Soru

Tasavvufun Tanımı, İslâm'da Tasavvufun Yeri ve Önemi

Tasavvufun İslâm'da yeri nedir? Tasavvufun mahiyetini ve Risale-i Nur'un bakışını izah eder misiniz?

Tarih: 29.11.2023 09:07:57
Okunma: 715

Cevap

Öncelikle ifade etmek gerekirse tasavvuf yolu ehl-i sünnet çizgisinde olduğu takdirde güzeldir, şirindir. İslâmiyet’in güzelliklerinden biridir. Kur’ân’a, sünnete, İslâmiyet’in edeb ve ahlakına uygun olan her tasavvuf meşrebi baş göz üstünedir. Fakat, Kur’ân’ın ve sünnetin hakikatlerine, usulüne uygun değilse bu tehlikelidir, uygun değildir.

Cenâb-ı Hak insanları çeşitli fıtrat ve karakterlerde yaratmıştır. Bu çeşitlilikten dolayı, insanların hepsini bir meslek ve bir kalıp içine sokmak mümkün değildir. Her insan kendi kabiliyet, fıtrat, karakter ve kuvvetine göre hareket etmektedir. Bu yüzden esasta aynı kalmak şartıyla, farklı meslek ve meşreplerin olması ve devam etmesi, makul ve fıtri bir haldir. Burada temel şart yukarıda da bahsedildiği gibi bu meslek, meşrep ve tarikatların Ehl-i Sünnet çizgisinde olmalarıdır. Aşağıda zikredilecek olan tehlikelerde bu konuda gayet önemlidir.

Burada dikkat edilecek bir diğer husus da meşreb, meslek, tarikat güzel ve İslâm’a uygun olduğu halde o meşrebin zayıf, bilinçsiz, dikkatsiz müntesiplerinde görülen hatalar yüzünden mesleği itham etmemektir. Bu kısa cevabı verdikten sonra tasavvufun tanımı, gayesi, doğuşu, metodu,  güzellikleri ve oluşabilecek bazı tehlikelerine değinelim;

Tasavvuf’un Tanımı

Tasavvuf; Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak ve Peygamberimizin (sav) ahlakıyla ahlaklanmak için insanın nefsini manevi kirlerden temizleyerek, ruhunu tekâmül ettirme, olgunlaştırma yoludur. İnsanın, Allah’ın birliğinin zevkini bütün benliğinde hissederek kendi iç âleminin derinliklerine ve dış âlemin sırlarına ermek için takip ettiği düşünce ve amel sistemidir.[1] Tasavvufun değişik tarifleri yapılmakla beraber özetle “Tasavvuf; nefis terbiyesi yaparak, insanı Allah’a ulaştıran bir meslektir.”

Üstad Bediüzzaman’a göre tarikat;

“Tasavvuf, tarikat, velâyet, seyr ü sülûk isimleri altında şirin, nuranî, neşeli, ruhanî bir hakikat-i kudsiye (kudsi hakikat) vardır ki, o hakikat-i kudsiyeyi ilân eden, ders veren, tavsif eden binler cilt kitap, zevk ve keşif ehli muhakkikleri yazmışlar, o hakikati ümmete ve bize söylemişler.

“Tarikatın gaye-i maksadı (esas gayesi), marifetin ve iman hakikatlerinin inkişafıyla, Mi’rac-ı Ahmedî’ nin (sav) gölgesinde kalp ayağıyla bir seyr-ü sülûk-ı ruhanî (ruhani olarak manevi bir terakki) neticesinde, zevkî, halî ve bir derece şuhudî (görerek) iman ve Kur’ân hakikatlerine mazhariyet; “tarikat”, “tasavvuf” namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemâl-i beşerîdir.”[2]

Tasavvufun Doğuşu

İslâm’ın ilk dönemlerinde fıkıh, tefsir, hadis ilmi oluşurken, tasavvuf meşrebi ve ilmî de şekillenmeye başlamıştı. Tasavvuf bir müessese haline dönüşmeden önce yaşamış bazı mutasavvıflar şunlardır; Hasan Basri, İbrahim Ethem, Rabiatül Adeviye, Cüneyd-i Bağdadi, Hamdun Kassar, Beyazıd-ı Bestami, Bişr-i Hafi.. İslâm’ın bu ilk değerli şahsiyetleri ilk sufiler olarak değerlendirilmektedir.

Bu dönemde her ne kadar tasavvufa dair kitaplar yazılmış olsa da tam bir teşkilatlanmadan söz etmek mümkün değildir. Tasavvuf, zamanla kendine has ıstılahi kavramlarıyla İslâm’ın deruni, zengin bir dünya görüşü halini aldı. Bilhassa İmam Gazali, Abdülkadir Geylani ve Muhyiddin Arabî ile tasavvuf İslâm âleminde büyük bir şöhrete erişti ve müessese haline gelmeye başladı. İslâm tarihinde yüzyıllar boyunca medreseler, zahiri ilimlerin; tekkeler ise, batınî ilimlerin tahsil edildiği mekânlar oldu.

Tarikatın Gayesi;

İmam-ı Rabbani (ra), “Bütün tarikatlerin nihai hedefi iman meselelerinin açığa kavuşturulmasıdır.”[3] demektedir. Nitekim İslâmî ilimlerde, iman esaslarının önemi her daim önceliğini korumuştur. Bu iman ilmi, “ilimlerin şâhı ve padişahı, iman ilmidir.” şeklinde literatürde yerini almıştır. İman hakikatlerinin inkişafı ve açığa kavuşturulması hayatın en önemli hedeftir.

Bununla birlikte;

  • Ruhun velayet mertebelerinde ilerlemesi,
  • Kat edilen mertebelerde Kur’ân ve imanın hakikatlerini görerek; zevklere ve güzel hallere mazhar olunması,
  • İnsanın sırları çözme kabiliyetini, mükemmel manevi potansiyelini işleterek iman esaslarının hakikatlerinin ortaya çıkartılması,
  • Dinin farzlarına ve sünnet-i seniyenin hakikatlerine nüfuz ederek uyulması,
  • İlim, amel ve ihlasla şeriatın hakikatlerine hizmet edilmesi,
  • Batınla zahiri tamamlamak; onu kemale erdirmek,[4] tasavvufun diğer gayelerindendir.

Tasavvuf’un Metodu

Yukarıda da ifade edildiği gibi tasavvufun metodu: Mirac-ı Ahmediye’nin (sav) gölgesi ve sayesi/koruması, himayesi altında; ruhu, kalbi, sırrı vs. latifeleri harekete geçirerek tam ve kamil bir insan olma yolunda ilerlemeyi sağlamaktır. Tarikat ve hakikati şeriatın parçaları bilmektir. Asıl maksadın şeriat olduğunun bilincinde olmaktır.

İnsanda, akıl ve kalb adında önemli iki fabrika vardır. Akıl nasıl ki tabiat dediğimiz kâinatı okuyarak çalıştırılıyor. İşleyen bu akıl, bilim hakikatlerini ortaya çıkarıyor. Öyle de kalbi de çalıştıran Allah’ın zikridir. Allah’ı zikretmekle çalışan kalbi, iman hakikatlerine yönlendirerek kalbin gerçek potansiyelini ortaya çıkarmaktır. Nitekim kalbin yaratıcısı bunu arzu etmiş ki kalbi bütün âlemi içine alacak bir kabiliyette yaratmıştır. Tefekkür ve zikr-i İlahî vasıtasıyla; kalp ayağıyla velayet mertebelerinde ilerlemek, ruhu harekete geçirmektir.

Bediüzzaman Hazretlerine Göre Tasavvufun Vartaları ve Tehlikeleri:

Öncelikle şunu ifade edelim ki Üstad Bedîüzzaman, meşrep taassubu yaparak tarikat ehli olan kimseleri, tarikati bırakarak kendine tabi olmaya çağırmamış, aksine tarikati/tasavvufu övmüş; faydalarından, güzelliklerinden, İslâm kültüründeki yerinden bahsetmiştir. Bunun için müstakil bir risale yazmıştır.[5]  Fakat bununla beraber İslâm kardeşliği doğrultusunda tarikat ehli kimselerinde Risâle-i Nûr’a da sahip çıkmasını istemiştir. Onların hem tarikat faaliyetinde bulunmalarını hem de iman hizmetlerinde bulunmalarını istemiştir.

Bediüzzaman Hazretleri bu müstakil eserinde tasavvufların ve bu yolun müntesiblerinin karşılaşabilecekleri bazı tehlikeleri de hatırlatmıştır. Bunlar;

Birincisi: Sünnet-i Seniyeye’ye uymaya riayet etmeyen bir kısım tasavvuf yolcuları; velayeti, nübüvvete tercih etmekle vartaya düşer. Nübüvvet ne kadar yüksek olduğu ve velayet ona nisbeten ne kadar sönük olduğu ise aşikardır.

İkincisi: Ehl-i tarikat içerisinde bir kısım ifratçıları, evliyasını sahabeye tercih, hattâ Enbiya derecesinde görmekle vartaya düşer. Halbuki, sahabeler de öyle bir hâssa-i sohbet var ki, velayet ile yetişilmez ve onlara üstün gelinmez.

Üçüncüsü: İfrat ile tarikat taassubu taşıyanların bir kısmı, tarikat âdâb ve zikirlerini  sünnet-i seniyeye tercih etmekle sünnete muhalefet edip, sünneti terk eder, ama tarikat virdini bırakmaz. O suretle şeriatın kurallarına bir lâkaydlık vaziyeti gelir, vartaya düşer. Halbuki; İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî gibi tarikat büyükleri olan muhakkik âlimleri derler ki: “Bir tek sünnet-i seniyeye ittiba’ noktasında hasıl olan makbuliyet, yüz âdâb ve hususi ibadetlere gelemez. Bir farz, bin sünnete müreccah olduğu gibi; bir sünnet-i seniye dahi, bin âdâb-ı tasavvufa müreccahtır.”

Dördüncüsü: Müfrit bir kısım ehl-i tasavvuf; ilhamı, vahiy gibi zanneder ve ilhamı, vahiy nev’inden telakki eder, vartaya düşer.

Beşincisi: Tarikatın sırrını anlamayan bir kısım kimseler, zayıfları takviye etmek ve gevşekleri harekete geçirmek için ve şiddet-i hizmetten gelen usanç ve meşakkati hafifletmek için, istenilmeyerek verilen zevkleri, nurları ve kerametleri hoş görüp meftun olur; ibadetlere, hizmetlere ve virtlere o zevkleri tercih etmekle vartaya düşer.

Halbuki; bu dünya, hizmet yeridir. Ücret yeri değil! Burada ücretini isteyenler; bâki, daimî meyveleri, fâni ve geçici bir surete çevirmiş olur. Bununla beraber dünyadaki beka hoşlarına gidiyor, arzu ile berzaha bakamıyorlar; âdeta bir cihette dünya hayatını seviyorlar, çünkü içinde bir çeşit ahireti buluyorlar.

Altıncısı: Hakikat ehli olmayan bir kısım kimselere, velayet makamının gölgelerini ve küçük numunelerini, asıl büyük makam olan enbiya makamı ile karıştırarak vartaya düşer.

Yedincisi: Bir kısım ehl-i zevk ve şevk, bu tasavvuf yolculuğunda övünmeyi, nazı, teveccüh-ü nâsı ve müracat yeri/iman ehli için sığınak olma gibi halleri; şükre, niyaza, tazarruata ve insanlardan istiğnaya tercih etmekle vartaya düşer. Halbuki, ubudiyetin ise esas sırrı; niyaz, şükür, tazarru’, huşu’, acz, fakr, halktan istiğna cihetiyle o hakikatın kemaline mazhar olur.

Sekizinci Varta: Bencil, aceleci bir kısım kimseler; ahirette alınacak ve koparılacak velayet meyvelerini, dünyada yemek ister ve bu yolculuğunda onları istemekle vartaya düşer. Halbuki وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا اِلاَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ [6] (Dünya hayatı, aldatıcı bir menfaatten başka birşey değildir.) gibi âyetlerle ilân edildiği gibi; âlem-i bekada bir tek meyve, fâni dünyanın bin bahçesine tercih edilir. Onun için, o mübarek meyveleri burada yememeli. Eğer istenilmeyerek yedirilse şükredilmeli; mükâfat için değil, belki teşvik için ilahî bir ihsan olarak telakki edilmeli.[7]


[1] Tasavvufun çeşitli tanımları için bakınız; http://www.lugatim.com/s/tasavvuf

[2] Said Nursi, Mektubat, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul 2016, c. 2, s. 295

[3] İmam Rabbani, Mektubat-ı Rabbani c.1, s.175

[5] Bu risale için bakınız; Said Nursi, Mektubat, c. 2, s. 295

[6] Âl-i İmrân, 3/ 185.

[7] Said Nursi, Mektubat, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul 2016, c. 2, s. 295


Yorum Yap

Yorumlar