabûl ve hüsn-ü te’sîr ve teveccüh-ü nâsı kazanmak noktalarını Cenâb-ı Hakk’ın vazîfesi ve ihsânı olduğunu; ve kendi vazîfesi olan teblîğde dâhil olmadığını ve lâzım da olmadığını ve onunla da mükellef olmadığını bilmekle ihlâsa muvaffak olur. Yoksa ihlâsı kaçırır.

Bu Dehşetli Hastalığın İlacı; İhlas

Bediüzzaman Hazretleri, bu büyük marazın (hastalığın) tek çözümünü ihlas olarak göstermektedir.

İhlas: Amelde sadece Allah rızasını gözetmektir. Kişi, hizmetinde herhangi bir maddî veya manevî karşılık beklemeden, sadece Allah’ın rızasını hedeflerse bu rekabet ortadan kalkar.

İhlasın Neticesi:

Rekabet yerini kardeşliğe bırakır. Enaniyet ve benlik duygusu kaybolur. İnsanlar birbirini rakip değil, hizmette kardeş ve yardımcı olarak görür.

Bu müthiş hastalığın merhemi ise ihlastır. İhlas ile kişi, Allah rızası dışında hiçbir hedef gözetmez ve hizmette kardeşliği esas alır. Böylece nifak ve ihtilaf yerini, ittifak ve birliğe bırakır.

Hakperestliği Nefisperestliğe Tercih Etmek

Hakperestlik: Hakkı üstün tutmak, hakikati her şeyin üstünde görmek demektir.

Nefisperestlik: Kendi nefsini, menfaatlerini ve enaniyetini (benlik duygusunu) öne çıkarmak demektir.

Kişi, nefsinin isteklerini ve enaniyetini bir kenara bırakıp hakkı üstün tuttuğunda ihlasa muvaffak olabilir. Yani insan, kendi arzusunu, şöhretini veya çıkarını değil, sadece hakikati ve Allah rızasını gözetmelidir.

Hakkın Hatırını Üstün Tutmak

“Hakkın hatırı âlidir, hiçbir hatıra feda edilmez.”

Bu söz, kişinin hakikat karşısında nefsini, gururunu veya çıkarlarını bir kenara bırakmasını ifade eder.

Hakkın hatırı galip geldiğinde, insan hak için mücadele eder ve şahsî duygularından sıyrılır. Böylece Allah’ın rızasını kazanabilir.

Maddî ve Manevî Ücretten İstiğna Etmek

“اِنْ اَجْرِىَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ” (Benim ücretim ancak Allah’tandır)

Bu âyetin sırrına mazhar olmak, kişinin hizmetinde insanlardan gelecek maddî (para, mal, kazanç) veya manevî (şöhret, takdir, iltifat) karşılıklardan uzak durması anlamına gelir.

İnsan, hizmetinin ücretini sadece Allah’tan beklerse, kalbine ihlas yerleşir. İnsanların teveccühü (ilgi ve takdiri) bir maksat haline geldiğinde ihlas kaybolur, hizmetin ruhu zedelenir.

Özetle: Hizmette maddî ve manevî ücret beklememek, ihlası korumak için temel şarttır.

Hüsn-ü kabul: İnsanların hizmeti kabul etmesi.

Hüsn-ü tesir: Hizmetin kalplerde tesir bırakması.

Teveccüh-ü nâs: İnsanların takdir ve iltifat göstermesi.

Bediüzzaman Hazretleri burada önemli bir ayrımı şöyle hatırlatır:

İnsanların kalplerini açmak, hizmetin kabul görmesini sağlamak ve etkili kılmak Allah’ın vazifesidir. Kişinin vazifesi ise yalnızca tebliğ etmek ve doğru hizmet etmektir.

“وَمَا عَلَى الرَّسُولِ اِلَّا الْبَلَاغُ” (Peygamberin görevi yalnızca tebliğ etmektir) sırrı bunu ifade eder.

Kişi, kendisini bu sonuca odaklarsa (yani insanların teveccühünü kazanmayı hedeflerse), vazifesini aşar ve ihlasını kaybeder. İnsanların teveccühünü kazanmak da Allah’ın bir ihsanıdır; kulun vazifesi buna karışmak değildir.

Hâşiye 1: İhtâr: Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki verilir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlanılsa, ihlâsı kaybeder, riyâya girer. Şân ve şeref arzusuyla gelen teveccüh-ü nâs ise; ücret ve mükâfât değildir. Belki ihlâssızlık yüzünden gelen bir itâb ve bir mücâzâttır. Evet, amel-i sâlihin hayatı olan ihlâsın zararına teveccüh-ü nâs ve şân ve şeref, kabir kapısına kadar olan muvakkat bir lezzet-i cüz’iyeye mukābil, kabrin öbür tarafında azâb-ı kabir gibi nâhoş bir şekil aldığından, teveccüh-ü nâsı arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçınmak lâzımdır. Şöhretperestlerin ve şân ve şeref peşinde koşanların kulakları çınlasın!

Teveccüh-ü Nâs İstenilmez, Verilirse Hoşlanılmaz

İnsanların teveccühü (ilgisi ve takdiri) bir amaç olmamalıdır. İnsan, hakka ve hakikate hizmet ederken asla insanların övgüsünü veya ilgisini talep etmemelidir. Eğer Allah’ın takdiriyle insanlar teveccüh gösterirlerse, bu da bir imtihan hükmündedir. O teveccühten hoşlanmak ve lezzet almak kişinin ihlasını zedeler.

Riya (gösteriş): Amelde Allah rızasını değil, insanların övgüsünü ve ilgisini kazanmayı hedeflemektir. Riya, ihlasın tam zıddıdır ve amelin sevabını yok eder.

Şan ve Şeref Arzusu Bir Ceza ve İkazdır

Şan, şöhret ve insanların takdiri, mükâfat veya hak edilmiş bir ücret değildir. Aksine, ihlassızlığın bir neticesi olarak, insanın nefsine bir ikab (ceza) ve uyarıdır. Çünkü bu tür arzular, insanı hakikatten uzaklaştırır, nefsini kabartır ve hizmetin ruhunu öldürür. Şan ve şeref peşinde koşan bir insan, zahirde övgü ve takdir kazanıyor gibi görünse de aslında manen kusurlu ve cezaya müstahak hale gelir.

İhlasın Hayatına Zarar Veren Unsur: Teveccüh-ü Nâs

Bediüzzaman Hazretleri, ihlası amel-i salihin (salih amellerin) hayatı olarak tanımlar. İhlasın zıddı olan insanların teveccühüne ve övgüsüne düşkünlük ise şu sebeplerle zararlıdır:

Muvakkat Lezzet: İnsanların takdiri ve ilgisi geçici bir zevk verir. Kabir kapısına kadar sürebilen bu lezzet, aslında sadece kısa bir dünya hayatına aittir.

Kabirden Sonra Azap: Kabrin öbür tarafında, bu dünyevî şan ve şöhret, insana elem verici bir şekil alır. Çünkü bu dünyada ihlasını kaybetmiş ve insanların övgüsünü amaç edinmiş kişi, ahirette bunun karşılığında muhasebeye çekilecektir.

Şöhretten ve Övgüden Kaçmak Lazımdır

Şöhret ve teveccüh arzusunun dünyada verdiği cüz’î bir lezzet insanı kandırmamalıdır. Bu arzular, ahirette azap ve pişmanlık sebebi olacağı için, insanın ondan ürkmesi ve kaçması gerekir. Şöhret-perestlik ve şan, şeref peşinde koşmak, nefsi besleyen bir tuzak gibidir ve insanı ihlassızlığa sürükler.

İhlasın kazanılması için şu ölçüler rehber edinilmelidir:

Hakperestlik: Hakkı ve hakikati, nefsî arzulara ve enaniyete galip getirmek. Hakkın hatırı, nefis ve dünya menfaatlerinin hatırına üstü n tutulmalıdır.

اِنْ اَجْرِىَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ Sırrı: Hizmetin karşılığında ücretin yalnız Allah’tan beklenmesi. İnsanlardan gelen maddî ve manevî ücretlere ihtiyaç duymamak ve kalben bunlardan istiğna etmek.

وَمَا عَلَى الرَّسُولِ اِلَّا الْبَلَاغُ Sırrı: Tebliğ vazifesini yerine getirmek, ancak hüsn-ü kabul (güzel karşılanma) ve tesirin Allah’a ait olduğunu bilmek. Netice ve başarıyı kendi vazifesinin bir parçası gibi görmemek.

Minnetsiz Hizmet: Hizmetin karşılığında insanlardan herhangi bir minnet veya teveccüh beklememek. Çünkü minnet almak ihlası zedeler. İhlaslı olmak, nefsi aradan çıkarmak ve hizmeti sadece Allah rızası için yapmaktır.

Hâşiye-2: Sahâbelerin senâ-yı Kur’ânîye mazhar olan “îsâr hasletini” kendine rehber etmek. Yani, hediye ve sadakanın kabûlünde başkasını kendine tercîh etmek ve hizmet-i dîniyenin mukābilinde gelen menfaat-i maddiyeyi istemeden ve kalben taleb etmeden, sırf bir ihsân-ı İlâhî bilmek, nâstan minnet almayarak ve hizmet-i dîniyenin mukābilinde de almamaktır. Çünkü hizmet-i dîniyenin mukābilinde dünyada bir şey istenilmemeli ki, ihlâs kaçmasın. Çendân hakları var, ümmet onların maîşetlerini te’mîn etsin. Hem zekâta da müstehaktırlar. Fakat bu istenilmez, belki verilir. Verildiği vakitte de “Hizmetimin ücretidir” denilmez. Mümkün olduğu kadar kanâatkâr olmakla, başka ehil ve daha müstehak olanın nefsini kendi nefsine tercîh etmekle, وَيُؤْثِرُونَ عَلٰٓي اَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ sırrına mazhar olmakla bu müdhiş tehlikeden kurtulup ihlâsı kazanabilir.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, bu ifadeleriyle özellikle hizmet-i diniye (dinî hizmetler) yapanların nasıl ihlası muhafaza edeceklerini ve îsar hasletini rehber edinerek nasıl bu yolda tehlikelerden korunacaklarını açıklamaktadır.

Îsar Hasleti: Kendini Değil, Başkasını Tercih Etmek

Îsar, başkalarını kendi nefsine tercih etmek anlamına gelir. Kur’ân-ı Kerim, sahabelerin bu özelliğini şu âyetle över:

“وَيُؤْثِرُونَ عَلٰى اَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ”

(“Kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile başkalarını kendilerine tercih ederler.”)

Bu âyet, îsar hasletini en yüce ahlakî meziyetlerden biri olarak tanımlar. Yani kendi ihtiyacı olduğu halde, başkasının ihtiyacını kendisinden önde tutmak yüce bir ahlaktır.

Dinî hizmette bulunan bir kimse, hediye, sadaka ya da maddî menfaat konusunda îsar hasletini rehber edinirse, nefsini başkalarının önüne geçirmez. Yani bir şey verildiğinde bunu kabul etmek yerine, başkalarını tercih eder ve kendi hizmetini “Allah için” yapmaya devam eder.

Hizmet-i Diniyenin Karşılığında Maddî Bir Şey Talep Etmemek

Dinî hizmetin karşılığında dünyada herhangi bir maddî veya manevî ücret istenilmemelidir.

Eğer hizmetin karşılığında bir şey istenirse veya kalben dahi bir talep olursa, ihlas kaçar ve hizmetin ruhu zedelenir.

Verilen maddî şeyler için; “Bu hizmetimin ücretidir.” dememek, bunu Allah’ın bir ihsanı olarak kabul etmek, insanlardan gelen maddî yardımları minnet almadan kabul etmek gereklidir.

Hak Olsa Bile İstememek

Hakkı olan şeyler: Ümmetin onların maişetini temin etmesi, zekât verilmesi gibi maddî desteklerdir. Ancak bu haklar istenilmez, talep edilmez; verilirse bir lütuf ve ihsan-ı İlahi olarak kabul edilir.

Hizmet-i diniye yapan bir kişinin, kanaatkâr olması, maddî destekten mümkün mertebe uzak durması, kendi nefsini değil, başkasını tercih etmesi gerekir.

Îsar Hasletine Sahip Olmak İle Kanaatkârlık

İhlas, hizmetin kalbî safiyeti demektir. Bu hâle ulaşan bir kimse, sahabelerin îsar hasletine mazhar olur ve Kur’ân’ın övgüsüne layık bir ihlasla hizmet eder. Böylece nefis ve enaniyetin tehlikelerinden korunur. Geçiminde de en büyük zenginliği kanaatkârlığı olmalıdır.


Yorum Yap

Yorumlar