Nefsimi nasıl terbiye edebilirim?
NEFİS TERBİYESİ 1
Bazı dostlarımız –bilhassa gençler- “Nefsimizi nasıl terbiye edeceğiz?” sorusunu çoklukla soruyorlar. Nefsini terbiye etmek isteyen ama hala terbiye edememiş birisinin, bu soruya tatmin edici cevap vermesi zor. Üstadın dediği gibi “Kendini ıslah edemeyen, başkasını ıslah edemez.” Ama yinede hem kendi nefsimi terbiye etmek için, hem de soru soranlara faydalı olması için bazı noktalar üzerinde durmanın faydalı olacağını düşünüyorum.
Peygamberimiz düşmanla yapılan cihadı “küçük cihad”, nefisle yapılan cihadı “büyük cihad” olarak tarif eder. İsmail Hakkı Bursevi nefis için “7 başlı ejder” ifadesini kullanır. Elbette bir ejderha ile savaşmak kolay değildir.
Küçük cihadla büyük cihad, pek çok yönlerden birbirlerine benzerler. Konuyu bir teşbihle biraz açalım:
İnsanın iç alemi kalabalık bir milletin yaşadığı büyük bir memlekete benzer. Bu memleketin hükümdarı Allaha iman ve itaat eden kalptir. Akılda onun veziridir. Vucuttaki azalar ve ruhun duyguları, latifeleri bu kalp dediğimiz hükümdarın milleti –askerleri, memurları, işçileri- durumundadır. Bir hadiste şöyle buyrulmuştur “Kalp hükümdardır ve onun askerleri vardır. Hükümdar iyi olursa askerleri de iyi olur, Hükümdar bozulursa askerleri de bozulur.” (1)
Bu alemdeki nefis ise serkeş, zevkten başka bir düşüncesi olmayan, gelecekten ziyade anı düşünen, iktidarı ele geçirerek her türlü lezzetleri tatmak isteyen bir asi durumundadır. Onun da emrinde hırs, hased, şehvet, öfke gibi askerler vardır.
Hükümdar Kalp, veziri aklın da yardımıyla, milletini yönetmek, idare etmek, onlar arasında adaleti sağlamak ve iktidarı ele geçirerek anarşi ve teröre sebep olan nefse karşı mücadele etmek mecburiyetindedir.
Vücut memleketinde çoğu zaman, Kalbin askerleriyle, Nefsin askerleri arasında büyük meydan muharebeleri vuku bulur. Savaşların sonunda memleketteki iktidarın değişmesine göre, bu memlekete verilen isim de değişir.
Nefs kalbi yener ve memlekete hakim olursa bu memlekete “Nefsi Emmare” memleketi denilir. Nefis iktidarı ele geçirirse bu memlekette uluhiyetini ilan eder, insanın iç aleminde denge bozulur ve fesat meydana gelir. Nefis her türlü gayrı meşru fiilleri icra eder. Nefsin iktidarı ele geçirdiği zaman yapacağı icraatları şu ayet çok güzel tasvir eder: “Hükümdarlar bir şehri istila ettikleri zaman orasını harap ederler ve halkının şerefli kimselerini zillete düşürürler. Neml: 34
Eğer savaşlarda ikisi de yenişemez, kah biri, kah diğeri memlekete hakim olursa bu memlekete “Nefsi Levvame” memleketi denilir. Savaşlar memleketlerin harab olmasına sebeb olduğu gibi, İnsanın iç alemindeki Kalp ile Nefs arasındaki savaşlar da, insanın iç alemini tahrib eder. Nefsi levvame hali insanın çatışmalı, depresyonlu halini ortaya koyar.
Kalp nefsi mağlub eder ve meşru dairede kalmaya ikna eder ve memleketi Allahın emirleri doğrultusunda idare ederse, bu memlekete “Nefsi Mutmainne” memleketi denilir. Nefsi mutmainne memleketi insanın kendisiyle barışık olduğu, huzurun hakim olduğu memlekettir.
Hükümdar kalbin, kuvvetli veya zayıf oluşu, raiyeti arasında adalet ve disiplini memlekete her yönden tesir eder. Kalbin zayıflaması veya kalbin raiyetinden bazı latifelerin disiplinsizliği nefsin iktidarı ele geçirmesine sebeb olabilir. Bu yüzden daima kalbin güçlenmesine ve raiyetini disiplin altında tutmaya çalışmak gerekir.
Marifetullah ve ibadetler manevi feyzlerin gelmesine ve Kalbin güçlenmesine vesile olurlar. Bu güç sayesinde kalp iktidarını muhafaza eder. Günahlar ise manevi feyzleri yok eder, kalbi zayıf düşürür, nefsi ise güçlendirir. Bu yüzden çokça ibadetle meşgul olup, günahlardan uzak durmak gerekir.
Nefs elinden geldiğince askerleriyle, casuslarıyla Kalbin dirayetini, direncini kırmak, ahalinin ona olan itaatini sarsmak ister. Kalp dirayetli olur ve vezirinin yardımıyla askerlerini disiplinli bir şekilde idare ederse, Nefse galip gelebilir.
Kalbin, vezir aklın da yardımıyla nefse galip gelebilmesi için en mühim üç şart vardır; İlim, imanın güçlenmesi ve ibadetler. İlim sayesinde kalp kendini yaradan Allah’ı, kendini ve vazifelerini, yardımcılarını, nefsi ve nefsin hilelerini, yardımcılarını ve onunla nasıl mücadele edeceğini öğrenir. Elde edeceği kuvvetli imanla nefse karşı en büyük manevi gücü elde etmiş olur. Namaz, oruç, Kur’an tilaveti, tefekkür, zikir, dua, istiğfar ve benzeri İbadetlerse, kalbe manevi feyzlerin ve yardımların gelmesine vesiledirler.
Eğer bu üç alanda kalp olgunlaşırsa nefse kolaylıkla galip gelebilir.
Kalbin nefse galip gelmesi için bazı şartlar üzerinde duralım:
1.ÇEVRE
Nefsimizi terbiye etmek istiyorsak, en başta çevremizi değiştirmeliyiz. Etrafımızdaki insanlar İslamı yaşamayan insanlar ise, hem onlarla beraber olup, hem de nefsimizi terbiye etmemiz zordur.
Sıcak bir madde soğuk bir ortamda soğur, soğuk bir madde sıcak bir ortamda ısınır. Maddeler arası ısı alış verişi olduğu gibi insanlar arasında da manevi alış verişler vardır. İnsan da bulunduğu ortamdan ister istemez etkilenir. Eğer içinde bulunduğumuz ortam iyi ise, müsbet cihette, kötü ise menfi cihette etkileniriz.
Bu hususta Peygamberimiz (asv) şöyle buyurur. “Kişi arkadaşının dini üzeredir. Bu yüzden kimi arkadaş edindiğine dikkat etsin”. “İyi arkadaşın hali misk kokularını satan insanın haline benzer. Sen onun yanına gittiğin zaman sana kokularından ikram eder, ikram etmese bile, onun yanında dura dura o kokular senin üzerine siner. Kötü arkadaş da, deri tabaklayan insanın haline benzer. Onun yanına gittiğin zaman körüğünden sıçrayan kıvılcımlar senin üzerini yakar. Yakmasa bile onun yanında dura, dura o pis kokular senin üzerine siner.”
Peygamberimiz bu ifadeleriyle, insanın içinde bulunduğu çevreden mutlaka, isteyerek veya istemeyerek, bilerek veya bilmeyerek etkilendiğini ortaya koymaktadır.
Duymadığımız ve görmediğimiz bir şey bizi etkilemez. Menfi ortamlardan uzak olan bir insan, elbette onların menfi tesirinden de uzak olacaktır. Müsbet bir ortam içerisinde, elbette gördüğümüz ve işittiğimiz şeyler bizi müsbet yönde etkileyecektir.
İslam’ı yaşayan insanlarla dostluk kurmamız bizim hayatımıza tesir edecek, biz de onlar gibi olacağız. Fakat İslamdan uzak olan insanlarla dost olduğumuz zaman, ister istemez biz de onlardan etkilenerek, çoğu İslami şeylerden uzak olacağız.
2. TAHKİKİ İMAN
İmanın kuvvetlenmesi nefse galip gelmenin en mühim yoludur. Allaha, öldükten sonra dirilmeye, cennet ve cehenneme adeta görüyormuş gibi inanan birisi kolaylıkla nefsani arzulardan kendini çeker. Buna en büyük delil asrı saadettir. Kuvvetli iman cahiliye döneminde her türlü zulüm ve ahlaksızlığı yapan insanları, karıncaya bile basamayacak hale getirmişti. İman bize de aynı tesiri yapacak özelliklere sahiptir.
İmanın kuvvetlenmesi, tahkiki hale gelmesinin iki yolu vardır. Biri tefekkür, diğeri de ibadetlerdir. Bu zamanda imanı tahkiki hale getirmenin en kısa ve en kolay yolunu Risalei Nurlar ortaya koymuştur. Risale-i Nurlar tefekkür mesleğinde giderek imanın bütün esaslarını kesin, kat’i delillerle isbat etmiştir.
3. İBADETLER
Akaidî ve imanî hükümleri kavî ve sabit kılmakla meleke haline getiren ancak ibadettir. Evet Allah'ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdanî ve aklî olan imanî hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Bu hale, âlem-i İslâmın hal-i hazırdaki vaziyeti şahiddir.(işaratül icaz) Ubudiyetin noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bulur, nemrudçuluklar çoğalır.
İbadetler sayesinde kalbe ve ruha manevi feyizler gelir. Bu feyzler akıl ve kalbi manen güçlendirerek, nefse galib gelmeye vesile olurlar. Bu konuda bazı ayet ve hadisleri nakledelim.
Muhakkak ki namaz, çirkin işlerden ve kötülüklerden alıkoyar. Allah’ı zikretmek (namaz kılmak) elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir. Ankebut: 45
Beş vakit namazın misali, sizden birinin evinin önünden akan ve içinde her gün beş defa yıkandığı bir nehir gibidir. (Nasıl beş defa yıkanınca insan üzerinde kir kalmazsa, 5 vakit namaz kılan insanda da manevi kirler kalmaz.) (Müslim )
ÜSTAD Bediüzzaman şöyle der: Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum Rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Nefis Rabbisini tanımak istemiyor, firavunane kendi Rububiyet istiyor. Ne kadar azablar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, za'fını, fakrını gösterir. Abd olduğunu bildirir.
Hadîsin rivayetlerinde vardır ki: Cenab-ı Hak nefse demiş ki: "Ben neyim, sen nesin?" Nefis demiş: "Ben benim, sen sensin!" Azab vermiş, Cehennem'e atmış, yine sormuş. Yine demiş: "Ene ene, ente ente." Hangi nevi azabı vermiş, enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azab vermiş, yani aç bırakmış. Yine sormuş: "Men ene vema ente?" Nefis demiş: "Sen benim Rabb-i Rahîmimsin, ben senin âciz bir abdinim." (Ramazan risalesi. Dokuzuncu Nükte)
“Muhakkak ki, demire su değdiğinde nasıl paslanıyorsa, şu kalpler de pas tutar.” “Ya Resulallah! Onun cilası nedir?” diye sordular. Cevaben “Ölümü çok zikretmek, hatırlamak ve çokça kur’an okumaktır” dedi. (Beyhaki, Şuabu İman)
ÜSTAD Bediüzzaman şöyle der: İ'lem eyyühe'l-aziz! Kelime-i Tevhidin tekrarla zikrine devam etmek, kalbi pek çok şeylerle bağlayan bağları, ipleri kırmak içindir. Ve nefsin tapacak derecede sanem ittihaz ettiği mahbuplardan yüzünü çevirtmektir. Maahaza, zikreden zatta bulunan hâsse ve lâtifelerin ayrı ayrı tevhidleri olduğuna işaret olduğu gibi, onların da, onlara münâsip şerikleriyle olan alâkalarını kesmek içindir.
İ'lem eyyühe'l-aziz! Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sümbüllenip neşvünemâ bulamaz, ölür gider. Kezâlik, ene ile tâbir edilen enâniyetin kalbi, "Allah Allah" zikrinin şuâ ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ı Semâvat ve Arza isyan edemez. O zikr-i İlâhî sâyesinde ene mahvolur.
İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri “gizli zikir” sayesinde, kalbin fethiyle, ene ve enâniyet mikrobunu öldürmeye ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmârenin başını kırmaya muvaffak olmuşlardır. Kezâlik, Kâdirîler de, “açıktan zikir” sayesinde tabiat tâgutlarını tarümâr etmişlerdir. (Mesnevi. Hubab)
عن علي بن أبي طالب رضي الله عنه أن رسول الله صلى الله عليه وسلم كان يقول في دعائه : اللهم اهدني لأحسن الأخلاق فإنه لا يهدي لأحسنها إلا أنت وأصرف عني سيئها لا يصرف عني سيئها إلا أنت
İbn ebiddünya
“Kul, bir hata ettiği zaman kalbine (siyah) bir nokta konulur. Eğer o hatayı bırakır ve istiğfar ederse kalbi cilalanır (o siyah nokta silinir). Eğer günaha devam ederse noktalar artırılır. Hatta bu noktalar onun kalbini tamamen istila eder. Bu Allahü Tealanın kitabında zikrettiği “Ran” (pas)dır. (Onların kazandığı günahlar kalplerinin üzerine pas olmuştur. Mutaffifin: 14)” (Tirmizi, Nesei, İbn Mace, İbn Hibban, Hakim)
Bakırın pası gibi kalplerinde pası vardır. Onun cilası ise istiğfardır. (Beyhaki)
4. RABITA-YI MEVT
Lezzetleri kesip, tahrip edeni, (yani ölümü) çok zikrediniz. (İbn Mace, Tirmizi)
Vaiz olarak ölüm yeter, zenginlik olarak da yakin (içinde şüphe olmayan, güçlü iman) yeter. (Taberani )
Akıllı, zeki olan kişi nefsini hesaba çekip, ölümden sonrası için çalışan, amel eden kimsedir. Aciz ise, nefsinin hevasına tabi olup, Allahdan bir takım (boş) temennilerde bulunan kimsedir. (İbn Mace, Tirmizi)
ÜSTAD Bediüzzaman şöyle der: İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, Rabıta-i Mevttir. Evet ihlâsı zedileyen ve riyaya ve dünyaya sevkeden, tûl-i emel olduğu gibi; riyadan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, râbıta-i mevttir. Yâni: Ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desîselerinden kurtulmaktır. Evet ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat, Kur'an-ı Hakîm'in كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ اْلمَوْتِ { اِنَّكَ مَيِّتٌ وَاِنَّهُمْ مَيِّتُونَ gibi Âyetlerinden aldığı dersle, râbıta-i mevti sülûklarında esas tutmuşlar; tûl-i emelin menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti o râbıta ile izale etmişler.
Görmediğimiz işitmediğimiz bir şey bizi etkilemez. Kur’an’da şöyle buyrulur:
(Resulüm!) Mümin erkeklere söyle: Gözlerini haramdan çeksinler ve ırzlarını korusunlar. Bu onlar için daha temizdir. Şüphe yok ki Allah onların yaptıklarından haberdardır. Nur: 30
“Bir kadının güzelliklerini görüp, sonra bakışlarını ondan çeviren hiçbir Müslüman yoktur ki, Allah (bundan dolayı) onun için kalbinde tatlılığını hissedeceği bir ibadet (sevabı) yaratmış olmasın.” (Ahmed, Taberani)
Kudsi bir hadisde şöyle buyrulmuştur: “(Harama) bakma şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Kim benden korktuğundan dolayı onu terk ederse, o günahın yerini iman ile değiştiririm ki, onun tatlılığını kalbinde hisseder”. (Taberani, Hakim )
Üstad Bediüzzaman şöyle der: Suretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve sukut-u ruha sebebiyet verdiği şununla anlaşılır: Nasıl ki, merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrip eder. Öyle de, ölmüş kadınların suretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan suretlerine hevesperverâne bakmak, derinden derine hissiyât-ı ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrip eder. (25. sözden.)
Lezzet ve elem.
Zehirli bir balı yer misiniz?
Zehirli bal insana önce lezzet, sonra da elem verir. Üstad Bediüzzaman günahlardaki lezzeti zehirli bala benzetir. Günahlarda önce insana lezzet verir, ama daha sonra elemiyle insanı perişan eder.
Bir veli zikir çekmeden önce odun toplar, sonra zikre başlarmış. Kendisine tembellik geldiğinde de o odunlarla kendini dövermiş.
Günah işlediğinizde kendinize ceza verin. Mesela deyin ki eğer şöyle yaparsam 3 gün oruç tutacağım.
Kör ve sağır bir insana bir şey anlatmanız, ikna etmeniz mümkün müdür?
Fakat bazan olur ki, nefs-i emmâre, ya levvâmeye veya mutmainneye inkılâp eder, fakat silâhlarını ve cihâzâtını âsâba devreder. Âsab ve damarlar ise, o vazifeyi âhir ömre kadar görür. Nefs-i emmâre çoktan öldüğü halde, onun âsârı yine görünür. Çok büyük asfiya ve evliya var ki, nüfusları mutmainne iken, nefs-i emmâreden şekvâ etmişler. Kalbleri gayet selim ve münevver iken, emrâz-ı kalbden vâveylâ etmişler. İşte bu zatlardaki, nefs-i emmâre değil, belki âsâba devredilen nefs-i emmârenin vazifesidir. Maraz ise, kalbî değil, belki maraz-ı hayalîdir.
İnşaallah, aziz kardeşim, size hücum eden nefsiniz ve emrâz-ı kalbiniz değil, belki mücahedenin devamı için beşeriyet itibarıyla âsâba intikal eden ve terakkiyât-ı daimîye sebebiyet veren, dediğimiz gibi bir hâlettir.
Üçüncü mesele: Bir kardeşimiz, kusurunu görmediği münasebetiyle, onu ikaz için yazılmış ince bir meseledir. Belki size faydası olur, diye yazdık.
Bir zaman, evliya-yı azîmeden, nefs-i emmâresinden kurtulanlardan birkaç zattan, şiddetli mücahede-i nefsiyeler ve nefs-i emmâreden şekvâlarını gördüm. Çok hayret ediyordum. Hayli zaman sonra, nefs-i emmârenin kendi desaisinden başka, daha şiddetli ve daha ziyade söz dinlemez ve daha ziyade ahlâk-ı seyyieyi idame eden ve heves ve damar ve âsab, tabiat ve hissiyat halitasından çıkan ve nefs-i emmârenin son tahassungâhı bulunan ve nefs-i emmâreyi tezkiyeden sonra onun eski vazife-i seyyiesini gören ve mücahedeyi âhir ömre kadar devam ettiren bir mânevî nefs-i emmâreyi gördüm. Ve anladım ki, o mübarek zatlar, hakikî nefs-i emmâreden değil, belki mecazî bir nefs-i emmâreden şekvâ etmişler. Sonra gördüm ki, İmam-ı Rabbanî dahi bu mecazî nefs-i emmâreden haber veriyor.
Bu ikinci nefs-i emmârede şuursuz kör hissiyat bulunduğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki onlarla ıslah olsun ve kusurunu anlasın. Yalnız tokatlar ve elemlerle nefret edip, veya tam bir fedailiğe her hissini maksadına feda etsin. Ve Risale-i Nur'un erkânları gibi, herşeyini, enaniyetini bıraksın. Bu acip asırda dehşetli bir aşılamak ve şırıngayla hem hakikî, hem mecazî iki nefs-i emmâre ittifak edip öyle seyyiata, öyle günahlara severek giriyor. Kâinatı hiddete getiriyor. Hattâ kendim, bir dakika zarfında, yirmi paralık bir sıkıntıyla, altmış liralık bir haseneye tercih etmeye çalıştım.
Hem on dakika zarfında, büyük bir mücahede-i mânevîde, benim cephemde, kırk ikilik bir top gibi düşmanlarıma atıp yol açtığı halde, o iki nefs-i emmârenin, muvakkat bir gaflet fırsatında, hodgâmlık ve meyl-i tefevvuk gibi gayet zulümlü ve zulümatlı hissiyle, büyük bir şükür ve teşekkür yerine, "Niçin ben atmadım?" diye, en çirkin bir riya ve rekabet damarını hissettim. Cenab-ı Hakka yüz bin şükür ediyorum ki, Risale-i Nur ve bilhassa İhlâs Risaleleri, o iki nefsin bütün desâisini izale ve onların açtığı yaraları tedavi ettiği gibi, o bir dakika ve on dakikadaki hâletleri birden izale etti. Ve mânevî bir istiğfar olan kusurumu bildim. O hatânın muaccel cezası olan içindeki elemden ve azaptan kurtuldum.
Kastamonu Lâhikası - Mektup No: 150 - s.1661, 1660
NEFS TERBİYESİ 2
NEFİS TERBİYESİ 3
Cenab-ı Hak Kur’an’da bir kısım insanların “heva”larını ilah edindiğini bildirir:
{ أرأيت من اتخذ إلهه هواه أفأنت تكون عليه وكيلا }
Hevasını ilah edineni gördün mü?
Furkan: 43
Peygamberimiz asv’da şöyle buyurmuştur:
وروي عن أبي أمامة رضي الله عنه قال قال رسول الله صلى الله عليه وسلم
ما تحت ظل السماء من إله يعبد أعظم عند الله من هوى متبع
رواه الطبراني في الكبير وابن أبي عاصم في كتاب السنة
Ebu Ümame ra’den peygamberimizin asv şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
Allah katında, semanın gölgesi altında tapınılan (batıl) ilahlar içerisinde, kendine tabi olunan hevadan (nefsani arzulardan) daha büyüğü (gazap edileni) yoktur.
Taberani, İbn Ebi Asım
“İlah” mabud, tapınılan, emrettiği yapılan, yasaklarından da kaçınılan manasına gelir. Bir insan Allahın emir ve nehiylerine değil de, nefsin isteklerini yerine getirir, emrettiğini yapar, nehyettiğinden kaçınırsa nefsini ilah edinmiş olur. Üstad Bediüzzaman “Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telakki eder. Hattâ mevhum bir Rububiyet ve keyfemayeşa hareketi, fıtrî olarak arzu eder” der. (Ramazan risalesi.)
Küfrün ve günahların temelinde nefis ve nefsani arzular vardır. Peygamberimiz döneminde olsun günümüzde olsun, İslam’ın hak din olduğunu bildiği halde iman etmeyen Yahudiler, hristiyanlar ve Ebu cehil gibi şahsiyetler hased, kibir, ucub, lezzetlere düşkünlük gibi nefsani hastalıklar yüzünden küfre gitmişlerdir.
Mümin Allaha itaat etmek ve rububiyet dava eden nefisle mücadele etmekle mükelleftir. Eğer her işinde Allahın emirlerine değil de nefse uyarsa küfre girmez, fakat onun bu haline “şirki hafi” demek mümkündür. Peygamberimiz asv bu yüzden riyayı “şirki hafi” olarak nitelendirmiştir. Veliler de “Maksudun ne ise mabudun odur” ve “Seni Allah’dan alıkoyan her şey puttur” demekle buna işaret etmişlerdir.
Nefsin bu şerir ve tehlikeli halinden dolayı Kur’an ve sünnet, müminleri nefse karşı uyarmış, nefisle mücadeleyi cihadı ekber olarak nitelendirmiştir.
فإن الجنة هي المأوى وأما من خاف مقام ربه ونهى النفس عن الهوى }
Artık kim azmış ve dünya hayatını tercih etmişse, Şüphe yok ki onun varacağı yer cehennemdir. Ama Rabbinin huzurunda durmaktan korkmuş ve nefsini kötü arzulardan men etmiş kimseye gelince, Şüphe yok ki onun sığınacağı yer cennettir.
Naziat: 38-41
عن جابر قال رسول الله صلى الله عليه وسلم
قدمتم خير مقدم من الجهاد الأصغر إلى الجهاد الأكبر قالوا وما قال مجاهدة العبد لهواه
الديلمي
Cabir ra’den rivayet edimliştir:
(Peygamberimiz cihaddan dönen sahabelerine) “Hayırlı bir dönüşle küçük cihaddan, büyük cihada döndünüz” buyurdu. (Büyük cihad) nedir? Dediler. Peygamberimiz “Kulun nefsani arzularıyla yaptığı cihaddır” buyurdu.
Deylemi
فضالة بن عبيد قال قال رسول الله صلى الله عليه وسلم : في حجة الوداع الا أخبركم بالمؤمن من أمنه الناس على أموالهم وأنفسهم والمسلم من سلم الناس من لسانه ويده والمجاهد من جاهد نفسه في طاعة الله والمهاجر من هجر الخطايا والذنوب
Fudale b. Ubeyd peygamberimiz asv’ın veda haccında şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Size mü’mini haber vereyim mi? (Mü’min) insanların mal ve canları konusunda kendisine güvendikleri kimsedir. Müslim de dilinden ve elinden insanların selamette kaldığı kimsedir. Mücahid, Allaha itaat hususunda nefsiyle cihad eden kimsedir. Muhacir de hata ve günahlardan hicret eden kimsedir.
Ahmed, Taberani
ابن عباس قال قال رسول الله صلى الله عليه وسلم
أعدى عدوك نفسك التي بين جنبيك
İbn Abbas ra peygamberimiz asv’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Senin en büyük düşmanın iki yanında duran nefsindir.
Beyhaki, Deylemi
عن أبي هريرة أن رسول الله صلى الله عليه وسلم قال
حجبت النار بالشهوات وحجبت الجنة بالمكاره
Ebu Hureyre ra peygamberimiz asv’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Cehennem şehvetlerle (nefsin hoşuna giden şeylerle) perdelendi, gizlendi, cennette nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle perdelendi.
Buhari, Müslim
İnsanın iç alemi büyük bir memlekete benzer. Bu memleketin hükümdarı Allaha iman ve itaat eden kalptir. Akılda onun veziridir. Vucuttaki azalar ve ruhun latifeleri bu kalp dediğimiz hükümdarın raiyeti –askerleri, memurları, işçileri- durumundadır.(2) Bu alemdeki nefis (veya heva) ise serkeş, iktidarı ele geçirmek isteyen bir asi durumundadır. Hükümdar Kalp, veziri aklın da yardımıyla, raiyeti arasında adaleti sağlamak, onları isti’dat ve kabiliyetlerine göre idare etmek, aynı zamanda iktidarı ele geçirerek anarşi ve teröre sebep olan nefse karşı mücadele etmek mecburiyetindedir. Ne zaman nefs iktidarı ele geçirir ve uluhiyetini ilan ederse, insanın iç aleminde denge bozulur ve fesat meydana gelir. (Nefsin iktidarı ele geçirdiği zaman yapacağı icraatları şu ayet çok güzel tasvir eder: “Hükümdarlar bir şehri istila ettikleri zaman orasını harap ederler ve halkının şerefli kimselerini zillete düşürürler. Neml: 34)
İç alemdeki memlekete verilen isim, bu memleketteki iktidarın değişmesine göre değişir. Nefs kalbi yener ve memlekete hakim olursa “Nefsi Emmare”, eğer ikisi de yenişemez, kah biri, kah diğeri memlekete hakim olursa “Nefsi Levvame”, Kalp nefsi mağlub eder ve meşru dairede kalmaya ikna ederse ve memleketi Allahın emirleri doğrultusunda idare ederse, bu memlekete “Nefsi Mutmainne” memleketi denilir.
Kalbin, vezir aklın da sayesinde nefse galip gelebilmesi için en mühim üç şart vardır; İlim, imanın güçlenmesi ve ibadetler. İlim sayesinde kalp kendini yaradan Allah’ı, kendini ve vazifelerini, yardımcılarını, nefsi ve nefsin hilelerini, yardımcılarını ve onunla nasıl mücadele edeceğini öğrenir. Elde edeceği kuvvetli imanla nefse karşı en büyük gücü elde etmiş olur. Namaz, oruç, Kur’an tilaveti, tefekkür, zikir, dua, istiğfar ve benzeri İbadetlerse, kalbe manevi feyzlerin ve yardımların gelmesine vesiledirler.
Eğer bu üç alanda kalp olgunlaşırsa nefse kolaylıkla galip gelebilir.
(1)Kenzül Ummal: hn: 1205
(2) Bir hadiste şöyle buyrulmuştur “Kalp hükümdardır ve onun askerleride vardır. Hükümdar ıslah olursa askerleride ıslah olur, Hükümdar bozulursa askerleride bozulur.” Kenzül Ummal: hn: 1205