10. Hüccet-i İmaniye'nin (20. Mektub'un 1. Makamı) 11. Kelimesini izah eder misiniz?
وَاِلَيْهِ الْمَصِيرُ On Birinci Kelime : Dönüş sadece O’nadır (Allah’adır)
K. Kerim’deki pek çok âyet-i kerimeden iktibas olunmuş bu mübarek kelimeler, mutlak dönüşün Hz. Allah’a olacağını açıkça ifade etmektedir. Mesela bu âyetlerden birinde yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: ‘’Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Ve dönüş ancak Allah’adır.’’ (Nur, 24/42)
Yani ticaret ve me’muriyet için mühim vazîfelerle bu dâr-ı imtihân olan dünyaya gönderilen insanlar; ticaretlerini yapıp, vazîfelerini bitirip ve hizmetlerini itmâm ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlik-ı Zülcelâllerine dönecekler. Ve Mevlâ-yı Kerîmlerine kavuşacaklar.
İnsanın dünyaya gönderiliş gayesini bir cümle ile anlatacak olsaydık her halde ancak bu kadar güzel bir şekilde ifade edilebilirdik. İnsanoğlu, Allah (cc) tarafından mühim vazifeleri görmek ve ebedi bir ticareti yapmak üzere, en güzel bir surette yaratılıp emanet-i kübrayı yüklenerek bu imtihan dünyasına misafir olarak yani geçici süreliğine gönderilmiştir.
Evet, insanın mahiyetine baktığımız zaman insanın ahsen-i takvim üzere yaratıldığını görürüz. Yüce Allah, "Gerçekten (biz) insanı, en güzel bir biçimde (ahsen- takvimde) yarattık!" (Tin, 95/4) buyurmaktadır. Gerek fizikî ve cismanî bakımdan, gerek ahlâk ve maneviyat itibariyle ve ruhanî bakımdan insan en güzel bir kıvama erebilecek en güzel bir biçimde yaratılmıştır. (Elmalı Tefsiri, Tin Suresi)
‘’Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım!’’ (Zariyat, 51/56) âyeti gibi Kur’ân’ın pek çok suresinde yüce Rabbimiz, insanın bu dünyadaki mühim vazifelerinin başında; Rabbini tanımak, O’na iman edip ibadet etmek, güzel isimlerine ayine olmak, nimetlerine şükür sıkıntılara sabretmek, dua ve tevekkül etmek gibi vazifeler için gönderildiğini açıkça beyan etmektedir.
Hz. Allah (cc) insana, ebedi ahiret ticaretini yapabilmesi için sermaye olarak; belirli bir ömür, vücut, hayat, ruh, akıl, pek çok a’zâ, sayısız hisleri ve duyguları vermiştir. Demek insan; vazifesini bitirip, ticaretini yapıp, hizmetlerini tamamladıktan sonra asıl vatanı olan ahiret yurduna geri dönecektir. Ebedi kalacağı ahiret yurdunda her şeyi yaratan sonsuz kudret ve rahmet sahibi Rabbini de görme nimetine sahip olacaktır.
Yani bu dâr-ı fânîden gidip, dâr-ı bâkîde huzûr-u kibriyâya müşerref olacaklar.
Evet, tüm insanlık ölüm tezkeresi ile gün geldiğinde bu fani, geçici misafirhane olan dünyadan, ebedi kalacağı sonsuz bir diyara gidecektir. Ve o ebedi ahiret yurdunda Yüce Rabbinin huzuruna çıkmak ve cemaliyle müşerref olmak gibi eşsiz bir nimete mazhar olmakla şereflenecektir.
Yani esbâb dağdağasından ve vesâitin karanlık perdelerinden kurtulup, Rabb-i Rahîmlerine, makarr-ı saltanat-ı ebedîsinde perdesiz kavu-şacaklar. Doğrudan doğruya herkes, kendi Hâlikı ve Ma‘bûdu ve Rabbi ve Seyyidi ve Mâliki kim olduğunu bilecek ve bulacaklar.
Dünyaya Rabbini tanımak, sevmek ve kulluk etmek için gönderilen insan, Allah’ın güzel isim ve sıfatlarını varlık aynaları üzerinde görüp imanıyla okuyabilir. Atomlardan yıldızlara, bitkilerden hayvan çeşitlerine kadar her bir varlık üzerinde Allah’ın güzel isimleri nakış nakış iş görmektedir. Ancak dünyanın imtihan yeri olması ve burada hikmet kanunlarının galip olmasından dolayı, Allah’ın güzel isimlerinin tecellileri bizlere sebepler vasıtasıyla ulaşmaktadır.
Mesela Rezzak, Mün’im, Kerim, Muhsin gibi cemâîi isimlerinin tecellilerini, sayısız bitki, ağaç ve hayvan türlerinde görmekteyiz. Balı arının karnından, sütü inek, koyun ve keçiden, portakalı ağaçtan, naneyi bitkisinden aldığımız gibi. Yine Celîl, Azîm, Kadîr gibi celâlî isimlerinin tecellilerini de dağlarda, yıldızlarda ve galaksilerde görmekteyiz.
Demek sebepler; Rabbimizin kudretine, ilmine ve diğer isimlerine perde olarak konmuştur. Ta ki imtihan sırrı bozulmasın. Ta ki saîdlerle şakîler birbirinden ayrılabilsin
Ahiret yurdunda ise hiçbir sebep, vasıta ve engel olmadan mü’min-kafir herkes kendi Rabbi, seyyidi, maliki ve ibadete layık olan sonsuz azamet sahibi yaratanını bilecek ve görecektir. Mü’minler, Allah’ın ebedi saltanat merkezi olan cennetinde perdesiz bir şekilde ru’yet-i cemâlullâh ile müşerref olup ebedi bir saadete mazhar olacaklardır.
İşte şu kelime, bütün müjdelerin fevkınde şöyle müjde eder ve der ki: “Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Otuz İkinci Söz’ün âhirinde denildiği gibi: Dünyanın bin sene mes‘ûdâne hayatı, bir saat hayatına mukābil gelmeyen cennet hayatının; ve o cennet hayatının dahi, bin senesi bir saat rü’yet-i cemâline mukābil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâl’in dâire-i rah-metine ve mertebe-i huzûruna gidiyorsun.
İnsan ölüm tezkeresi ile öyle bir diyara sevk ediliyor ki; dünyanın bin senelik en rahat, en güzel ve en muhteşem yaşantısı, cennet hayatının bir saatlik yaşantısına denk gelmez. Kur’ân-ı Kerim’de Rabbimiz, pek çok âyet-i kerime ile cennetin eşsiz nimetlerini ve güzelliklerini tarif ederek biz mü’min kullarına cennetini va’detmiştir. Bir âyet-i kerimede yüce Rabbimiz şöyle buyurur: ‘’Allah mü’min erkek ve mü’min kadınlara altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler ve Adn cennetlerinde çok güzel ve hoş meskenler va‘detmektedir. Allah’ın hoşnutluğu ise hepsinden daha büyüktür. İşte en büyük başarı ve kurtuluş budur. (Tevbe, 113/72)
Sevgili Peygamberimizden (sav) mervî yüzlerce hadis-i şeriflerde ise cennet; hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın aklına gelmedik benzersiz nimetlerin bulunduğu ebedi saadet yurdu olarak tarif edilir. Bir hadis-i şeriflerinde Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: Sa’d bin Ebi Vakkas (ra) şöyle dedi: Rasulüllâh (sav) şöyle buyurdu: “Cennette olan nimetlerden, bir tırnağın taşıyacağı kadar bir şey görünmüş olsa gökler ve yeryüzünün dört tarafı arasındaki her şey muhakkak ki, süslenirdi. Ve cennet ehlinden bir kadının bilezikleri görünse, güneş yıldızların ışığını silip yok ettiği gibi o da muhakkak ki, güneşin ışığını silip yok ederdi!” (Tirmizi 2661)
Evet, imanla kabre giren bir insanın hayalinden bile aciz kaldığı ebedi saadet ve nimetlerin yanında dünya nimetlerinin ve saltanatının ne ehemmiyeti vardır? Elbette hiçbir değer ve kıymeti yoktur.
Bu eşsiz hakikati, kıssaların en güzeli olan Hz. Yusuf’un (as) ibretlik vefat hadisesi ile izah etmeye çalışalım;
Hz. Yusuf (as) dünyada sahip olunabilecek en saadetli en güzel ve en rahat bir vaziyette iken; ‘’ (Ey Rabbim!) Canımı Müslüman olarak al ve beni sâlih kimseler arasına kat!” (Yusuf, 12/101) diyerek Allah’tan vefatını istemesindeki hikmet bize cennet ve cemâlullâh nimetlerinin yüceliğini bildirme noktasından çok mühimdir.
Evet, Hz. Yusuf’un (as), hayatının en saadetli zamanında kendi vefatını istemesi elbette bizleri düşündürüyor. Halbuki Yusuf (as), ölüm tezkeresiyle öyle bir saadet diyarına sevk olundu ki; dünyanın bin senelik en mesut, en rahat yaşantısı cennetin bir saatlik yaşantısına denk gelmez. Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği hatta insanlığın hayal ve hatırından dahi geçemeyen nimetlerin hazırlandığı o cennet hayatının dahi bin senelik yaşantısı, Rabbimizin cemaliyle bir saat müşerref olmaya denk gelmeyecek olan ebedi rahmet ve saadet diyarına gitti.
Onun için Hz. Yusuf (as), sahip olduğu dünyevi saadet ve lezzetten binler defa daha saadetli ve daha güzel bir hayatın ahirette, cennette olduğunu çok iyi bildiği için o dâimî ve hakiki saadeti elde edebilmek için Allah’tan ölümünü istedi ve o ebedi saadete kavuşmuş oldu. Ve Hz. Yusuf (as) Allah’tan vefatını isteyerek bizlere de şu hikmetli dersi vermiş oldu: Ey insanlar! Hakikî zevk, elemsiz lezzet, kedersiz sevinç ve dâimî saadet; yalnızca ebedi ahiret yurdu olan cennettedir. Öyleyse kabrin arkası için çalışınız!
Mübtelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecâzî mahbûblardaki ve bütün mevcû-dât-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemâl, onun cilve-i cemâlinin ve hüsn-ü esmâsının bir nevi‘ gölgesi; ve bütün cennet, bütün letâifiyle, bir cilve-i rahmeti; ve bütün iştiyâklar ve muhabbetler ve incizâblar ve câzibeler bir lem‘a-i muhabbeti olan bir Ma‘bûd-u Lemyezel’in, bir Mahbûb-u Lâyezâl’in dâire-i huzûruna gidiyorsunuz. Ve ziyâfetgâh-ı ebedîsi olan cennete çağırılıyorsunuz. Öyle ise kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz.”
Her ismi mutlak kemalde ve cemalde olan Rabbimiz Allah (cc), güzel isimlerinin tecellileri olarak dünyayı ve içindeki tüm varlıkları da çok güzel ve mükemmel bir surette yaratmıştır. Kâinatta nereye bakacak olsak; kusursuz, mükemmel ve muhteşem bir yaratılışa şahitlik ederiz. Dünyanın bu güzelliğine tutkuyla âşık olup hayran olan nice gafillerin ise, tüm bu güzelliklerin kaynağı olarak fani varlıkların kendilerini gördüklerinden, dünyayı ve dünyalıkları tapar derecede sevdiklerini görürüz.
Halbuki bir eserdeki güzellik, sanatkarının hünerini ve güzel sıfatlarını bizlere bildirir. Varlıklardaki tüm güzellikler de elbette her şeyin yaratıcısı olan Allah’ın güzel isim ve sıfatlarının bir tecellisi belki bir çeşit gölgesi hükmündedir. Demek dünyadaki tüm hüsün ve güzellikler, Rabbimizin Cemîl isminin pek çok perdelerden geçmiş gayet zayıf bir gölgesinin gölgesidir. Cemîl isminin dünyadaki gölgeli tecellisi böyle ise, acaba perdesiz tecelli edeceği cennetin güzellikleri nasıldır? Hiç tarifi mümkün olabilir mi?
Yukarıda kısaca değindiğimiz cennet, tarifinden aciz kaldığımız bütün güzellikleriyle Rabbimizin ilâhî rahmetinin sadece bir yansıması ve bir cilvesi hükmündedir. Cemalinin bir parıltısıyla yaratılan cennet bu kadar tarifsiz güzelken, acaba bütün güzel isimlerin sahibi olan Rabbimizin mukaddes cemali nasıldır? Akıl ve hayal bu hususta kifayetsiz kalmaz mı?
Bu kelimenin haber verdiği bir başka hakikat ise şudur: Her işi hikmet tahtında olan Rabbimiz, insana sonsuz bir isteme, dileme, arzu, sevgi ve muhabbet istidatı vermiştir. İnsan kalbindeki bu muhabbetle bir gül goncasını sevdiği gibi koca baharı da sever. Kardeşini sevdiği gibi tüm Peygamberleri ve salih kulları dahi sever. Meyveleri, sebzeleri sevdiği gibi cenneti ve cennet nimetlerini dahi aynı iştiyakla ve arzu ile sever ve ister.
Esasında tüm bu hisler ve duygular, asla kaybolup gitmeyecek, yegâne sevgili olan Hz. Allah’ı sevmemiz ve varlığı asla son bulmayan ve ibadete lâyık tek ilâh olan Rabbimize kulluk etmemiz için verilmiştir.
Demek ölüm vesilesiyle bizler, hakiki, dâimî ve ebedi muhabbete layık olan Rabbimizin huzuruna gidiyoruz. Ebedi ziyafet yurdu olan cennetine davet ediliyoruz. Dünyada gölgelerini gördüğümüz ve tattığımız nimetlerin asıllarından ve menba’larından ebediyen istifade etmeye çağrılıyoruz. Öyle ise bizler sevinmeliyiz. Kabir kapısına ağlayarak değil gülerek girmeliyiz.
Hem şu kelime şöyle müjde veriyor, diyor ki: Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümâta, nisyâna, çürümeye, dağılmaya, kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip, düşünmeyiniz. Sizler fenâya değil, bekāya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücûd-u dâimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümâta değil, âlem-i nûra giriyorsunuz. Sâhib ve Mâlik-i Hakîkî’nin tarafına gidiyorsunuz. Ve Sultân-ı Ezelî’nin pâyitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dâiresinde teneffüs edeceksiniz. Firâka değil, visâle müteveccihsiniz.
Bu kelimenin içinde tüm insanlık için çok güzel başka bir müjde daha vardır ki o da şudur:
Zahiren bakıldığında ölüm; hayatın sönmesi, bedenin çürümesi, lezzetlerin tükenmesi, tüm sevdiklerimizle sonsuz bir ayrılık, unutulmak, dar ve karanlık bir kabre girmek yani tam bir yokluk iken bu kelime bizlere diyor ki:
Ey insanlar! Sizler ölmekle yok olmayacaksınız, bilakis ölümsüz ebedi bir vücuda sahip olacaksınız. Yokluğa değil, ölümün öldürüldüğü baki bir memlekete gidiyorsunuz. Gözleri kamaştıran nurani bir âleme giriyorsunuz. Sizleri yaratan sahibinizi ve Rabbinizi görebileceğiniz Hz. Allah’ın saltanat merkezine yani ahiret diyarına dönüyorsunuz. Âdem babanızın asıl vatanı olan cennete sevk olunuyorsunuz. Sebepler perdesinin ve dünya dağdağalarının olmadığı vahdet dairesinde teneffüs etmeye gidiyorsunuz. Zira ahirette her şey şeffaf ve berrak olacaktır. Bu gidiş bir ayrılış ve bitiş değil belki baki ve hakiki bir hayatın başlangıcıdır. Başta Peygamber Efendimiz (sav) olmak üzere 124 bin peygambere, 124 milyon evliyaya, milyarlarca asfiyâya, tüm ecdadınıza ve sevdiklerinize bir kavuşma vesilesidir.
Öyleyse kabre; ağlayarak, üzülerek, korkarak değil gülerek, sevinerek ve cesurca girelim. Herkesi korkutan, en korkunç tevehhüm edilen ölümün yüzüne Kur’ân nuru ile bakalım. Ölümün karanlık, siyah ve çirkin peçesini kaldırıp mü’min için nuranî güzel simasını bakalım. Rabbimizin ebedi ahiret yurdunda mü’min kullarına hazırladığı hesapsız ikram ve nimetleri düşünüp her hal üzere Allah’a hamd edelim. İstikametle yaşayıp ebedi saadete mazhar olalım inşallah!