Risale-i Nur talebeleri Şeyh Said olayına hangi nazarla bakmalıdır? Bediüzzaman Hazretlerinin bu konudaki tavrı ve tavsiyeleri hangi yöndedir?
ŞEYH SAİD KİMDİR?
1865’te Elazığ’ın Palu ilçesinde doğan Şeyh Said medrese eğitimi aldı ve babası Şeyh Mahmut’un vefatından sonra şeyh oldu. Palu’dan, Erzurum’un Hınıs kazasına yerleşip, kısmen ticaret ve medrese eğitiminde talebe yetiştirmekle meşgul oldu. 1 Şubat 1925’te tarihte “Şeyh Said İsyanı veya Olayı” diye bilinen hadisenin başında yer aldı. Beş bin kişilik bir güçle ayaklanma başlattı. Bu ayaklanma Hani, Muş, Elâzığ, Varto ve Erzurum’a yayıldı. 2 Mart 1925’te harekete geçen devlet güçleri ayaklanmayı bastırdı. Hemen ardından Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarıldı ve bu kanun çerçevesinde İstiklal Mahkemeleri kuruldu. Kurulan bu İstiklal Mahkemelerinden, Şark İstiklal Mahkemesi’nde yargılanan Şeyh Said ve beraberindeki kırk yedi kişi idama mahkûm edildi.
ŞEYH SAİD'İN BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİYLE MEKTUPLAŞMASI
Şeyh Said Efendi, bu isyan hareketinden önce Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerine bir mektup yazarak ayaklanmaya iştirak etmesini talep etmiştir.
Şark isyanında (29 Haziran 1925) Şeyh Saîd ve askerleri, Üstâdımız Bedîüzzaman Hazretlerini, şarktaki büyük nüfûzundan istifâde için mücâdeleye iştirâke da‘vet ettikleri zaman, Hz. Üstad cevâben demiş: “Yaptığınız mücâdele, kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir. Çünki Türk milleti bin senedir İslâmiyet’e bayrakdârlık etmiş. Dini uğrunda binlerle şehîd vermiş. Ve binlerle veli yetiştirmiştir. Binâenaleyh kahraman ve fedâkâr İslâm müdâfi‘lerinin torunlarına, yani Türk milletine kılıç çekilmez. Ve ben de çekmem” diyerek hem redd-i cevâb vermiş, hem mücâdelesinden vazgeçmesini söylemiştir.[1]
HZ. ÜSTAD’IN MÜSBET HAREKET TARZI
Bediüzzaman Hazretleri, Şeyh Said’e tavsiye ettiği esasları daha sonrasında talebelerine de ihtar etmiş. Hayatının son dönemlerinde Emirdağ’da iken kaleme aldığı bazı mektuplarda bu hususa şöyle dikkat çekmiştir:
“Benimle berâber çok talebelerim de türlü türlü musîbetlere, ezâ ve cefâlara ma‘rûz kaldılar, ağır imtihânlar geçirdiler. Benim gibi onlar da bütün haksızlıklara ve haksız hareket edenlere karşı bütün haklarını helâl etmelerini isterim. Çünkü onlar bilmeyerek, kader-i İlâhî’nin sırlarına, derin tecellîlerine âkıl erdiremeyerek bizim da‘vâmıza, hakîkat-i îmâniyenin inkişâfına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz, onlar için yalnız hidâyet temennîsinden ibârettir. Bize ezâ ve cefâ edenlere karşı, hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risâle-i Nûr’a sadâkat ve sebâtla çalışmalarını tavsiye ederim.”[2]
“Vazifemiz müsbet hareket etmektir, menfî hareket değildir. Rızâ-yı İlahîye göre sırf hizmet-i îmâniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhâfazayı netice veren müsbet îmân hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz. Meselâ:
Kendimi misâl alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve terzîle karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, birçok hâdiselerle sâbit olmuş. Meselâ, Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfî’de i‘dam tehdîdine karşı mahkemedeki paşaların suâllerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım, tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazîfe-i İlâhiyeye karışmamak hakîkati için, bana karşı yapılan muâmelelere sabırla, rızâ ile mukābele ettim. Cercis (as) gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefâ çekenler gibi sabır ve rızâ ile karşıladım.
Evet meselâ, seksen bir hatasını mahkemede isbât ettiğim bir müddeî-i umûmînin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki karârına karşı, bedduâ dahi etmedim. Çünkü asıl mes’ele bu zamanın cihâd-ı ma‘nevîsidir. Ma‘nevî tahribâtına karşı sed çekmektir. Bununla dâhilî âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.
Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhâfaza etmek içindir. (وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى) düstûru ile ki, bir cânî yüzünden, onun kardeşi, hânedânı, çoluk çocuğu mes’ûl olamaz. İşte bunun içindir ki, bütün hayatımda, bütün kuvvetimle âsâyişi muhâfazaya çalışmışım. Bu kuvvet dâhile karşı değil, ancak hâricî tecâvüze karşı isti‘mâl edilebilir. Mezkûr âyetin düstûru ile vazîfemiz, dâhildeki âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.”[3]
Özetle, Hz. Üstad talebelerine her ne zorluk olursa olsun dahilde asayişe zarar verecek her türlü menfî hareketten uzak durulmasını, daima sabır ve tahammülle davranılmasını ve hiçbir zaman müsbet hareketten ayrılınmamasını emretmiştir. Bu itibarla Şeyh Said hadisesi masumların katline ve idamına sebep olan akim kalmış bir başkaldıırı olarak kayıtlara geçmiştir.
Bkz. http://www.zakircetin.com/index.php/3d-flip-book/yasasin-halife-i-peygamber/ s. 143
[1] Bediüzzaman Said Nursi, Asa-yı Musa, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 268.
[2] Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, c.4, s. 296.
[3] Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, c.4, s. 550-551.